"Kapitalizmi eskiden sadece ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmekle itham etmek bize yetiyordu, bugün görüyoruz, yaşayabilmek için bizi hayvanlaştırıyor."
Geçtiğimiz haftalarda ülkede uzunca bir süredir derinleşen çürüme zincirlerinden boşanmış gibi sökün etti, çürümenin sonucu olan pislik sardı her yanı. Gizlenecek yanı kalmadı, evlerinizin kapısının atlından, göz bağlarınızın boşluklarından, tıkadığınız kulakların kıvrımlarından sızdı. Potansiyel kirlenme yıllardır birikiyordu zaten, bunu gündelik hayatın her alanında hissediyordunuz. Sizden ırak, başkalarına yakındı belki. Rahattınız. Başlarda beyaz camdan izleyip “vah vah” çekip, sonrasında kendi mahrem alanınıza kaçıyordunuz. Dışarı çıkıyor, sadece aşina olduğunuz bir çevre içinde aşina olduğunuz, ve size tehdit yöneltmediklerinden emin olduğunuz insanlarla görüşüyordunuz. Kapıda hayvanlar dolaşsa da siz kapıyı kilitliyor ve kendi özel alanınızda huzursuz edilemeden yaşıyordunuz. Zihin ile beden farklı yerlerde bulunabilirdi, siz burada zihniniz başka yerde olabilirdi. Kapıyı kapattığınızda bile zihniniz giderek kirliliğe pisliğe batmış bir ülkenin yıpratıcı ve yorucu gündeminden azade bir oasise, vahaya erişebilirdi. Zihninizi dijital ve görsel iletişimin yardımıyla küçük dünyanızın güvenli sahillerinde tutabilirdiniz. Amma velakin olmadı. Tam tersine bir süreç kapattığınız kapıyı yıktı, içeri daldı ve benliğinizi, zihninizi ele geçirdi. Fark ettiniz artık, güçlünün ayakta kaldığı bir ormanda yaşıyorsunuz.
Erich Fromm bir yerlerde yaptığı bir konuşmada insanın aslında doğa tarihi içinde bir “ucube” olduğunu söylemişti.1 İnsan hem bir hayvandır hem de kendisinin bilincinde olan tek hayvandır. Bu ikisi arasında kaçınılmaz bir gerilim vardır her zaman. Bu gerilimin kendisi insanın durduğu yerde sürekli olarak durabilmesini imkansız kılar. Her gerilim gibi bu da hareketi yaratır, her çelişki gibi kendisini çözmeye iter özneyi (çözebilir, çözmez; bu ayrı bir konu). Bu anlamda insan iki yönden birine gider zorunlu olarak. Hangi yöne giderse gitsin eni konu yaşamı iyi ya da kötü aşmak zorunda kalır. Geriler ve hayvani köklerine geri döner. Öldürerek, hayvanlaşarak aşar yaşamı. Ya da ilerler, bağlanmanın, toplumsallaşmanın yolunu üreterek bulur. Ortaklaşarak, yaşamı kutsayarak aşar yaşamı. İyi yaşamı üretemezse kötü yaşamı üretir. İkisinin arasında bir gri alan yoktur aslında.
Fromm her dediğine katıldığım bir psikanalist değil, ama yukarıda aktardığım görüşleri ilginç ve değerli. İnsan ilerlerken birlikte yaşayarak, toplumsal bir şekilde yaşayarak ve başkalarının yaşamını değerli görmeyi öğrenerek ilerler. Elbette tarım devriminden bu yana sınıflı toplumlarda yaşadı insan, ve gerileme dinamikleri de en az ilerleme dinamikleri kadar güçlü oldu. Bazen toplumsal olandan doğal olana doğru savruldu, hayvanlaştı. Sınıflı toplumlarda onu bu yöne iten güçlü nedenler vardı. Açlık ile tokluğun, zenginlik ile sefaletin, siyasal hükümranlık ile sürekli köleliğin aynı anda, hem de birbirlerinden çok da uzakta olmayacak bir şekilde bir arada bulunduklarını gördü. Bu durum hem güçlüyü, zengini hem de güçsüz ve yoksul olanı bitmeyecek hayvani bir mücadeleye itti. Ahlaki, geleneksel ve dinsel kurallar herkesin bulunduğu yeri kabul etmesini sağlayacak çerçeveyi ve sahte bir barışı yaratmaya çalıştılar, ancak nafile. İnsanı hayvanlaşmaya iten, yaşamı yok etmeye iten etmenler ne tanrılar ne de gelenekler tarafından yok edilebildiler. Muazzam sanatsal, mimari, edebi ve yaşamsal yaratıma rağmen yakınımızda olan ve pusuya yatmış hayvanlığı besleyen gözle görünür güçler her zaman oldular. Zenginin bitmeyen açlığı, yoksulun bitmeyen hasedini ve nefretini yarattı. Zenginin açlığı yaşamı yok ederken, yoksulun akıl dışı öfkesi yaşamı aşındıran ve yaşanılmaz kılan bir gizli çağrıydı her zaman. Güçlünün pervasızlığı bedenleri çürüten bir esareti getirirken esir olanın çoğunlukla içine attığı öfke ve utanma bir anda patlayan, ve esasında kendi türdeşini, (güçlüye gücü yetmediği için) başka bir fukarayı yakan hayvani bir kine dönüştü çoğu zaman. Zenginlikten daha fazlasını, gücün daha çoğunu isteme Fromm’un bahsettiği gibi yıkıcı, hayvani bir isteğe dönüşegeldi; ilerletici akıl yerini aklı yok sayan, onu kıran hayvani bir hedonizme bıraktı.
Utanmak yerine yüzsüzlük, çekinmek yerine saldırmak, yeter olanla yetinmek yerine her şeye sahip olma güdüsü, kendini mutlak olarak anlamlandırmak yerine sürekli başkalarına bakmak ve fesatlanmak, paylaşmak yerine giderek fazlasına el koymak; eğer Fromm’un bahsettiği birinci yoldan gidilirse insanlığın bedenini saracak hastalıklardır. Çürüme bireysel değil toplumsaldır. Bu çürümeyi engelleyecek tüm mekanizmalar çökmüş, tüm kamusal denetim mekanizmaları aşınmış demektir. İnsani varoluşun anlamı tasarlamaktan, iyiyi yaratmaktan, ortakça yaşamaktan, derinleşmekten arınmıştır artık; biyolojik bir varoluşsal kavga, pür hazzın, keyfin, sahip olmanın belirlediği çarpık ve “ucube” bir didişme, ormana dönüşmüş toplumda yaşanan derin bir güvensizlik ve şizofrenik bir yalnızlık hayvanlaşmaya atılmış adımlardır.
Kamusallık işçi sınıfının burjuvaziden zorla kopardığı bir ödündü. Burjuva toplumu kendisinden önceki toplumları düzenleyen kuralları ve kurumları yıkmıştı, onu ayakta tutacak şey bir tür eğreti kamusallık olmuştu. Bu kamusallığı da bahsedildiği gibi gönülden vermedi, işçi sınıfı söke söke aldı. Gündelik hayat kamusallığın çatısı altında yeniden örüldü. Bu kamusallık, özel/mahrem olandan çalmıyordu (muhafazakâr ve liberal safsataların aksine), tam tersine özel alanı da güçlendiriyordu. Örneğin bireyin başka bir bireyin saldırısına karşı korunması sadece özel alanın korunmasıyla kotarılacak bir şey değildi. İnsanın kamusallığının vurgulanması, ahlakın bireysel inisiyatife değil, kamusal alana bırakılması ile mümkündü. Görece zayıf ve kendisini koruyamayacak olanın haklarının korunması sadece tek tek bireylerin korunması, tek tek çocukların korunması, tek tek kadınların korunması anlamına gelmiyordu, toplumun kamusal olarak kendi sağlığını koruması anlamına da geliyordu aynı zamanda. Kısacası özel alan kamusal olarak tanımlanıyor ve özel alana ait haklar, yaşam hakları, insanca ve güvenli yaşama hakları gücünü kamusal alandan alıyordu. Kendini koruyamayacak olanlar kamusal olarak korunmaya çalışılıyordu. Eksik veya tam, en azından böyle bir irade vardı.
Özellikle II. Savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik ve siyasal durum buna izin veriyordu, ve hatta bunu gerekli kılıyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde Sosyalist ve Komünist partilerin güçlü olması, işçi sınıfının örgütlü olması, ve pek tabii ki Sosyalist sistemin sermayenin her türden şımarıklığını ve pervasızlığını baskı altına alan varoluşu, Frommcu anlamda ilerlemeyi sağladı. Hukuk, anayasa, ya da devletin iradi ve idari gücü değildi bunu yaratan, insanların ortak bir toplumsal yaşama duydukları inanç ve özlem bu ilerlemenin gerçekleşmesini sağlayan asli unsurlardı. İnsan, insanlık yolunda epeyi yol almıştı.
Sermayenin karşı saldırısı, Sosyalizmin bir sistem olarak çöküşü, ve sonuçta açık sermaye diktatörlüğü liberal zevatın zannettiği gibi özel olanın kamusal olan karşısındaki zaferine yol açmadı. Kamusallığın yitimi aynı zamanda korunabilir özel alanın da ortadan kalkmasına yol açtı. Frommcu anlamda bir hayvanizasyon, hayvanlaşma sürecini yaşıyoruz şimdi. Artık bireysel ele geçirme, daha fazlasına el koyma, kendisinden güçsüz olanı ezme, güçle orantılı bir şekilde pervasız olma; bunları engelleyecek hiçbir ahlaki, yasal, kurumsal ve idari engel kalmadı. Artık toplum yok, sürü var; toplum yok orman var.
Başka nasıl açıklarız Yenidoğan Çetesi’ni. Sağlık sistemini özelleştireceğiz diye en temel insan hakkı olan bedava sağlık hizmetini ortadan kaldırdılar. Sağlık sektörünü Çarşamba pazarına çevirdiler. Sağlık hizmetini zorunlu kamusal bir hizmet yapan tüm yasal çerçeveyi kafalarına göre değiştirdiler. Hastayı doktora, doktoru hastaya düşman ettiler. Özel Hastane denilen ticarethanenin devletin kasasını soymasına izin verdiler. Mesleki dayanışmayı parçalayıp doktoru para peşinde koşan uzmana dönüştürdüler. Ameliyat için bıçak parası, küçük bir rahatsızlık için bir dolu test, daha fazla yatak ücreti için uzatılmış yatış süreleri, kamusal sağlık kurumlarının özel hastalar ve ameliyatlar için kullanılmaları, yardımcı sağlık elemanlarının bolca sömürülmeleri, yeterliliği olmadığı halde iki oda bir göz yerde açılan çakma hastaneler, hasta üzerinde şiddet, doktora şiddet…Sağlık sistemini tam bir ormana çevirdiler.
Küçücük bebekleri devlet kasasını daha fazla soyabilmek için öldürdükleri iddia ediliyor. Bir tür kabus gibi. Bebek yahu, küçücük; ağlaması bile içimizi burkardı. Onlarınkini neden burkmadı? Nasıl bu hale geldiler? Nasıl bu kadar gözü dönmüş oldular? Ama hasta ruhlular deyip geçmek kolay. Onları bu türden kirli bir kazanca iten sistem ne olacak ama? Fromm işte bu hayvanlaşmadan bahsediyordu herhalde.
Küçük bir kız öldürüldü, cesedi bulundu kendi köyünde. Kaç gün geçti, henüz tam olarak kimin hangi sebepten katlettiğini öğrenemedik hala. Ortaya çıkan şu; nerdeyse bütün aile işin içinde. Devletin sorgu ve ceza mekanizmaları çaresiz kaldı. Kocaman bir kitle küçük kızın nasıl öldürüldüğü ortaya çıkmasın diye uğraştı durdu. Küçük kızın çalınmış ve yaşanamamış hayatı kimsenin umurunda değildi. Fromm’un regresif gerileme momentini yaşadığımız açıktır.
Zaten sorunlu dediler, bir kasapta çalışmaktaymış. Sosyal medya paylaşımları bir tür vahşete hazırlandığını haber vermiş önceden. Hatta daha önce de polis ile yolları kesişmiş. Aynı gün içinde iki genç kadını birden kesti. Ve kendisi de çok vahşi bir ritüelle intihar etti. Ürkütücü olan sosyal medya paylaşımlarına onu öven bir grup erkeğin ortaya çıkması oldu. Yaptığını öven mesajlar pek çoktu. “Sosyal medya” sorumlu dediler. Hadi canım…Fromm’un tanımladığı hayvanlaşma doğrultusunda erkekler ne yazık ki önden gidiyorlar.
İşlek bir cadde veya sokakta gencecik kadına tecavüz etmek istediler. Pervasızlık ayyuka çıkmıştı. İnsanlar da kuzu gibi bakıyorlardı. Kendilerinden iri iki başka erkek gelince sindiler, korktular. İnsan davranışı değil bu; tepkileri bile hayvani. Zayıf olan kendisinden güçlü olandan korkar, kendisinden zayıf olana saldırır. Fromm haklı galiba.
Babası zengin, kendisi de zengin bebesi. Babası iktidar partisinden bir vakitler aday da olmuş, sağlam yere konmuş. Babasıyla birlikte pahalı, gösterişli arabalarında yol alırken sirenleriyle sinyal veren bir ambulans yol istemiş. Vermemişler, dahası ambulansı durdurup gerçekten hasta var mı diye kontrol etmişler. Gerçekten içinde acil bir vaka varmış. Bu arada ambulans görevlilerine de hesap sormuşlar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi pahalı, gösterişli, ensesi kalın arabalarına binip gitmişler. Ambulanstaki acil vaka ölseydi kim suçlu olacaktı? Kimseden hesap sorulmamış tabii ki. Bugün Fromm’u yad ettik hep.
Yukarıdaki örnek olaylarda kurbanlar; bebekler, çocuklar, kadınlar, yoksullar, çalışanlar; kısacası zenginleşenlerin giderek yüzsüzleştikleri ve güçlendikleri, gücü her türden yağma hakkını hayata geçirmek için kullandıkları bu toplumda kendini koruyamayanlar. Yukarıdakilerin gözü dönmüşlüğü artık toplum olmayan bu sürüye güçlü olanın her şeyi yapabileceği izlenimini vermektedir. Böylece en güçlüden en güçsüze doğru akan bir şiddet sarmalı ortaya çıkmaktadır. Kuralsızlık, empati eksikliği, ahlaki yozlaşma, yalnızlaşma, şizofrenik eğilimler, içinde her türden psikosomatik rahatsızlığın fink attığı bir sürü. Fromm’un skalasında geriye gitmenin, biyolojik hayvani yanımıza doğru yakınsamanın yansımaları bunlar. Kapitalizmi eskiden sadece ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmekle itham etmek bize yetiyordu, bugün görüyoruz, yaşayabilmek için bizi hayvanlaştırıyor.