Eninde sonunda ısıtılan, çoktan bayatlamış bir yemektir. Patronların ve imamların yarattığı Cumhuriyet enkazının üstünde ne toplumsal barış, ne Kürt çözümü, ne yeni Anayasa dikiş tutar.
Anayasa tartışmasının AKP tarafından yine açılması değil de, bir kez daha “demokratikleşme” ve “Kürt sorununa çözüm süreci” diye ısıtılmak istenmesi ilginç geliyor bana. Aynı yemek kaç kez ısıtılır?
Yemeğine göre değişir diyebilirsiniz; doğrudur. Ama çoğu örnekte ısıtıldıkça tadı kaçar.
Hele konumuz Kürt sorununun çözülmesi olacaksa, son ziyafet sofrasında kılıçların çekilmiş olduğunu unutamayız. Madem öyle, önce kılıçlar neden, nasıl çekilmişti sorusuna bakalım. Ne olmuştu birinci barış sürecine?
Bir: Bulunan çözüm bir “Amerikan barışı”ydı. Bugün de olduğu gibi… O sıralar ABD düşünce kuruluşları ve medyasında “Kürt güneşinin” benzersiz yükselişi üstüne çok hikâyeler anlatılıyordu. İnandırıcıydı, çünkü önümüzde Irak Kürdistanı örneği vardı. Ama Irak’ta o noktaya işgal ve iç savaşla varılmıştı! Yani ABD’de üretilen literatür Ankara’yı bölünmeyle korkutup Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” adını koyduğu, pek kimsenin anlamadığı projeye razı etmeyi öngörüyordu. ABD reçeteleri bir tür zorunluluk olduğu için AKP de ön almaya koyuldu.
İki: Ancak gidişat çok tartışmalıydı. Bu süreçten olumlu herhangi bir sonuç çıkamayacağını biz biliyor ve söylüyorduk. Öte tarafta Türk milliyetçiliği fena halde provoke olmuştu, ama Amerikancılığın hegemonyası altında olduğu için çıkarttığı sesler esasen çatlak ve demagojikti.
AKP iktidarı ise bir noktada korkuya kapıldı. Kürt yükselişi bir ayrı devlet cüretine taşınacaksa, bu yolu açan bir iktidar hiç kuşkusuz süpürülür, atılırdı. Muhtemelen iş orada da kalmaz, Türkiye tarihsel ve çok karmaşık bir hesaplaşma arenasına dönüşürdü. AKP’nin, büyük sermaye adına gerçekleştirdiği gericilikten elde ne kalacağını kimse bilemezdi. Şaka değil, dinci gericiler ülkenin parçalanmasına giden yoldan sorumlu olur ve ağır bir fatura ödemek zorunda kalırlardı. Muhtemelen… Ama asıl kesin olan, AKP’nin büyük sermayeye “yeni-Osmanlı” ambalajında armağan ettiği yayılmacılığın, emperyalistleşme vizyonunun asrın fiyaskosu olarak çökeceğiydi!
Üç; bütün bunlar böyleydi, çünkü AKP iktidarının yarattığı toplumsal çözülmenin sonucu olarak Türk milliyetçiliği de dağılmıştı. Bu akımın Amerikan senaryolarına itiraz kabiliyeti zaten yoktur, ama olay bunun ötesine geçmişti. İktidarın elinin altında Kürt yükselişinin karşısına çıkartabileceği bir karşı milliyetçilik yoktu.
Dört; AKP bu dar alanda işi sıkı pazarlıkçılığa döktü. HDP’nin beklenti çıtasını çok yükseğe çıkardığını biliyoruz. Öcalan’ın itibarının ve kısmi özgürlüğünün de bir biçimde iade edileceği anlaşılıyordu. Lakin pazarlık Kandil’e nefes alma kanalı bırakmıyordu.
Elbette zamanla tarih daha kesin saptamalar yapabilmemiz için veri sağlayacaktır; ama o günü beklemeden bir şey söylemek gerekirse, Kürt siyasi hareketinin içinden gelen “özerklik ilanları” ve bunun peşi sıra hendeklerin kazılması, bu sıkıştırmaya verilen tepkiye benziyor. Kürt hareketi içindeki farklı merkezlerin etki alanları birbirlerinin içine karmaşık bir biçimde giriyordu. Kandil’in tepkisi kendisinden ibaret kalıp izole olmadı. “Çıkışsız sıkışmanın” yarattığı patlama aynı zamanda bir AKP provokasyonuydu. Bu arada “çözüm sürecinde” hayli rol üstlenmiş olan Fethullahçı teşkilatla da Erdoğan arasında gerilim yükselmişti. Olan hendeklerin, barikatların etrafında karşılıklı saflar kuran gençlere oldu. Cenazelerin sokakta kaldığı o günlerde karakolları kimin vurduğu da belli değildi.
Ve beşinci olarak bir şey daha görünür hale geldi: Diyarbakır’ın tarihi Sur mahallesinin, ateşe tutulup yıkıldıktan ve yoksul Kürt gençlerinin kanıyla yıkandıktan sonra inşaat patronlarına teslim edildiğine tanık olduk. Bu, Kürt halkımız için toplumsal, ideolojik, siyasi ve örgütsel alanlarda etkileri henüz belirginlik kazanmamış bir dönüm noktasıdır. Genel olarak uluslararası politik boyutu açısından değerlendirilen Kürt dinamiğinde sınıfsal bir dönüşümün ilanı gerçekleşiyordu.
Bu son noktanın başka boyutları var, ama bugünkü konumuzla ilgili kısmı şu: Eski “çözüm süreci” Kürt hareketinin “uluslararasılaşmamış” ve “düzeniçileşmemiş” geçmişinin üstüne bina edilmişti. Uluslararasılaşma diplomasiyi ve denge politikacılığını öne çıkartır. Düzeniçileşme AKP’nin yeniden biçimlendirdiği yeni-Osmanlıya, gerici rejime eklemlenme arayışıdır... Uluslararasılaşmadan çıkan, “Suriye’de ABD’nin varlığı Kürt hareketinin çıkarına olduğuna göre Ankara-Şam yakınlaşması olumsuz olur” gibi, “Kürt ülkesinin Akdeniz’e uzanması” gibi akıl yürütmelerdir. Düzeniçileşmenin sonucu olaraksa “CHP’nin Türkiye ittifakı söyleminin mi, AKP’nin bölgesel asgari ücret niyetinin mi daha fazla yarar sağlayacağına” bakılır. Burada kitle mücadelelerinin rolü düşüktür. Diplomatik hamleler ve güç dengesi hesapları ön plana geçmiştir. Amerikalı komutanlarla teşriki mesai militanca bir politik angajmanı öğütmektedir.
Eski barış veya çözüm sürecine asıl enerji veren, bunlar değil, “analar ağlamasın, akan kan dursun” olmuştu. Kitle hareketi önemini koruyor, genç ve yoksul Kürtler özgürlük kavgası olarak hissettikleri bir mücadeleye angaje oluyorlardı. PKK heyetlerinin gösterilerle ülkeye dönmesi, yüzbinlerin buluştuğu Newroz mitinglerinde mesajlar yayınlanması bu ortama uygun düşüyordu. Barış sürecinin tıkanıklıkları sık sık kan dökülerek açıldı.
Bugün farklı bir yerdeyiz ve bu nedenle yeni çözüm sürecinin merkezine oturtulacağı anlaşılan yeni anayasa gündeminin heyecanı da sınırlı kalacak. Tarikatlar, fırsat bu fırsat, şeriata doğru güçlü bir adım daha atma olasılığına sarılır. Kürtçülük kendisine açılacak alana gözünü diker… Bunlar kamuoyunun, toplumsal atmosferin tava gelmesine yetmez. CHP konuyla ilgilenmek zorundadır elbette. Çünkü ABD projelerine kayıtsız kalamayacaktır. Çünkü cumhurbaşkanı seçimi gelip çattığında anahtarın Kürt seçmeninde olduğunun farkındadır. Ama bu bir mecburiyettir. Atmosfer oluşumu için bu da yetmez.
Anayasa toplumda önemli bir karşılık uyandırmayacak, reyting yapmayacak. Yani olay, son zamanlarda bir Türkiye gerçeği olan, “topluma yabancılaşmış bir egemen siyaset çemberinin” içinde döneceğe benzer. Türk veya Kürt yoksulların, işsizlerin, kız kardeşleri durmaksızın katledilen kadınların, iş “kazaları” yüzünden kelle koltukta çalışan işçilerin, geleceksiz ve barınaksız gençlerin, bunca derdi bir kenara bırakıp “yeter ki şu 12 Eylül anayasasından kurtulalım” diye 12 Eylülden beter bir iktidarın dolmuşuna binmeleri beklenmemelidir. Kürt toplumunda ise “bütün bunlar Sur müteahhitleri için miydi?” sorusunun kendini hissettirmesi için zemin vardır.
Gelişmelerin hangi düzen partisine yazacağı hakkında çok şey söylenebilir. Ama düzen siyasetinin topluca yabancılaşmış hali emekçilerin ve cumhuriyetçilerin önüne bir olanak çıkartmaktadır. Sol bu gündeme cesaret ve iddiayla yaklaşmak zorundadır. Eninde sonunda ısıtılan, çoktan bayatlamış bir yemektir. Patronların ve imamların yarattığı Cumhuriyet enkazının üstünde ne toplumsal barış, ne Kürt çözümü, ne yeni Anayasa dikiş tutar.