ABD’deki seçim kampanyasının bir de misafiri var. İki yüzyıl önce Avrupa’nın üstünde dolaşan “hayalet” bu kez yalan yanlış bir bağlamda olsa dahi ABD semalarında geziniyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni Başkanı 5 Kasım 2024’te belirlenecek. O gün tahminen 160 ila 170 milyon civarında seçmen ABD Başkanlığı’nda Cumhuriyetçi aday Trump’ı mı, Demokrat parti adayı Harris’i mi, yoksa bağımsız etiketli Robert F. Kennedy’yi mi görmek istediklerini sandıkta ifade edecekler.
Sondan başlayalım. ABD’de Başkanlık seçimlerini bağımsız bir adayın kazanma olasılığı yok. Yanlış bilmiyorsam bunun tarihte bir örneği de mevcut değil. Bağımsız aday Kennedy Jr.‘ın siyasi çizgisine ve sergilediği kişilik özelliklerine bakınca seçilme şansının olmayışından üzüntü duymanıza da gerek kalmıyor.
Yarışın Trump ile Harris arasında geçeceği kesin. Bundan bir buçuk ay kadar öncesine, Trump’ın rakibinin mevcut Başkan Biden olduğu döneme kıyasla koşullar bir hayli değişmiş görünüyor. 13 Temmuz günü Trump’a yönelik başarısız suikast girişimi gerçekleştikten sonra Cumhuriyetçiler’in seçimi kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakabiliyorduk. Rahatsızlığı sebebiyle konuşma ve yürüme yetisi oldukça sınırlanmış olan Biden’ın ikinci kez başkanlığa seçilmesi neredeyse olanaksızdı.
Başarısız suikast Demokratları bir şekilde “B” planına mecbur bıraktı. Yakın çevresinin gösterdiği dirence rağmen Biden çekilmeye zorlandı ve halen başkan yardımcılığını yürüten Kamala Harris aday olarak belirlendi ve “B” planı “A” planına dönüştü.
Harris’in adaylığı seçim yarışını adeta yeniden başlattı. Demokrat partinin tabanını, özellikle de o tabanının “renkli” bölümlerini hareketlendirdi. Seçime katılma oranının artması, en azından 2020 seviyesinin altına düşmemesi beklentisini güçlendirdi. 2020 yılındaki Başkanlık seçimlerine katılım oranı yüzde 67’yi bulmuştu. Bu 1900 yılındaki seçimlerden sonra kaydedilmiş en yüksek orandı. Demokratların hesabı bu kez de yüksek oranlı bir katılıma ulaşmak.
ABD’nin yüzyıla yaklaşan siyasal ve kültürel hegemonyası bize bu ülke hakkında birçok şey öğretti. San Fransisco’nun yokuşlarını, Chicago’nun rüzgarını, Seattle’ın kulesini, New York’un köprülerini filan hatmettik çok şükür. Yine de ABD seçimlerinin kimi özgün yanlarını anımsatmakta yarar var.
Başkanlık seçimleri aslında iki turlu bir seçim niteliği taşıyor. 200 milyona yakın seçmenin oyunun çoğunluğunu almak bir anlam ifade etmiyor. Kullanılan oylar eyalet temelinde sayılıyor. Başkanı belirleyen ise “electoral college” adı verilen bir tür ikinci seçmen kurulu. Her eyaletin 538 kişiden oluşan bu kurulda bir oy ağırlığı var. Bu ağırlıklar kabaca nüfusa göre belirleniyor. Bir eyaletin en az 3 oyu garanti. Örneğin düşük nüfuslu Montana’nın durumu böyle. Kaliforniya’nın ikinci seçmen sayısı ise 59. İlke olarak bir eyalette oyların çoğunu alan aday o eyaletin ikinci seçmenlerinin tamamının oyunu almayı garantiliyor. Bunun iki istisnası Maine ve Nebraska eyaletleri. Buralarda ikinci seçmenlerin farklı adaylara oy verme hakları mevcut. Sonuç olarak Başkan seçilmek için 270 ikinci seçmen oyu gerekiyor.
Burjuva demokrasilerinde bir kişinin bir oya denk geldiği ilkesinin çoktandır terk edildiği ve bunun yerine bir lira bir oy ilkesinin aldığı bir olgu. ABD seçim sistemi ise bu garip uygulama sebebiyle ise o birinci kriteri dahi karşılamaktan uzak.
Dönelim yeniden aday performanslarına. Trump bildiğimiz gibi. Ne söylediğini anlamak için İngilizce bilmek yetmiyor. Cumhuriyetçi partinin klasik kanadını tümüyle devre dışı bırakmış durumda. Kendisine seçtiği yardımcı adayı Vance ise Irak’ta savaşmış eski bir asker. Vance son konuşmasında göç olgusunu eleştirirken “New York çeteleri” filmini örnek göstererek ülkedeki İrlanda ve İtalyan kökenli seçmenleri de öfkelendirmeyi başardı! Bu ikili birlikte “sağ popülizm” olarak adlandırılabilecek bir çizgide kampanya yürütüyorlar. Söylemlerinin alıcısının olmadığı söylenemez. Azınlıklara, göçmenlere “tanınan haklar” yüzünden mağdur olduğunu düşünen geniş beyaz ve yoksul kitlelere sesleniyorlar. Bu kitlelerin içinde sendikasız mavi yakalılar önemli bir ağırlık teşkil ediyor. O yüzden de Trump-Vance ikilisi bizde bir dönem Erbakan’ın dilinden düşürmediği “ağır sanayi hamlesi” türünden bir sanayileşmeden yana, çevre adına sanayiye getirilen kısıtlamalara ve mali sermayeye karşı bir söylem tutturmaya çalışıyor. Bunun yukarıda belirttiğim kitle bakımından bir cazibesi var.
Örneğin ABD’nin bir yerinde çevre kriterlerine uymadığı için kapatılan bir kömür madenini yeniden açtığınızda yörede yaşayan bu kitleye geniş doğrudan ve dolaylı istihdam sağlayabiliyorsunuz. ABD gibi ciddi yoksulluğun bulunduğu bir ülkede bu politika çok etkili olabiliyor. Trump bunu daha önceki döneminde yaptığı için, yeniden yapacağına güvenenler çok.
Harris ve yardımcı adayı olarak seçtiği Minnesota Valisi Walz’un kampanya çizgisi öncelikle Biden’ın adaylık ısrarı yüzünden sandığa küstüğü izlenimi veren klasik demokrat seçmeni yeniden kazanmayı hedefliyor. Bu arada Harris’in “renkli” ve kadın olması da ayrı bir propaganda malzemesi. Bilmeyen kalmamıştır ama Harris’in Asyalı, daha doğrusu Hintli kökenleri var. ABD’de bugüne dek politik anlamda çok da öne çıkmayan Güneydoğu Asyalı kitleler bakımından cazip görünen bir özellik. ABD’nin ilericiliği sınıfsallıktan bağımsız gören okumuşları açısından ise, seçildiği takdirde ABD’nin ilk kadın başkanı şapkasını takacak olması bir “sıçrama” olarak kabul ediliyor. Bu arada ABD’deki büyük sendikaların, bu kurumlara pek de sıcak bakmayan Trump’a karşı Harris’e destek açıkladığını buraya ekleyelim.
Bir de demokratların şu meşhur “sol” kanadına bakalım. Her nedense kendisine “demokratik sosyalist” gibi etiketler yapıştırılan Sanders, aynı kesimin “genç umudu” A. Ocasio-Cortez gibi isimlerin toplumun görece ilerici kesimlerini her seçimde bir şekilde Demokratlar’a yönlendirme çabaları Harris’in adaylığından olumlu etkilendi. Biden adayken sadece “bu seçim son seçim” zırvasını yinelemek zorundalarken şimdi Harris’in “ilericiliği”nden dem vurabiliyorlar.
ABD’deki seçim kampanyasının bir de misafiri var. İki yüzyıl önce Avrupa’nın üstünde dolaşan “hayalet” bu kez yalan yanlış bir bağlamda olsa dahi ABD semalarında geziniyor. Komünizm kampanyanın misafir sanatçısı. Trump ekibi, insanların asgari sosyal güvence sahibi olmasını gündeme getiren demokrat rakibini komünist olmakla suçluyor. İlk bakışta anlamsız gelebilir ama söylediğinde doğruluk payı var. Bugün insanların doğal hak gördüğü ve yitirmemeye çalıştığı sosyal güvence, emeklilik, yıllık ücretli izin, 8 saatlik hafta sonu tatili gibi ne kadar kazanım varsa Komünizm’in doğrudan veya dolaylı imzasını taşıyor.
İşin bir de dış politika boyutu var elbette. ABD’de, birçok başka ülkede de olduğu gibi, dış politika tek başına seçim kazandıracak ve kaybettirecek bir alan değil. Bununla birlikte yukarıda anlattığım garip seçim sistemi belirli yerlerde toplaşarak yaşayan kimi azınlıklara eyalet bazında etkili olma kapısını açabiliyor. Bunların başında da Arap kökenli ve Müslüman azınlıklar geliyor. Bunların, Filistin konusunda, yalan da olsa, Biden’a nazaran daha “nüanslı” bir dil kullanan Harris’in çekim alanına girmeleri olası. Kaldı ki, 2016 ve 2020 seçimlerine dayanan verilere göre Arap-Amerikalıların yarısından fazlası kendilerini Demokrat olarak tanımlarlarken, kendisine Cumhuriyetçi diyenlerin oranı yüzde 20’yi zor buluyor. Bütün mesele bunları sandık başına çekebilmekte. Rachida Tlaib, Ilhan Omar gibi siyasetçilerin görevleri de bunu sağlamak.
ABD’deki Yahudi lobisinin etkisi malum. Trump’ın başlıca destekçilerinden Evanjelistler’in Siyonistlerden daha Siyonist oldukları ve kayıtsız şartsız İsrail’i destekledikleri de. Yalnız buradan Yahudi oylarının Trump’a akacağı sonucunu çıkartmamak gerekiyor. ABD Yahudi toplumu hiçbir bakımdan homojen değil. Çok küçük gruplar dışında belki de tek ortak noktaları İsrail’in varlığına verdikleri önem. Ancak bu noktadan itibaren ayrışma başlıyor. İsrail’in soykırım siyasetine ciddi tepki duyan bir toplamın bulunduğu sır değil. Bunların önemli bir kısmı da kuduran İsrail’in kendini imha edeceğinden kaygı duyduğu için ABD yönetiminin Tel Aviv’i dizginlemesi gerektiğine inanıyor. Bu yüzden Yahudiler kimi desteklerse o kazanır deyip işin içinden çıkmak zor.
ABD’deki başkanlık seçiminin sonucu Filistin ve dünyanın diğer halklarının hayatlarını olumlu etkilemeyecek. Bunu biliyoruz.
Diğer yandan hangi aday kazanırsa kazansın ABD’de toplumsal bir huzursuzluk yaşanacağı tahmini akla yakın görünüyor. Trump’ın olası bir seçim yenilgisini kolay kabullenmeyeceğini önceki seçimdeki kalkışmasından belli. Kendisini bir tarikat müridi gibi takip eden silahlanmış milyonlar var. Öte yandan Trump kazandığı ve vaat ettiği gibi kendisini kurumlar ve yasaların üzerinde konumlandırarak siyaset yapmaya kalkıştığı takdirde ABD “müesses nizamı”nın eli kolu bağlı oturması beklenemez. Artık suikast mı olur, başka bir yöntem mi bilinmez. Öyleyse buyurun kaosa!
ABD’de kaosun erdemi kısa vadede dünyaya nefes aldırmak olabilir. Ancak aynı zamanda aklındakileri hayata geçirmek için fırsat bekleyen, kuralsız bir dünyayı çıkarlarına uygun bulan birçok lidere -bu arada bizim yakından tanıdıklarımıza da- geniş hareket alanları açacağını da hatırda tutmakta fayda var. Neresinden tutsak sıkıntı...
Bu sıkıntıyı yazgı kabul etmemek, ABD’nin veya onun yerine oynamaya hazırlanan başka emperyalist devletlerin oyununa gelmemek ise hayatımızı cehenneme çeviren kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması için bilinçlenmekle ve hızla örgütlenmekle mümkün.