İktidar bugün 2013'ten çok daha güçsüz ve kırılgandır. Gerçi sopasını daha güçlü kılmış ve artık daha gözükaradır belki ama siyaseten de daha zayıftır.

'Bunlar iyi günler'!

Gezi /Haziran Direnişi üzerinden sekiz yıl geçti. 11 milyon kişinin aktif/pasif katılımıyla bir aydan fazla sürdürülen bu eylemler, Türkiye tarihinin kuşkusuz en kitlesel halk hareketi olarak tarihte yerini aldı. Dünya tarihi açısından dahi kayda değer bir olaydı. Toplumda biriken rahatsızlıkların sonucunda kendiliğinden gelişen ve çok farklı tepkileri içinde barındıran bu direnişin esas nedeni ve hedefi, iktidarın, halkın bir bölümünü yok sayan, bu bölümün duyarlılıklarına/ yaşam biçimlerine saygı duymayan, üstelik devletin sosyal baskılama ve şiddet araçlarını halka ve Cumhuriyetçilere karşı fütursuzca ve komplocu bir biçimde kullanan faşizan yönetim anlayışıydı. 

Tüm ülkeyi saran bu direnişlerin bir benzeri tekrar yaşanmadı. Yaşanmaması için iktidar tüm baskıcı önlemlerini daha da pekiştirdi. Bu arada aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde, iktidarın tüm kumpaslarında rol almış olan Fethullahçı ortağı, bu defa iktidarın yolsuzluklarını açığa vuran bir operasyon başlattı. Bu hesaplaşmanın son perdesi 15 Temmuz 2016'da FETÖ darbe girişimiyle oynandı. Daha öncesinde, Haziran 2015- Kasım 2015 arasında Türkiye tarihinin peşpeşe gerçekleştirilen en büyük suikastler zincirine tanık olundu. Halkın susturulması için herşey denendi.

Buna rağmen iktidar oy tabanını yitirmeye başladı. Meclis çoğunluğunu elinden kaçırdı, ancak MHP desteğiyle Meclis hakimiyetini sürdürebildi. 2017 Anayasası hem bu ittifakla hem de geçersiz oylarla dayatılabildi. 2018'den itibaren yürütmenin tüm gücünün tek bir kişide toplandığı yeni yönetim yapısına geçildi. Ama bu yeni yapılanma başarılı olamadı; taraflı cumhurbaşkanının sürekli itibar kaybettiği bir süreci başlattı. 2019 yerel seçim hezimeti bunun sonucu oldu.

2018'den itibaren peşpeşe döviz krizleriyle sarsılan ekonomi bir de pandemik krizle sarsıldı ve iktidarın halk karşıtı yüzü bu süreçte daha da açığa çıktı. Böyle bir ortamda, iktidar içi çatışma alanlarını ve iktidarın kirli işlerini içerden bilen ve onlara da bulaşmış olan eski bir iktidar aparatı ortaya çıktı ve AKP öncesine de uzanan birtakım kirli çamaşırları ortaya dökmeye başladı. Bu ülkenin düşünen insanlarının zaten farkında olduğu bir takım olgular, 17-25 olayında olduğu gibi gene içerden ifşa edilmekteydi. 

Eski ortak çete liderinin hedefinde daha ziyade Soylu, Ağar ve benzerleri vardı. Erdoğan, sürece uzun süre tepkisiz kaldı ama tavır almaya mecbur bırakıldı. Çünkü hem partisinin içi kaynamaya başlamış, hem Soylu HaberTürk programında kendisini buna zorlamış, hem de Soylu'yu sahiplenen küçük ortağı "bu saldırı karşısında tarafsız kalmaya ve üç maymunu oynamaya kimsenin hakkı yok" çıkışını yapmıştı. Erdoğan, "en iyi savunma saldırıdır" yöntemini uygulayarak Soylu'yu savundu ama bunda pek gönülsüz olduğunu hem gecikmeli tepkisiyle göstermiş oldu hem de tepkisini -bakanının icraatlarını övemeden- sadece bilindik ve Soylu'nun da arkasına sığındığı bir "dış operasyon" tehdidi üzerinden kurabildi. Ama bu, Soylu'nun tasfiyesini şimdilik sadece geciktirmiş olabilir. Çete reisinin oklarını Erdoğan dahil tüm yönetime yöneltmesi, iktidarın istismar aracı yaptığı MİT Tırları meselesini içerden bilgilerle gündeme taşıması vs. yeni bir tırmanma da başlatabilir.

'Bunlar iyi günler'in anlamı

Her yönden sıkışan iktidarın seçeceği yolun daha fazla baskı ve şiddete yönelmek olacağını ne zamandır biz dahil birçok yorumcu yazıp duruyor. Yolsuzluk denizinde yüzen, kurmak istediği rejimini pekiştirme hülyasından vazgeçmeyen ve bunlar uğruna her türlü hukuksuzluğu/şiddeti/ mafyalaşmayı içselleştiren, hatta gerekirse dış politikada sıcak çatışma veya gerginlikler yaratmayı göze alan bir iktidar türünün başka bir seçeneği olamayacağını görebilmek için kâhin olmaya gerek yok elbette.

Ama iktidarın birinci derece sorumlusundan, Akşener'e yönelik saldırıdan sonra yeni saldırıları kışkırtma üslubunda ifade ettiği "bunlar iyi günler; daha neler olacak neler!" itirafının ve tehdidinin gelmesi gene de sıradan bir doğrulama olarak değerlendirilemez. Bir muhalefet partisi liderine yapılan saldırıya arka çıkması belki yeni bir durum değil; daha önce anamuhalefet partisi liderine karşı örgütlenen daha büyük bir saldırı hatta linç girişimine arka çıkan bir tavır sergilenmişti. Ama artık yeni bir durum var: Teşvik edileceği açıkça ifade edilen kışkırtmalar zincirleri ima ediliyor. Sahneye konulan ve her yerde oynanacağı ifade edilen senaryo, açık faşizme geçişin provalarını içeriyor.

Peki, mevcut birikim rejimini tehdit edecek tarzda siyasal ve sendikal alanda güçlü bir biçimde örgütlenmiş/ kitleselleşmiş bir sosyalist muhalefet olmadığına göre sermayenin faşizme geçişi talep etmesinin siyasal koşulları oluşmuş olabilir mi? Neo-faşizmin oluşumunu kendi özgüllüğü içinde değerlendirirsek, yüzyıl öncesinin oluşumlarından farklı biçimlerde tezahür edebileceğini de görebiliriz. Türkiye'de dinci faşizmin kendi programı doğrultusunda ilerlemek için, sosyalist hareketlerin kitleselleşmesi üzerinden gerekçe üretmeyeceği çok açık. Aslında mevcut düzen muhalefeti ne kadar içeriksiz/programsız olursa olsun, dinci ve talancı siyaset onu ayakbağı olarak görmeye devam ediyor, çünkü iktidarını seçimle (veya Gezi hareketi gibi kontrol edemeyeceği toplumsal tepkilerle) yitirme olasılığı en büyük kâbusunu oluşturuyor. 

İktidarını yitirme riskini göze alamamak yanında, kendisinden bağımsız yerel/kurumsal özgürlük adalarını (yerel yönetimleri veya üniversiteleri) kabul edemeyeceği de açık bir olgu. Daha önce de yazmıştık: "Faşizm bir karadeliktir. Çekim gücüne direnen istisnalara izin vermez. Yapamazsa, kendisi olamaz. Çünkü bütünü kontrol edemezse yani otoritesini eksiksiz kuramazsa, toplumu istediği kıvama dönüştüremez, böylece kendini hızla tüketmeye başlar." (O. Oyan, Sol Portal, 19.1.2016). Dolayısıyla, faşist baskı ve provokasyon rejiminin önümüzdeki dönemde daha da koyulaştırılacağı bir sır olmamalı. 

Rejim şiddet yüzünü daha fazla gösterirken, kendisi için şimdilik tehdit olarak görmediği sosyalist sola fazlaca yüklenmeyi muhtemelen tercih etmeyecektir. Hatta bunu dışarıya karşı sözde demokratik görüntüyü korumanın bir aldatmacası olarak kullanmak isteyebilecektir. Buna karşılık, genel oy hakkının anti-demokratik düzenlemelerle daha fazla budanması, seçim bölgelerinin "ihtiyaca göre" yeniden kesilip biçilmesi, muhalefet partilerine, onların liderlerine, milletvekillerine/belediye başkanlarına, etkili siyasetçilerine karşı sokak kışkırtmaları yanında yeni yargı tertiplerinin hazırlanması ve seçimlerde oyların çalınma yöntemlerinin geliştirilmesi vb. iktidarın öncelikle yatırım yaptığı alanlar olacaktır. Bütün bunlar yeterli olmaz ve önümüzdeki seçimlerde sandıktan gene de istenilen sonuçlar elde edilemezse, sonuçlara itiraz etmek için her türlü oyunbazlık hazırda tutulacaktır. Bu defa, İstanbul seçimlerinin tekrarlanması örneğinden daha fazlasının planlanması beklenir. "Bunlar iyi günler" tehdidine bu açılardan bakınca, tüm bunları ima ettiği de anlaşılacaktır.

2013'ten çok farklı bir noktadayız. Peki, ya muhalefet?

Şu karşılaştırmayı da yapmak durumundayız: Haziran Direnişi'nin gerçekleştiği 2013 yılı, AKP iktidarının adeta ekonomik zirvesidir. O yıl GSYH yüzde 8,5 oranında artacak ve tarihi zirveler olarak toplamda 958 milyar dolara ve kişi başına da 12.582 dolara çıkacaktır. 2013 sonrasıysa, "zirveden" sürekli iniş yıllarıdır. 2020'de GSYH düzeyi, nüfus artışına rağmen, 717 milyar dolara (2021'in ilk çeyreğinin dopingli büyümesiyle bile 728,5 milyar dolara), kişi başına da 8.599 dolara gerilemiştir. 2013'teki coşkuyla 2023'te kişi başına GSYH 25.000 dolar olarak hedeflenmişken, şimdiki hedef 10 bin dolardan ibarettir yani 2008 gerçekleşmesinin dahi gerisindedir! 

Dolayısıyla iktidar bugün 2013'ten çok daha güçsüz ve kırılgandır. Gerçi sopasını daha güçlü kılmış ve artık daha gözükaradır belki, ama inandırıcılığı kendi içinde dahi sorgulanır hale geldiğinden siyaseten de daha zayıftır. Muhalefetin daha etkili olabilmesi için şartlar daha olgunlaşmıştır aslında. Peki, muhalefet bu olgunluğa ulaşmış mıdır? Mesele sadece iktidarın faşizan uygulamalarıyla zıtlaşmak, bunları topluma teşhir etmekten ibaret değildir. İktidar cenahının muhalefet liderlerine ve seçilmiş temsilcilerine saldırılarını arttıracağını artık doğrudan ima ettiği bir ortamda, tek yapılacak şey  savunma pozisyonlarını tahkim etmekten ibaret olamaz. Örneğin CHP Grup Başkanvekilinin çıkıp Erdoğan'la yarışırcasına 27 Mayıs'ı bir "emperyalist proje" olarak mahkum etmeye kalkışması türünden geri bir gayretkeşliğe bel bağlanamaz. AKP'nin iktidarı suhuletle teslim etmesi için "devr-i sabık yaratmayacağız" yani geçmişten hesap sormayacağız türünden peşin ödünlere gerek duyulmaz. Siyaset meydan okuma işidir. AKP başından beri öyle yapmıştır.

Dolayısıyla, ılımlı/edilgen muhalefet tavrı korunarak iktidarın faşizan eğilimlerinin durdurulmasını ummak için fazla saf olmak gerekir. Muhalefetin benimsemesi gereken strateji, iktidarın hesabının görüleceği o seçim ânını savunma pozisyonlarında beklemekten ibaret olamaz. Asıl yapılması gereken şey toplumun önüne yeni bir bütüncül ekonomik/ toplumsal/ kültürel projeyle çıkmak ve bunun 128 milyar dolar kampanyasında olduğu kadar halkta yankı uyandırmasını sağlamaktır. Yol ve yöntemlerini tartışmak ve bulmak muhalefet kadrolarına düşer.