Betonları patlatan incir ağacı, kayaların yarıklarından yükselen çamlar gibi direnmek gerekiyor. Yaşamak direnmektir çünkü...

5 Haziran Dünya Çevre Günü: Çiçek böcek derken!

Gezi olaylarının yıldönümünde yine gözümüze sokar gibi dediler ki:

“Mesele, Taksim’deki birkaç ağacın yok edilmesi değildi…”

Bazıları buna itiraz etti, ediyor.

Oysa doğrudur, mesele bütüncüldür.

Bir ağacın, ağaçların, ormanın, denizlerin, göllerin, suların, dağın, taşın ve toprağın kısacası bütün varlıkların bir birleriyle ilişkileri, insan ve diğer canlı türlerinin daha iyi bir dünya ve yaşam için birlikteliği esastır.

Bazıları yine takılacaklardır ama bir kez daha şu “çiçek-böcek” meselesine değineceğim.

Yani doğa katliamına ve çevre sorunlarına...

Zira konu demokrasi, özgürlük, insan hakları, daha adil ve güzel bir dünya için yaşamsaldır. Hatta bunların tümünü kapsar.

İster savunucuları tarafından başlı başına bir “ideoloji” olarak algılansın, isterse sınıfsal bir tahlille farklı dünya görüşleri kapsamında ele alınsın, çevre sorunları, giderek büyüyen krize dönüşmüştür.

Bu bakımdan tüm canlıları ilgilendiren küresel bir sorunla yüz yüzeyiz.

Adına “çevre”, “ doğa” ya da “ekoloji” deyin, konu tümüyle ideolojiktir.

Bu gidişle daha da geniş kitlelerin ilgi alanına girecek ve politikleşecektir.

Dolayısıyla çevre sorunları ekonomik anlamda belirleyicidir ve mücadelesi sınıfsaldır, politiktir.

Mesele, türlerin yok olması ya da azalması, dünyanın kirlenmesi, kaynakların vahşice sömürülmesiyle ilgili değil salt.

Mesele gelecektir, geleceğimizdir.

Yaşamın döngüsü tüm canlılarla, doğayla birlikte sağlanıyor. Tarih ve doğanın bilincine varan insan, o dinginlikte doğayla barışık yaşarken çıktığı iç yolculukta kendini tanıyor. 

Ekosistemde, insan, hayvan, bitki ve var oldukları halde göremediğimiz küçük canlılar, cansız elementler birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı çünkü...

***

Temel olarak da bugün doğayı, çevreyi sömüren, kirleten ve yok eden, vahşi kapitalist sistemdir.

Çünkü sömürü sistemi paradan ve kârdan başka bir şeyi dikkate almaz, almıyor.

Küresel sistem, insan kadar doğayı ve diğer canlıları da sömürüyor. 

İnsanlığın engellenemez tüketim talebi, katlanarak çığ gibi büyüyor. 

Uygarlık, sözüm ona endüstriyalizmle gelişiyor, zenginlik arttıkça mutluluk büyüyor. 

Oysa tam tersi. Kapitalist-emperyalist sistem, özünde insan ve doğa düşmanıdır, onların “ uygarlık”  dedikleri,  her anlamda bütüncül bir yok oluşa sürüklenmektir.

Yürütülen sistem, “gelişme, büyüme, gereksiz tüketim” anlayışı değişmezse, bu hem insanlığın, hem doğanın hem de tüm canlı ve cansızların sonu olacak. 

Dünyamız tarihsel olarak insanlığın binlerce yıllık geçmişine rağmen, büyük ölçüde son 200 yılda kirletilmiştir. Bu kirlenme, son 50 yılda doruğa ulaşmıştır.

Dünyanın 50 yıl sonra kullanılacak doğal kaynakları bile, şimdiden tüketilmiştir.

Dolayısıyla çevre ve doğa koruma mücadelesi veren bazı kesimler, kendilerini sınıflar üstü görme ve gösterme yanılgısına düşseler de sonuç olarak kapitalizm karşıtı olmalıdırlar.

Bu yüzden hem neoliberal düzeni savunup, hem çevre ve doğa mücadelesi yürütmek söz konusu olamaz.

Küçük iyileştirmelerle sorunu geçiştirmeye çalışan sermaye sınıfına yaslanarak, bugün Türkiye’de olduğu gibi toprağı, ormanları, dereleri, suları yağmalayan AKP iktidarının varlığını görmeden, amacını bilmeden çevre mücadelesi yürütülemez.

Yürütenler, halkı aldatmak gibi olumsuz bir niyetleri yoksa eğer, bilgisizdirler ya da büyük bir yanılgı yaşamaktadırlar.

Nitekim vahşi madenciliğe,

Orman katliamına, 

Kanal İstanbul’a

Plansız programsız yanlış yer seçimleriyle HES; RES ve GES’lere,

Taş ve mermer ocaklarına, kısacası doğanın yağmasına, talanına karşı çıkanların iktidar zorbalığına,  polis ve jandarma dayağına maruz kaldıkları, mahkemelere sevk edildikleri ortadadır…

Ülkemizde insan ve doğa sömürüsü özellikle son yıllarda katmerlendi. 

Piyasacı, sermayeci AKP iktidarı doğayı, ekolojik değerleri talan etti. 

Suları çaldılar, dereleri boğdular, dağları delik deşik ettiler, ormanları kestiler, nehirler, göller, denizler, topraklar, soluk aldığımız hava kirlendi... 

Tüm canlıların yaşam alanı bozuldu. 

Yarınımız da, gelecek kuşaklar da harcandı. 

Yediğimiz içtiğimiz belli değil, GDO’lu ürünlerle, katkı maddeleri ve kimyasallarla kanser oluyoruz. 

Kentler çekilmez hale geldi.

Doğal yaşam alanları, korunması gereken hassas özel çevreler bile yağmalandı.

Sistemin ikiyüzlülüğü

Ya sistemin ikiyüzlülüğüne ne demeli? Doğayı koruma amacıyla oluşturulan uluslararası anlaşmalarda bile koyulan imzalar sonradan geri çekiliyor. Kirletenlerin ilk sırasında yer alan ABD, Kanada gibi ülkeler, küresel ısınma örneğinde olduğu gibi uluslararası yaptırımları onaylamıyor.

Sera etkisi sonucu küresel ısınma ve önemli bir felakete yol açacağı bilimsel olarak kanıtlanan deniz sularının yükselmesi konusunda, gelişmiş ülkeler hiçbir önleme başvurmuyor.

Suyun azalmasına aldırmıyor, ormanları yok ediyor, karbon emisyonlarını indirme yönünde ayak sürüyorlar.

Çünkü onlar sürekli üretim, aşırı tüketim ve para istiyor...

Oysa her yıl 15 milyon çocuk hava kirliliği nedeniyle ölüyor.

1,5 milyardan fazla insan temiz içme suyundan yoksun.

Canlı türlerinin beşte birinin 20 yıl içerisinde yok olacağı belirtiliyor.

30, 40 yıl sonra iklim mültecilerinin sayısının, bir milyara ulaşması bekleniyor.

Öte yandan konuyu sömürüden soyutlayıp, gelinen olumsuzlukların devasa büyüklüğüne ve vahşetine bakarak çevreciliğin “geçerli tek küresel kimlik olduğu” yaklaşımı da yanlıştır.

Sonuç olarak bütünsel bir çevre mücadelesini önemsemek gerekiyor.

Çünkü insan ve diğer canlıların hakları, cansız sayılan dağ, taş, kaya tepe benzeri doğal yapıların idamesi yaşamsaldır.

Gidebileceğimiz başka bir dünya yok çünkü.

Peki, ne yapmalı? 

Bu talancı, yağmacı, yaşamı karartan anlayışa, iktidara karşı direnmeli, her türden mücadele etmeli. 

Temel soru şu: 

Çevreyi kim kirletiyor? 

İşin özü sınıfsal olduğuna göre, doğrudan yanıtlayalım. 

Sermaye ve onun iktidarları. 

Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı kesiyor. 

AKP iktidarının ülkenin dört bir yanında sürdürdüğü çevre katliamlarına karşı direniş yükseliyor. 

İnsanlar yaşam alanlarına sahip çıkıyor. 

Çevre mücadelesi giderek daha geniş bir politik alan buluyor. 

Talancı, yağmacı iktidarlara karşı direnişin yolu da bilgilenmek, dayanışmak ve eylemden geçiyor. 

Son yıllarda artan bu duyarlılık hayatın tümüne yansıyor. 

Siyasal örgütlerin yanı sıra sosyal medyada çığ gibi büyüyen gruplar, platformlar,  düzenlenen eylem ve etkinlikler bu yıkıma karşı önemli kazanımlar sağladı. 

Dayanışmanın, katılımın daha da artması, kuşkusuz yıkıcılara karşı mücadelede etken olacak. 

Betonları patlatan incir ağacı, kayaların yarıklarından yükselen çamlar gibi direnmek gerekiyor. 

Yaşamak direnmektir çünkü...