Kimi kesimlerin 'bir binsek çok rahat edeceğiz, tabanlarımız yürümekten patlamayacak, terleyip üşütmeyeceğiz' diye imrenerek baktıkları AraBa gerçekte yoktur.

AraBa Sevdası, koltuk krizi, kayıp zamanın ardında geçen yıllar

Edebiyatçılara bakılırsa Recaizade Mahmut Ekrem’in türünün ilk örneklerinden sayılan romanıdır Araba Sevdası. Genel kanı, romanın Tanzimat batıcılığını eleştirdiği yönündedir. Tanzimat batıcılığı dediğimiz ise özü kavramadan şekle takılmakla eşanlamlı kullanılagelir. Haklı olarak “Şimdi durup dururken bu mesele nereden  çıktı, bu emekli diplomat, neden boğulacağı besbelli edebi sularda yüzmeye hevesleniyor?” diye sorabilirsiniz. Bakalım aşağıdaki satırlarda bu sorulara doyurucu bir yanıt verebilecek miyim?

Geçen hafta, ülkenin fırtınalı gündemi içerisinde bir ziyaret dikkatimi çekti. AB İçişleri Komiseri Johansson Türkiye’ye geldi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve İçişleri Bakanı Soylu’nun yanında Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay’la da görüştü. Ne görüştüğü çıkan tek tük haberde özetle şöyle yazıyordu: “Görüşmelerde 25 Mart 2016 tarihli Türkiye-AB Göç Mutabakatı ele alındı. Bunun yanında vize serbestisi, Gümrük Birliği’nin genişletilmesi ve terörle mücadele gibi önemli konular da gündeme geldi.”

Filmi geri saralım. 2020 yılında Türkiye ile AB arasında çok gerilimli dönemler yaşandı. Oruç Reis denize açıldı, donanma takip etti. Türkiye’yi yönetenler “Gunboat diplomacy”den1 örnekler sergilediler, kimi AB ülkeleri de buna karşılık verdiler. Türkiye’nin başındakiler bununla da yetinmedi, bu kez “loaded autocar diplomacy2 diye adlandırmayı tercih ettiğim ve yukarıdakine oranla dünya tarihinde örneğine çok daha güç rastlanabilecek bir başka yöntem de kullandılar. Otobüslere doldurdukları göçmenleri azap askeri gibi Yunanistan sınırına boca ettiler. Onbinlerce insan gaza boğuldu, yaralandı, birkaç kişi yaşamını yitirdi. Bu “harekatı” düzenleyenler, kendine insan diyen her canlının ömrünün sonuna dek utanması gereken bu eylemle böbürlenmeyi, “onyüzmilyon bin kişi” karşı tarafa geçti benzeri iddialar ileri sürmeyi de ihmal etmediler.

Sonra bir baktık ki bu yılın başında sular durulmuş, Merkez Bankası’nın boşalan kasası gibi tepeleme göçmen yüklenmiş otobüsler de çoktan boşalmış, Oruç Reis Antalya Körfezi’nin sakin sularına dönmüş. Mart ayındaki AB Zirvesi’nin hemen ardından AB Konseyi’nin Başkanı eski Belçika Başbakanı Michel ve AB Komisyonu’nun Başkanı Von Der Leyen’in Ankara’ya gelecekleri açıklanmış. Ankara kriterleri diye yeri göğü inletenler AB’ne üyeliğin yüksek erdemlerini anlatan kasetlerini çalmaya başlamışlar.

Nisan’la gelen bahar Michel ve Von Der Leyen’in ziyaretleriyle çiçeklenecekken bir koltuk krizi yaşandı. Belçika siyasetinde nezaket yoksunluğu yakından bilinen Michel koltuğu kaptı, Von Der Leyen kanepeye iliştirildi. 

Bu noktada bir parantez açmazsam rahat edemeyeceğim. Koltuk krizi Türkiye ve dünya basınında çok tartışıldı. Türkiye’yi yönetenlerin yıllardır özenle biriktirdikleri antipati kapitalinin de etkisiyle, İstanbul Sözleşmesi’nden girildi, İslamcılığın kronik kadın sevmezliğinden çıkıldı. Türkiye’deki sözde muhalefet de artık alıştığımız sığlık ve cehaletini ortaya koyarak oklarını olağan şüpheliye çevirmenin kısa süreli keyfini yaşadı. 

Oysa meselenin Türkiye’yle ilgisi olayın Atatürk Orman Çiftliği’nde yasalara aykırı olarak inşa edilen ruhsatsız bir binada yaşanmasından ibaretti. İzah edeyim: Diplomasinin en hassas alanlarından biri üst düzey ziyaretlerin organizasyonudur. Son derece istisnai durumlar dışında diplomatik ziyaretler belirli bir hazırlık sürecinde düzenlenir. Ziyaret edilecek ülkeye mutlaka iki üç gün önceden ön heyetler gider, havaalanında kim karşılar, konvoy kaç araçtan oluşur, kim hangi arabaya biner, gidilecek yerde kim nerede oturur belirlenir. Bu konuda bazen sert tartışmalar da olur ve ön heyetlerin seviyesinde çözülemeyen meseleler siyasi iktidarlara iletilir ve çözüm orada kararlaştırılır. Başka bir deyişle ziyaret başlamadan bu önemli ayrıntıların tümü çözülür. Son dakikada bir taraf daha önce uzlaşılmayan bir şey yaparsa ziyaret tehlikeye girer. 

AB liderlerinin ziyareti öncesinde de bu hazırlıkların yapıldığını biliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki AB Konseyi’nin protokolcüleri sonradan “skandal”, “kriz” gibi sözcüklerle tanımlanan bu düzenlemeye onay vermiş, AB Komisyonu’nun görevlileri ise ya sessiz kalmış ya da sürece katılmamışlardır. “Sen akepeyi savundun!” diyecek de olsanız, protokol bakımından bu krizde Türkiye’nin kesinlikle kusuru olmadığı notunu buraya düşerek bu bahsi kapatıyorum.

Meselenin özüne dönersek, AB liderlerinin ve onların hemen arkasından AB İçişleri Komiseri’nin ziyaretinin görmeyi bilen gözlere göstermiş olduğu gerçek Türkiye’nin AB’ye bir üyelik sürecinden söz edilemeyeceğidir. AB burjuvazisi Türkiye’deki uzantılarının iktidarına iki görev vermiştir. 

Bunlardan birincisi ucuz üretim/montaj üssü olmaktır. Türkiye burjuvazisi ve onun atadığı yöneticiler bu görevi hakkıyla yerine getirmekte, reel ücretleri her geçen gün düşürerek, sendikalaşmayı türlü yollarla ama en çok da sendika kurumunun içini tamamen boşaltmak suretiyle engelleyerek, her türlü işçi direnişine kolluk kuvvetleriyle müdahale ederek, grevleri yasaklayarak ülkeyi bir emekçi mezarlığına çevirmekte ve bununla övünmektedir. Bu gerçeği göz ardı edip AB’den toplumsal/demokratik hakların geliştirilmesi için yardım beklemek en nazik şekilde  “gaflet” olarak tanımlanabilir. Bana göre önünde sonunda karara bağlanacak olan Gümrük Birliğini genişletme/derinleştirme pazarlığını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Aynı kapsamda konuşulan “vize serbestisi” sorunu ise tam da bu nedenle mahşere kadar çözülmeyecektir.

İkinci görev, emperyalizmin, savaşa ve açlığa mahkum ettiği kitlelerin göç dalgalarını durdurmaktır. Türkiye burjuvazisi bu bekçilik görevini de başarıyla yerine getirmekle kalmamakta, bir yandan bu amaçla AB’den fon hortumlarken, bir yandan da bu kitleleri sudan ucuz, güvencesiz, sigortasız emek kaynağı olarak da acımasızca sömürmekte, bir yandan yurtdışındaki servetini şişirirken, kendisine bu olanağı sağlayan baskıcı rejimi de finanse etmektedir.  

Türkiye’ye 1950’li yıllardan itibaren NATO çerçevesinde verilen “Reel Sosyalizme karşı jandarmalık” görevinin 21. yüzyıla uyarlanmış hali budur. Türkiye’nin düzeni o yıllarda bir jandarma karakolu olarak dizayn edilmiş, şimdi değişen koşullar doğrultusunda AB dişlilerine düşük maliyetle ve kesintisiz ara malı üretilen bir çalışma kampına dönüştürülmüştür. Bu yapıdan özgürlük de demokrasi de refah da çıkmaz. Daha açık bir deyişle, kimi kesimlerin “bir binsek çok rahat edeceğiz, tabanlarımız yürümekten patlamayacak, terleyip üşütmeyeceğiz” diye imrenerek baktıkları AraBa gerçekte yoktur. AraBa sevdası, maraz ve vuslatı gerçekleşmeyecek bir aşktan ibarettir.

O halde, Türkiye’nin politik ve kültürel olarak ayrılmaz bir parçası olduğuna kesinlikle inandığım Avrupa’da yerini alması için öncelikle bu yapının çatlaklarının sıvanması değil yeniden ve bir başka bakışla, sosyalizmin yapıtaşlarıyla inşası gerekir.  Bu da ulaşılması mümkün olmayan bir hedef değildir. Direnmek, örgütlenmek ve daha da iyisi örgütlenerek direnmek önkoşuldur. “Muhtaç olduğumuz kudret” ise büyük insanlığın tarihsel mücadele mirasında mevcuttur.

  • 1. Savaş Gemisi diplomasisi: Bir ülkenin bir başka ülkeye baskı yapmak için savaş gemileri kullanarak yaptığı güç gösterisi.
  • 2. Doldurulmuş otobüs diplomasisi: Bir ülkenin bir başka ülkeye baskı yapmak için çaresiz sivilleri otobüslere doldurup sınırlara sürmesi.