Yazı Dizisi | Saraya Kız Kaçıran 4'lü çete (3)

'Saraydan Kız Kaçırma böyle bir abara dubara ürünü. Saray lastiği 4 adam, Murat Karahan, Suat Arıkan, Caner Akın, Tan Sağtürk, 4 koltukta, 4 koldan 4 farklı nedenle DOB’u kıskaca alma peşindeler.'

Melis Gönenç

Bu operayı islamcıların esas oğlanı Murat Karahan’ın 2018’de genel müdür yapılmasından sonraki sürecin kilometre taşlarından biri olarak görmek gerekiyor. İslamcılar opera ve baleyi mekrûh sayarlar. Yani, dinen yapılması caiz değildir. Oysa, opera ve bale laik cumhuriyetin en önemli kurumlarından biridir. Kapatmaya güçleri yetmediği için, içeriden çürüterek gen haritasını değiştirme peşindeler. 1309 sayılı yasada önemli değişiklikler yapıp, hukuki altyapıyı oluşturmaya çalıştılar.

Esas mesele ise, sahnede olup bitendi. Oğlanın ağzında yuvalanan, yerli ve milli “Türk opera markası” prodüksiyonları, “Zeki Müren” ve son olarak da “Tan Sağtürk” katakullisi söz konusu sürecin değişik görünümlerinden başka bir şey değildir. Saraydan Kız Kaçırma da izlenen çürütme programının ayaklarından biri.

Oğlan “marka” konusunu ikili bir model içinde tanımlamıştı: (Youtube, Aslı Şafak, Marka 2018)

a) Yerli ve milli Türk operalarının bestelenmesini sağlamak.

Yeni bir Türk operası yaratmak. Bugüne kadar birçok denemeler yapıldı ama maalesef dünyada bir Türk operası markası yaratılamadı. Temel neden yerelden beslenememek, unique olamamak.”

b) Yabancı yapıtların en yüksek seviyede icra edilmesi.

Dünya literatüründeki önemli operaları en yüksek seviyede sergileyecek bir opera evi yaratmak.”

Söylediklerinin gerek sanatsal gerekse entelektüel açıdan ciddiye alınır bir tarafı yok. Bilinen Bilkent cehalet ve görgüsüzlüğü. Dikkat edilmesi gereken yönü siyasal açılımları.

(a) şıkkının ne anlama geldiği Troya ve Göbeklitepe facialarında görüldü. Saraydan Kız Kaçırma ise, (b) şıkkının ilk önemli kurbanı olarak kabul edilebilir: “Dünya literatüründeki önemli bir opera”nın yerli ve milli yorumu.

Oğlanın genel müdür yapılmasının da, marka salaklığının da, müzikler eşittir köpüğünün de arkasında, laik cumhuriyetin kültür anlayışı ve kurumlarına karşı yapılmış en büyük saldırı olan 3. Milli Kültür Şûrası (3-5 Mart 2017) kararları vardır. İslamcılar bu şûra ile laik cumhuriyetin kültürel tasfiyesini resmiyete dökmüşler ve bugüne kadar adım adım getirmeye çalışmışlardır.

Biri tak emretmiş: Murat Karahan

Oğlan ile ilgili çok yazdık. Bu işi yapabilecek ehliyet ve liyakata sahip olmadığını, entelektüel görgü ve kültür düzeyinin yetersiz olduğunu, karşılığı olmayan megalomanisinin insan ilişkilerine olumsuz yansıdığı ve bunun da çok ciddi bir yönetsel zafiyet doğurduğunu, PR olmazsa ayakta kalmasının güç olduğunu, akçe düşkünlüğünü, usulsüz işlerini… Ancak, işbirlikçi olmadığını da belirttik. Rengim Gökmen’ler, Yekta Kara’lar, Suat Arıkan’lar gibi sol gösterip sağ vurmuyor. Sağ gösteriyor sağ vuruyor. Kameraların önünde pabuç gibi solculuk, ilericilik, bakan odalarında leş gibi sağcılık yapmıyor. Bu anlamda DOB’un son 20 yılının en “tutarlı” üst yöneticilerinden biridir. İşbirlikçiler onun yolunu döşediler, o da DOB’u liberal-islamcı kampa yem etti.

İşbirlikçilik DOB’u yiyip bitiren ağır bir etik sorundur. Yalnızca bireysel bir sorun olsa, önemi daha az olurdu. Oysa, çok daha geniş kapsamlı bir yıkıma yol açıyor:

a) Öncelikle, DOB’un kurumsal derinlik kazanmasını önlüyor. Gerek sanatçı ve çalışanlar, gerekse yöneticiler kurumsal gelenek ve refleks oluşturamıyorlar. Genel müdür, müdür ve yönetici kadronun çoğunluğunun koltukta kalmak için siyaset kurumunun tepesindekilere yaltaklanma tutumu, onlarla özel ilişki arayışı, siyaset kurumunun DOB’u ciddiye almasını önlüyor. Müdürlerin hemen hepsinin vekâleten atanıyor oluşu, kurumsal kadüklüğün en önemli göstergelerinden biridir.

b) Kurumsal derinliği olmayan bir opera ve balenin sanatsal düzeyi asla yükselemez. Geçici başarıların da devamlılığı sağlanamaz. Saraydan Kız Kaçırma düzeyin nerelere kadar düşebileceğinin çarpıcı örneklerinden yalnızca biri.

c) Etik yozlaşma bir süre sonra akçeli işleri de beraberinde getiriyor. Arkasına siyaset ve basının desteğini alan yöneticiler usulsüz işlemler ile ya bireysel zenginleşme olanakları elde ediyorlar ya da kamu kaynaklarının israfına yol açıyorlar.

d) Bu yöneticilerin basınla kurdukları ilişkiler bu kez de basını çürütüyor. Kurumun sanatsal ve yönetsel sorunlarına eleştirel gözle bakıp, kamuoyu denetimi sağlayacak yazarlar, maddi ve manevi çıkarlar karşılığında kurum yöneticileri ile kazan kazan ilişkisi içine giriyorlar. Sonuç malum.

DOB’un tarihi henüz yazılamadığı için, bu konuların geçmişi, evrimi, değişik siyasal iktidarlar ve dönemlerde yaşananlar ele alınabilmiş değil. Oysa, yalnızca Menderes yılları ve Yassıada süreci bile çok zengin derslerle doludur.

Bu kurumda işbirlikçiler eliyle yaşatılan etik yozlaşmanın star düosu Yekta Kara-Rengim Gökmen’dir. Neredeyse bir ekol oluşturdular. İslamcı iktidarın en cüretkâr projelerinin arkasında bu iki isim vardır. Kimdirler, necidirler, hangi siyasal bağlantılar ile o koltuklara oturmuş, kalkmamak için hangi gemileri yakmışlardır, basın ile ilişkileri, akçeli işleri, islamcılara peşkeş çektikleri yapılar, özel sektör bağlantıları… Hepsini ayrıntılarıyla anlatacağız.

Cumhuriyet tarihinin en karanlık yılları içinde en uzunu olan islamcı dönem kapanmak üzere. Bütün kurumlarda olduğu gibi çoksesli müzik kurumlarında da, CSO’da, orkestralarda, çoksesli koroda ve DOB’da, farklı ölçeklerde olmakla birlikte, küçümsenmeyecek zararlar oluştu. CSO’da olup biteni ayrı bir yazı dizisinde ele alacağız. Hepsinin üstesinden gelinir. Yeter ki, işbirlikçi kadrolar ayıklanabilsin. Çok zor değil, tamamı biliniyor.

DOB’un onun bunun kumpanyası ya da bugün olduğu gibi çoluk çocuğun elinde kariyer atı değil de gerçek bir kurum olabilmesinin tek yolu öncelikle bu işbirlikçi damarın kurutulmasından geçiyor. Eğer DOB’un başında Murat Karahan adlı bir yıkım bulunabiliyorsa, bunun en önemli nedenleri arasında Yekta Kara-Rengim Gökmen adlı bir işbirlikçi ekolün bu kurumu uzun yıllar esir almış olması gelir.

Karahan görevden alınmaktan korkuyor

Oğlanın aklı fikri siyasette. Defalarca söyledi:

Uzun vadede Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı olarak ve bu titrimle çıkıp, dünyanın en ünlü sahnesi La Scala’da konser vermek istiyorum.”(Milliyet, 23 Eylül 2008)

Bir opera sanatçısı neden bakan olmak ister?

Şu Scala’ya bir çıkamadım gitti!

Opera sanatçılığı layıkıyla yapıldığında çok zor bir iştir. Bütün zamanınızı yer. Hele bir de önemli bir isimseniz, siyasetin yanından bile geçemezsiniz çünkü o da 7/24 bir iştir. İkisinin tek ortak yönü söyleyeceğini sahneden söylemektir, o kadar.

Gelin, sondan başlayalım…

Oğlan bu yaz Arena di Verona’da orkestra son derece haklı nedenlerle ve sendika kararıyla greve gidince Aida’daki rolünü tek piyano eşliğinde söylemeyi kabul etmiş. Tam bir komedi! Kendi sanatına saygısı yok. Senfoni orkestrası önünde Zeki Müren söyleyip, zeybek oynayan, Kayahan’a “büyük usta” diyebilen biri elbette tek piyanoyla opera temsilini de yadırgamaz. Ha lüks otel roof’unda piyano eşliğinde yağlı müşteri tatmin etmişsin, ha piyanoyla kostümlü falan opera söylemişsin...! Piyano ile arya söylenir; kostümlü olmaz. Zaten, festival yönetimi de binbir özür dileyerek bilet ücretlerini iade etmiş, turistik amaçlı bir gösteri olarak böyle bir kıyak yapmak istemiştir. Tutumun, İtalyan basınında ciddi eleştirilere konu olduğunu da söyleyelim.

Oğlan bundan bir başarı öyküsü, şişinme devşirmeye kalkmasın mı?!

Öte yandan, liberalizmden aklında tutabildiği tek düstur “Rab bana, hep bana” olduğu için, bir sanat kurumunda birçok insan ve sorun olduğunu, bu nedenle, yöneticiliğin öncelikle dayanışma duygusu gerektirdiğini bilmiyor, anlamıyor. DOB’a bu biçimde yaklaşan, İtalyan orkestrasına nasıl bakmaz ki?:

Elin gâvurunun orkestrasından bana ne! Grev mrev, ben cebime girene bakarım. Şimdi çıkmasak, maazallah, ya yönetim bizi bir daha çağırmazsa?…

Yandaş basında bu vesileyle o bildik PR amaçlı çanak söyleşilerden birini ayarlatmış. Pat diye söyleşinin esas yapılma nedeni olan konuya giriliyor:

Genel Müdürlüğünüzden önce ‘Bir gün Kültür Bakanı olarak La Scala’da konser vermek istiyorum’ demiştiniz. O hayaliniz devam ediyor mu?

Siyasetçi olmak benim çocukluğumdan beri kafamda olan bir şeydi. Dayım İsmet Sezgin’in de etkisiyle. Ama 44 yaşındaki Murat Karahan olarak şunu söyleyebilirim ki, benim en mutlu olduğum yer sahne. Tecrübelerimden bunu edindim. Ama tabi ki yanlış anlaşılmasın. Devletim bana bir görev verdi. Bunu da dört senedir büyük bir mutlulukla yerine getiriyorum. Bundan da çok büyük bir mutluluk ve gurur duyuyorum. Bu görevde bulunduğum sürece de Türk opera balesini en yükseğe dünya standartlarına taşımak için de var gücümle çalışacağım. Siyaset bazında konuşuyorum. Genel müdürlük bazında değil. Siyaset mi sahne mi dediğiniz zaman her zaman sahneyi tercih ederim. Mutlu olduğum yer sahne.” (Hürriyet, 26 Temmuz 2021)

Oysa, bu ilk değil. İki ay önce, bu kez ekranda, yine yandaşlarda, tesettürlü bir sunucunun PR programında söylüyor:

Bugün bana sorsanız, siyasetçi mi, sanatçı mı olmak isterim, diye, yüz kere sanatçı olmak isterim.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Billahi de bakanlıkta gözüm yok; beni görevden almayın!

Allah, Allah, birdenbire, “Vallahi de billahi de bakan olmak istemiyorum, genel müdürlüğü kutsal görev kabul ediyorum” yakarışı da nereden çıktı?

Eşzamanlı olarak, yurtdışı işlerini kendi adına değil, artık devletinin şerefi ve tanıtımı için yaptığı ayaklarına da yatmaya başladı:

Ben sahnede aldığım alkışları artık Murat Karahan olarak kabul etmiyorum, Türkiye adına, ülkem adına kabul ediyorum, bir Türk sanatçı olarak kabul ediyorum. Her tanıtımda mutlaka Türk tenor sözünü yazdırıyorum. Çünkü bir Türkün bunları yapabilmesi çok önemli.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Aynı anda, daha bir yıl önce, “ben artık dünya starıyım, kimseye muhtaç değilim” postası koyduğu Hıncal Abi’sine yeniden yanaştı. Hıncal Abi’nin işi zaten PR:

Murat Karahan… çok sevgili İsmet Ağabeyimin (Sezgin) yeğeni… Konservatuarı bitirdiğinde beni aramış,

“İşin bana düşen kısmı bitti, Hıncal” demişti.

“Yeğenim artık sana emanet!” Yeğen, bana hiç ihtiyaç duymadan dünya çapında bir tenor oldu. Kısa zamanda…

Dünyanın 1 numaralı opera festivali, Verona, onunla açılır kapanır oldu. Bolşoy, Scala dahil çıkmadığı sahne, seslendirmediği başrol kalmadı. Ülkemin gururu oldu.” (Sabah, 1 Temmuz 2021)

Murat işte dünyanın en ama en ünlü opera ve balesi, Moskova Bolşoy’da üç gece Tosca’dan Cavaradossi’nin aryasını okuyacak, düşünebiliyor musunuz… Murat ülkemizin gururu ve en büyük kültür elçisi…” (Sabah, 11 Eylül 2021)

Bunların hiçbiri tesadüf değil.

Oysa,“Hıncal Abi”si  bir yıl önce bakın neler yazıyordu:

... [Genel müdür olma] Amacı da makam falan değil, benden ve herkesten gizlediği, bitmez tükenmez, hırsı ve ihtirasını tatmin etmekti.
Genel Müdür olur olmaz, Devlet Opera ve Balesi, sadece Murat, Murat Karahan için çalışmaya başladı.
Troya'yı kendi adamlarına yazdırdı, kendi adamlarına besteletti.
354 kişiyi sahneye çıkardı. Kendisi başrolü oynadı. Troya fiyasko oldu. Doğru dürüst temsil bile edilmedi ama, Murat yeni edindiği dostlarına hep olumlu şeyler yazdırdı.
TRT başta, önemli kanalları da ele geçirdiği için, her ama her şeyi kendi reklamı için kullandı.
...Ve bayramda Murat reklamları doruk yaptı. Corona günlerinde, Antalya Opera Orkestrası'nı Denizli Antik Hieropolis Tiyatrosu'na, adeta zorla ve emirle taşıdı. Orada çaldırıp alaturka şarkılar söyledi. Sonra hazırlanan kaydın servisi başladı.
TRT kanalları başta, kaç kanalda yayınlandı bu konser sayamadım.
Ama Murat Karahan'ı Genel Müdür atayan ve bugüne dek yaptıklarını görmezden gelen Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un müfettişleri soruşturmalı ve öğrenmeli... İsmet Ağabeyimin büyük hatrına rağmen, Murat'la artık konuşmuyorum. Ama Sayın Bakan Mehmet Nuri Ersoy benimle konuşmak isterse, ona anlatacağım çok şey var...” (Sabah, 28 Mayıs 2020)

Dünya starı mı?

Soru şu: Oğlan anlatıldığı ölçüde bir dünya starı ise, neden genel müdür olmak istesin ki? Devlet memuru maaşından ne olur? O çapta bir star bu parayı ancak bahşiş olarak verir. Bir kamyon da bürokratik külfet… “Ona kıyak yaptın, bana kelek attın” üzerinden sanatçılar ile papaz olmak da cabası.

O halde, ya anlatıldığı gibi bir dünya starı değil, ya da işin içinde başka bir iş var.

Hıncal Abi’sinin sözünü ettiği “hırs ve ihtiras” doğrudan para ile ilgili. Genel müdürlüğü usulsüz bir dizi işlem ile cebini doldurmak için kullandığı ve bu yüzden soruşturma geçirdiği, aynı nedenle GSGM (Güzel Sanatlar Genel Müdürü) Murat Salim Tokaç’ın görevden alındığı biliniyor. Oğlan gerçekten ölçüyü kaçırdı. (Saray’da Gazelhan, DOB’da Karahan, soL Haber,  26 Mayıs 2021)

İşte, bu nedenle, görevden alınırım korkusuyla Hıncal Abi’sinin ayaklarına düştü:

                                        “Ben ettim sen etme!”

Hıncal Abi’si hiç eder mi? Hemen PR’a başladı; “… Bolşoy, Scala dahil çıkmadığı sahne kalmadı.” , “…en büyük kültür elçisi.” Hıncal Abi’si magazin basınından gelmiş olduğu için PR işlerini bilir. Her magazinci gibi PR ile gazeteciliğin eşanlamlı sözcükler olduğunu düşündüğünden, gazetecilik etiği konusuna yaklaşımı da bilinen ilkelerin epey dışındadır. PR işinden sıkı ekmek yemiş nadir isimlerdendir.

Çoksesli müzik dünyası ile ilişkisi de PR eksenli olduğundan, müşterisi çok olur. Örneğin, uzun yıllar Rengim Gökmen’in şeyhliğini yaptığı Gökmenî Tarikatı’nın basın imamlığı görevini ifa etmiştir. Elbette, hayrına…

İsmet Ağabey oğlanı boşuna ona emanet etmemiş. Bir Ağabey okulu bitirtmiş, bir Abi de star yapma işini üstlenmiş. Ama oğlan Abi’nin PR’ına gerek kalmadan dünya starı oluvermiş, hem de kısa sürede.

Öykü güzel, değil mi?

Yalnız ufak bir sorun var: Oğlan, Hıncal Abi’sinin çıktığını söylediği “dünyanın en ünlü opera sahnesi” La Scala’ya çıkamadı. Ne de Metropolitan’a. Paris Operası’na da. Covent Garden’a da..! Opera dünyasını bilenler bu isimlerin ne anlama geldiğini anlarlar. Liste uzayıp gidiyor. Madem “dünyanın en ünlü opera sahnesi” La Scala ve oğlan oraya çıkamadı, Hıncal Abi’si sorunu PR yöntemi ile çözer: Bir de “dünyanın en ama en ünlü opera sahnesi” var: Oğlanın çıktığı Bolşoy.

Hıncal Abi’si bilmeyebilir; yüksek sanatlar magazine, popa, topa benzemez, PR ile bir yere kadar gelebilirsiniz. Ölçüsüz üfürürseniz, sanatçıya da zarar verirsiniz. Yukarıda adı geçen sahnelere çıkan diğer sanatçılarımız için neden bu tarz PR yapılmıyor da, çıkamamış oğlan için yapılıyor?

Daha önce oğlanın sanatsal koordinatlarını yazdık, bu konuya dönmeyelim. Çok kısaca; hacimli, parlak bir sesi var, rengi de hoş, müzikal düzeyi de iyi. Hayran olabilirsiniz ama büyülenmezsiniz. Çünkü gırtlak derinliği yok. Ses, ciğer, nefes, ses telleri gibi somut, fiziki unsurların, gırtlak derinliği ise, olgunluk, görgü, stil gibi soyut, kültürel unsurların ürünüdür. Parmak izi gibidir, kimliğinizi belirler. Sesi, güzel, çekici bir ambalajı anımsatıyor. İçine ne koyarsanız koyun müşteri bulur cinsinden. Ama, market müşterisi değilseniz, ambalajdan çok içindekiyle ilgileniyorsanız, o zaman iş değişiyor. Opera söylüyor, alaturka söylüyor, türkü söylüyor, pop söylüyor, hepsinde ambalaj aynı. Yani söyleyemiyor. Çünkü türler ve ekoller arasındaki farkları bilmiyor. Güzel bir sesin yeterli olacağını sanıyor. İtalyanlar ses çılgınıdırlar. İtalya’ya hapsolup kalmasının nedeni bu. Üstelik, La Scala’sız bir İtalya’ya. Ama “bel canto“yu yalnızca ses sanmak da yanılgı olur. Bolşoy’a gelince; tamamen Türk-Rus ilişkilerinin türevidir.

21 Şubat 2021’de yapılan MÜZDAK Ses Eğitimi Çalıştayı’nda Ahmet Özhan oğlana bu konuda sıkı bir görgü dersi verdi:

Batı tekniğinde şan çalışmak, bizim müziğimizde koma seslerinin özelliğini yitirmesine yol açar… Piyano aralıklarına kodlanmış bir kulağın Türk müziği dinleyebilmesi, zevk alması mümkün değildir, icra da edemez… Operacı arkadaşlarımız elbette kendi müziklerini [Alaturka Müziği kastediyor] söyleme gayreti içinde olabilirler ama hiçbir zaman bir Bekir Sıtkı Sezgin, bir Alaattin Yavaşça baskılarını bu güzel kardeşlerimizden duymak mümkün değil. Suzidil, şehnaz okuyamazlar; okurlar ama işte öyle olur. Balkanlar’daki hicaz aralığına döner…”

Oğlan deliye dönüyor; nasıl olur da operacı alaturka söyleyemez? Sınırlandırmalar, ayrıştırmalar çok kötü şeyler bunlar… Dedik ya, oğlanın ağır kültür ve entelektüel görgü sorunları var. Bilkentli.

En sonunda çok net bir bilimsel yanıtla haklılığını kanıtlar:

Opera sanatçısı olarak kendi janrımda [alaturka] söylüyorum, hesabını da kimseye vermek durumunda olduğumu düşünmüyorum.”

Elinde tespih, dilinde…, cebinde…

Alaturka söylemesinin meşruiyet dayanağı olarak ileri sürdüğü Münir Nurettin Selçuk konusunda -Münir Nurettin Selçuk’un Paris Konservatuarı mezunu olduğunu iddia ediyor- bilgi fukaralığı bir kez daha ortaya çıkıyor. Münir Nurettin Selçuk hiçbir zaman Paris Konservatuarı’nda okumadı. 28 yaşında gittiği Paris’te bir süre özel dersler aldı. Yaşamının en bilinmeyen dönemidir. Oğlanın Santa Cecilia Akademisi ile ilişkisi ne ise, Münir Nurettin’in de Paris Konservatuarı ile ilişkisi odur. Aşağıda değineceğiz.

Gerçek olan bir şey varsa, o da oğlanın kültürel sığlığı ve entelektüel görgüsüzlüğünün dünya çapında olduğudur:

Müzik müziktir, az kalite, çok kalite olmaz.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Neyse, konumuz bu değil. Zaten sorun da orada değil.

Bu kadar canhıraş PR’ın, genel müdürlük koltuğunda kalmak için Saray’a yakarmanın, akçeli işler dışında başka amaçları olabilir mi?

Neden, “Amaan, görevden alırlarsa alsınlar, benim gibi bir dünya starına her yerde mama var!” diyemiyor?

Ayrıca, korkmasına da gerek yok; islamcılar görevden aldıkları kendi adamlarına para işleriyle ilgili sıkıntı çıkarmıyorlar ki.

Lakin, genel müdürlük koltuğu ile para arasındaki ilişki iki boyutlu:

a) O sıfatı koruduğu sürece ülke içinde epey para kaldırıyor. Ayrıntıları müfettiş raporlarında var. Hıncal Abi’si bile yazdı.

b) O sıfat yurtdışı işlerinde önemli kapıları açıyor. Devletin diğer ülkeler ile olan kültürel antlaşma ve ilişkilerinden kaynaklanan avantajlı konumlar elde edilmesini sağlıyor. Bu da kolayca paraya tahvil edilebiliyor.

Ama o zaten bir dünya starı olduğuna göre, bu avantajlara neden gereksinim duysun ki?

Karahan İYİ Parti’ye yanaşıyor

Soruyu şöyle soralım:

Opera gibi çok zor bir sanatta, dakikası boş geçmediği varsayılan bir dünya starının, kariyerinin en olgun dönemini sürdürdüğü iddia edilirken, bakan ya da genel müdür olduğu görülmüş, duyulmuş mudur?

Buna ne fiziken ne de ruhen olanak vardır.

Oğlanın o tarz bir dünya starı olmadığı erbabı tarafından zaten biliniyor. Genel müdürlük makamını cebini doldurmak için kullandığı, üstelik kamu zararına yol açtığı da tescillenmiş durumda. Peki, bunların dışında, o makamı ölümüne istemesinin siyasal bir nedeni olabilir mi?

Evet var. Oğlan siyasete atılmak, bakan olmak istiyor. Bu onun fikr-i sabiti. Bunun da en meşru yolu “devlet deneyimi” anlamı taşıyan genel müdürlük koltuğu. Oradaki başarısızlık bakanlık yolunu tıkar. O nedenle, Saray’a, “Vallahi istemiyorum!” diye, basın yoluyla ve bazı aracılarla ciyak ciyak haberler gönderiyor.

İyi de, Saray bundan niye gocunsun ki? Nasıl olsa oğlan kendi askeri değil mi?

İşte, işin düğüm olduğu yer burası.

Oğlan islamcıların siyaseten sona geldiklerini görüyor. O göremese bile Valide Sultan kulağına üflüyor. Her ikisini de İYİ Parti Aydın milletvekili kuzen Aydın Adnan Sezgin ateşliyor.

Üzerine, Saray’dan müfettiş kararına onay çıkması, bakanın oğlanın atama taleplerine red yanıtı, kurum içinde antipatik konumu ve yaklaşan seçime islamcıların vitrin değiştirerek girme zorunlulukları da eklenince, AKP’de kendine olası siyasal alan yaratabilme umutlarının tükendiğini görüyor. Gizlice, dayı yadigârı merkez sağ çizgiye, İYİ Parti’ye yanaşmaya başladı. Kuzen, işi epey kolaylaştırıyor. İYİ Parti’den Kültür Bakanı olamaz mı? Nasıl olsa, Millet İttifakı koalisyon kuracak. İyi de, yerin kulağı vardır. Üstelik DOB’un duvarları kartondan. Saray’da kaşlar çatılıyor. Oğlanda panik:

Billahi siyasette, bakanlıkta gözüm yok. Sanatıma aşığıyım…”

Her önüne gelene Saray ile çekilmiş fotoğrafını gösteriyor:

“Sayın Cumhurbaşkanımızı hiç bu kadar mutlu gördünüz mü?”

Tutun ki, Saray görevden aldı. En fazla, para kaybedecek, bakan olmasına engel mi ki?

Tam olarak öyle değil. Saray için en önemli konu siyasal olan, özellikle yolun sonuna geldiği bir sırada. Para işlerinden kimsenin başına iş getirmedi ama siyaset başka! Oğlan devlet memuru, işe paradan girerler, sonrası maazallah; ismine akçe gölgesi düşerse, bu konulara çok hassas olacak Akşener’i ikna etmek hayal ötesi olur. Ayrıca, daha DOB’u bile yönetememiş, eline yüzüne bulaştırmış, kendi camiasında sevilmeyen biri bakanlık koltuğuna nasıl oturtulur?

Peki, bu oğlanın siyaset saplantısı nereden geliyor? Üstelik, asla böyle bir kumaşa sahip olmamasına rağmen. Nedeni basit: Dil çürük dişe gider.

Ama durun, bu konuya girmeden önce, biraz başa dönelim:

Siyaset çevresinde büyümüş. Babası Ispartalı tüccar bir aileden. Malum, Isparta Demirel’in memleketi:

Devletin içinden gelen bir ailedenim. Babam Ispartalı. Demirel benim kirvem, dayım İsmet Sezgin. Onların elinde büyüdüm ben. Esat Kıratlıoğlu benim Esat Amcam, Nahit Menteşe Nahit Amca… Onların elinde büyümüş olduğum için bürokrasiye ve teamüllere çok yatkın bir tarafım var ve öğrendiğim tek bir şey: Devlet size bir görev verdiği zaman, o görev kutsaldır; o görevi sorgulamak değil, o görevi yerine getirmek esastır.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018)

Saydığı isimler Demirel’in AP’sinin yıllarca bakanlıklarında bulunmuş kişiler.

Bildiğiniz klasik sağ siyasal söylem. Kutsal devlet falan filan… Esas söylemek istediği ise, “Ben Demirel’in, İsmet Sezgin’in ve diğer amcaların kucağında büyüdüm; siyasal kökenim bu, sağlam pabucum. Devlete saygım sonsuzdur.” İyi de, bu, islamcılar için neyin teminatı ki? Neden onu kültür bakanı yapsınlar? AKP’de, Ertuğrul Günay gibi birkaç dönek çıkarılırsa, köken olarak zaten herkes sağcı. Her sağcı da zaten “kutsal devlet” rövaşatası yapar.

Peki, o halde, oğlan neden ısrarla “Demirel-İsmet Sezgin, devlete sadakatimiz engin” deyip, duruyor?

Çünkü arada bir FETÖ dönemi var. Boğazdaki kılçık… FETÖ’cülük devlete tuzak kurmuş uluslararası bir casusluk örgütü olarak tanımlandı ya…

FETÖ’lü yıllar

Karahan hiçbir zaman operanın gerektirdiği asalet ve vakara sahip olamadı. O sanatı sevemedi, çünkü kültürünü ve görgüsünü edinemedi. O yalnızca ünlü ve korunaklı bir yaşam istiyordu. Sahnede şarkı söyleyip, alkışlanmak, ciğerlerini ve ceplerini aynı anda şişirmek istiyordu. Müziğin türünün önemi yoktu, hatta müzik olmasının da önemi yoktu. Zaten müzik konusu çok sonra, siyaset yolu aile tarafından uygun bulunmadığı zaman gündeme geldi.

Bilkent Konservatuarı’na girene kadar hiç opera izlememişti. Konservatuar yıllarında ne kadar izlediği de tartışılır. Çünkü tek hedefi siyasetçi olmaktı. Lise (TED ) yıllıklarına bile geleceğin bakanı olarak yazıldı. Annesinin zoruyla müziğe girdi. Neden uyduruk Bilkent de, köklü Ankara Devlet Konsevatuarı değil? Bu konuya girmeyelim. Yalnızca şunu söyleyelim: Bilkent’in ciddi bir eğitimi yoktu. Sirk çadırı gibiydi. Kuruluş amacı, 12 Eylül faşizmiyle yakın ilişkilidir. Zaten dükkânı da kapattılar zira şan eğitimi öyle caza, popa falan benzemez. Türkiye’de çoksesli müzik ve bale eğitimine İhsan Doğramacı kadar zarar vermiş bir başka isim bulmak çok zordur. Ayrı bir yazı konusu.

Opera sanatına o kadar ısınamadı ki, daha birinci sınıfta bir pop albümü yaptı, iki de video klip çekti. Okulu bitirene kadar, “ben siyaset okumak istiyorum, ne işim var burada?” diye annesine sitem etti. Valide Sultan ne yapsın? El bebek gül bebek şımarttığı çocuğuna, “Oğlum senden siyasetçi olmaz!” diyemeyeceği için, “Bir gün dünya starı olacaksın ve bu söylediklerin için benden özür dileyeceksin” beşiğini salladı. (Operanın Kalbinde Bir Türk, TRT 2, 18 Aralık 2019)

Oğlan son sınıfta, aklı hâlâ siyasette. Bilkent’in, International Affairs and Public Policy (Uluslararası İlişkiler ve Kamu Yönetimi) adlı master programına kaydolur. O sırada Ankara Operası sınav açar. Bizimkinin girme niyeti yok. Bakan olacak. Rol modeli bakan dayısı şarkıcılıktan gelmiyor ki! Yine Valide Sultan müdahale eder. Bu kez, dayı İsmet Sezgin’den de destek alınır:

Oğlum, çocukluğundan beri bizim yanımızda yetişiyorsun ve siyaseti zaten bizden öğreniyorsun. Önemli olan, yaptığın işte zirveye var, sanatçıysan en üst noktaya ulaş, ondan sonra siyaset yaparsın, ondan sonrası kolay.” (Dünya Sahnelerinde Türkiye’den Bir Tenor, TEDx İstanbul, 8 Ocak 2019)

Dayı Sezgin yılların siyasetçisi, Yassıada’da yargılanmış, süngünün metal soğukluğunu, siyasetin nasıl bir kumaş gerektirdiğini bilir. Aklı popta, topta olan muhallebi çocuğu yeğeninin ne kafa, ne de kişilik olarak siyasete uygun olmadığını zaten anlamıştır. Tıpkı Valide Sultan gibi. Ama ne yapsın, “Sen hele ünlü sanatçı ol, siyaset ondan sonra” beşiğini de o sallar.

Oğlanı, dayının ve annenin ikna edici sözleriyle Ankara Operası’na yerleştirirler.

2016’da Hakkın rahmetine kavuşan dayı nereden bilebilirdi ki, oğlan onun bu sözlerini vasiyet kabul edip, ünlü sanatçı ve genel müdür olduktan sonra, “Eh, artık bakan olmamın önünde bir engel kalmadı” diyecek?

Dayım İsmet Sezgin benim rol modelim.

Zavallı Karahan, asla mücadele insanı değildi, hiçbir şeyi tek başına başaramadı. Tam bir lapacıydı. Hayatta her şeyin torpille, telefonla halledilebileceği bir şark dünyası algısına sahipti. Dayısı İsmet Sezgin önündeki tüm engelleri aşmasını sağladı. Yaşamında bir kez ayağını kırdı; ne maç yaparken, ne kavga ederken… Gençlerbirliği-Valencia maçını seyrederken, penaltı nedeniyle sevinçten zıplayınca… Anladınız değil mi? Her zaman güvenli limanlar aradı. Dalgalı denizlerin, zor koşulların insanı olamadı. Hep korktu, korkuyu aşmak için hep başkalarına saldırdı. O nedenle de muhafazakâr, aile budalası oldu. Yaşamının bütün önemli kararlarını annesi ve dayısı verdi. Bir türlü olgunlaşamadı. Hep ergen kaldı. Hani, mahalledeki çocuklar top oynamak için yanıp tutuşurlar, iyi de top oynarlar ama ne top vardır ne de alacak para. Mahalleye yeni taşınan hafif dobiç çocuğun ise güzel bir topu vardır ama doğru dürüst koşamaz bile. Topun hayrına çocuğu da takıma alırlar. O faul yapabilir ama diğerleri ona yapamaz, ondan çalım yemek durumundadırlar ama çalım atamazlar, onun gol atmasına izin verilir… Çünkü hoşuna gitmezse, topu alır gider. İşte, Karahan hep o çocuk oldu. Yazılarımızda, siyasal bir açılımı olmadığı sürece özel yaşamlara girmiyoruz. Girseydik, dudak uçuklatıcı onlarca örnek verebilirdik.

Ankara Operası’na korist olarak girdi (2003). Hızlıca solist kadrosuna geçmek istiyordu. “Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli politikacılarından biri olan” İsmet Sezgin’in yeğeni nasıl korist olabilirdi ki?! Bu kompleksini aşamadı; DOB’un resmi sitesindeki CV’sinde hâlâ, “2003 yılında Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı olarak çalışmaya başladı” yazılı. Oysa, “devamlı misafir sanatçı” (regular guest) statüsünde olduğu Letonya Operası’nın resmi sitesindeki İngilizce CV’sinde, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde 2005 yılından beri solist olduğu yazıyor. Bilkent’in cılız eğitimi kendini belli ediyordu. Ses güzelliği yeterli değildi. İki yıl sonra, Teknik Kurul’da yapılan değerlendirmede, solistlik için yeterli olmadığını söyleyen ciddi isimler vardı. Bir şekilde gereği yapıldı ve yine de oybirliği ile değil, oy çokluğu ile solist kadrosuna alınabildi (2005). Ayrıntıları anlatmayalım. Hem kültürel hem teknik açıdan zayıf bir eğitime sahip olması en büyük komplekslerinden biri oldu. 2009 yılında İtalya’ya gidip, boşluklarını gidermeye karar verdi:

“…bana çok şey kattı, vizyonum değişti. Biz burada bir temel eğitim aldık ama oraya gidince başka şeylere odaklanıyorsun. İtalyanca doğru telaffuz, müzik yapmak, fraz yapmak, bağ yapmak, notayı okuyarak ezberlemek -bestecinin yazdığı gibi-, nasıl yazıldıysa, öyle; bunun gibi birçok şey. Buradaki eksiklerimi görüp, bunları düzeltmeye kanalize oldum.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Üç yıl boyunca (2009-2011) yazları İtalya’da parayla özel dersler aldığı halde, eğitim kompleksi o kadar derindi ki, yıllar sonra, “Roma’da Santa Cecilia Akademisi’nde üç yıl master yaptım” diyebildi. (Aslı Şafak, Marka 2018) Bazen de, “Santa Cecilia Akademisi’nde Prof. Bruno Cagli ile çalıştı” yazdırdı, söyledi. (Latvijas Nationala Opera un Belets, Operanın Kalbinde Bir Türk, TRT 2, 18 Aralık 2019). İlle prestijli bir kurumda eğitim aldığı izlenimi yaratmak istiyordu.

Mucize yıl: 2012

2011’e gelindiğinde Opera’da mutsuzdu, umduğu İtalya dopingi pek işe yaramamış görünüyordu. Şımarık büyümüş çocuk, kurumsal dokuya uyum sağlayamıyor, kuralların kendisine uygun biçimde işletilmesini istiyordu. Aile kümesi ile Bilkent kümesi arasına sıkışıp kalmış civcivdi, ne insan bilgisi ne yaşam deneyimi edinebilmişti:

“[İtalya’dan] döndüğümde sıkıntılar yaşıyordum. Solistlik için Teknik Kurul vardı… İki kişi M. Karahan solist olamaz dedi. Ama çoğunluk kararıyla solist oldum. O sırada Avrupa’da bir yarışmaya katılmıştım. 10 gün kaldım. O sırada bir eserde oynuyordum, bazı büyüklerimiz bizi terbiye edecekler ya, döndüğümde, 10 gün çok dışarıda kalmışım diye beni eserden çıkarmışlar… Sizi kendi kurumunuzda sürekli geri çekmeye çalışanlar var…” (Dünya Sahnelerinde Türkiye’den Bir Tenor, TEDx, İstanbul, 8 Ocak 2019)

Sınırları aşın, statükoyu kırın, Zeki Müren söyleyin.

Kurumun kendisine tavır aldığını kanıtlamak için, 6 yıl önce yaşanmış solistlik olayını 6 yıl sonra, İtalya sonrası olmuş gibi anlatması hâlâ aynı psikolojiye tünediğinin işaretidir. O kadar ergen kaldı ki, her platformda, kendisine solist olamaz diyenlerden, casttan adını çıkaranlardan intikam almadığını, en güzel intikamın dünya starı ve kuruma genel müdür olması olduğunu söyleyip duruyor. (Dünya Sahnelerinde Türkiye’den Bir Tenor, TEDx,  İstanbul, 8 Ocak 2019/ M. Karahan, To pursue your dreams, TEDx Youth@BLIS, 8 Ocak 2020)

Bu açmazdan nasıl çıkabilirdi?

İlk adımı attı: Selman Ada “Mevlit Kantat” adlı bir garabet bestelemişti. Malum, devir islamcılık devriydi. Nisan 2011’de oğlan Mevlit’i okudu:

Selman Ada ile, onun eseri olan ve bana ithafen yazılmış bir şarkıyı seslendirmek büyük bir şeref benim için. Çocukluğumdan beri hayalimdir. Ben hacı torunuyum. Hz. Süleyman Çelebi’nin 600 yıl önce yazmış olduğu peygamberimizin doğumunu müjdeleyen muazzam bir metin. Diğer dinleri ve peygamberleri anlatan bir sürü eser olmasına rağmen bizim peygamberimizi anlatan üniversal çapta bir eser yoktu. Ben de bu fikri Selman Hoca’ya açtım. O da 30 sene önce bunu yapmak istemiş ama olmamış. Muazzam bir eser oldu. Bu güzel dinimizi…” (Habertürk, 23 Nisan 2011)

İtalya’daki özel derslerin beceremediğini Mevlit becermişti. Uhrevi olanın gücü! Rabbim duymuştu. Ama biri daha: FETÖ.

2012 oğlan için bereketin başlangıç yılı olacaktır. Ergenekon süreci hızla derinleşmiş, Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması ile simgesel anlamda tamamlanmış, islamcı cephe zaferini ilan etmiş, FETÖ her kesime el atmış durumdadır. Her kurumda FETÖ’ye biat edenler hızla yükselmekte, ünlü ve zengin olmaktadır. Mutsuz oğlan zaten hazır askerdir. DOB’da hızla yükselmek, bir an önce dünyaya açılmak için yanıp tutuşmaktadır. FETÖ de zaten uluslararası bir ağdır. DOB’da önünün kapatıldığını, herkesin onu kıskandığını düşünüyordur:

Dünyada kötü insanlar da var. Başarısız olup sizi kıskananlar… Ben operaya girdiğimde çıta aşağıdaydı, yükselttim. Aşağıdayken mutlu olanlar rahatsız oldular. Benim adımı castlardan silmeye başladılar…” (To Pursue your dreams, TEDx youth@BLIS, 8 Ocak 2020)

Yarışma için İspanya’ya gidip, izin süresini aşması üzerine casttan çıkarılması oğlanı çok üzer. Bu olaydan en geç bir ya da iki gün sonra ise, ilginç bir tesadüf yaşanır. Rabbim senfoni orkestrası eşliğinde Mevlit okuyan temiz yürekli, çalışkan, mert oğlana yapılan haksızlığın giderilmesi yönünde yardımcı olur. FETÖ de desteğini esirgemez. Letonya Operası’ndan arayıp, bizimle çalışır mısın, derler. Koşarak gider ve 2012 Mayıs’ında kendi deyişiyle “Avrupa kariyeri” başlar.

2012’nin Ramazan ayında TV8’de, dostu Erkan Tan’ın, “Erkan Tan ile Ramazan” programına çıkar. İlahisiz Ramazan olur mu? Erkan Tan’ın FETÖ ile yakınlığı sır değildir. (Sözcü, 26 Mayıs 2017- Fethullah Gülen’e övgüler dizen Erkan Tan bu görüntülere ne diyecek?)

2012 ‘nin 25 Aralık gecesine gelindiğinde, bu kez FETÖ’nün amiral gemisi Samanyolu TV’nin 20. kuruluş yılı gecesine katılır.

Hocaefendim ister de ben yapmaz mıyım?

Orada ne mi yapar?

Hocaefendi’sinin şiirlerinden yapılmış bestelerden birini okur:

Bakıp seni gören âşık,

Başka cemâli neylesin.

Dostluğuna eren sadık,

Başka visali neylesin.

Kulaklar duymuşsa sesin,

Duyar mı ağyar nefesin!

Ağızlara şerbet-şeker

Sinelerde adın eser.

İşin ilginç tarafı, son dize şiirde, “Zîkrînden var îse eser” şeklindeyken, oğlanın “Sinelerde adın eser” diye okuması.

Hocaefendi’sine bu şekilde hitap etmeyi daha mı münasip buldu? Ya da, böyle söyle mi dediler?

Bu arada, DOB Genel Müdürlüğü Yönetmeliği’nin 40. maddesi, “kuruluş dışındaki her türlü sanat faaliyeti için… yazılı izin” zorunluluğu getirmiştir. “Bürokrasiye ve teamüllere çok yatkın” olduğunu iddia eden oğlan acaba bu izni almış mıydı?

2012 laik cumhuriyet için karanlık, oğlan için aydınlık bir yıl olarak kayıtlara geçecektir.

Rabbim mi? Hocaefendi mi?

Peki, Rabbim’in Letonya armağanının, gerçekte Hocaefendi’sinin armağanı olma olasılığından söz edilebilir mi?

Oğlan Letonya’ya adeta çadırı kurar. 2012’den itibaren 2 yıl boyunca 50’den fazla başrol seslendirir. Küçük bir ülke olan Letonya’nın opera sahnesi önemliler arasında değildir ama ülkenin Alman-Sovyet/Rus çekişmesinin merkezlerinden biri olan Baltık coğrafyasında olması anlamlıdır. FETÖ’cülerin buraya ABD adına yerleşmelerinin nedeni de budur. 2011-2014 yılları arasında Riga Büyükelçisi olan Şerife Serap Özcoşkun’un atanma kararı sonrası koşarak FETÖ’cülerin ekonomik kasası TUSKON’u ziyaret ile, Letonya’ya yığılmaları talebini dile getirmesi önemlidir (tuskon.org, 13 Nisan 2011). Büyükelçinin bu dönemde FETÖ’ye resmi desteği sır değil.

Fethullah Gülen’e “Dünya Barış Ödülü” veren Amerikan East-West Institute (EWI) Yönetim Kurulu üyesi olan Mücahit Ören Letonya’nın New York fahri konsolosudur. (S. Yalçın, Sözcü, 25 Ocak 2019)

FETÖ 2006’da Vilnius’ta okullarından birini açar: International Meridian School (VIMS). Aynı okul kısa sürede Riga’da da açılacaktır (RIMS). 2008’de bu kez Association Balturka Culture Academy kurulur. (Egdunas Racius, How Turkish is Islam in Lithuania?, Berkley Forum, Sept. 2019)

Balturka, Baltık Türk Kültür Akademisi, her üç Baltık ülkesini de içerir. 2009’da Gülen’in bir kitabını çevirtirler. Letonya’daki kültür merkezleri de son derece etkin çalışır.

Letonya’da FETÖ ağırlığı o derecedir ki, en son, MSB Hulusi Akar Letonya ziyaretinde, FETÖ’ye karşı mücadele talebinde bulunmak zorunda kalacaktır. (Milliyet, 8 Haziran 2021)

Balturka’nın amaçlarından biri kültürel ilişki, etkinlik. Yani, ceplere para koyma ve PR. Acaba, oğlan, FETÖ’nün Letonya’ya girişini sağlayan ve ülkenin en zengin yabancılarından “Letonya Muhtarı” lakaplı Şıhbızınlı Mehmet Çelik ile tanıştı mı? Ya RIMS sorumlularından Abdullah Sinan Çiftler ile? Peki, İshak Akay, Halil İbrahim Ak ile? FETÖ’nün RIMS okulunda şarkı söyledi mi? Rusya’daki bazı FETÖ okullarında şarkı söylediği kulislerde konuşulanlar arasındaydı. Açıklasa da öğrensek!

Dikkat edilirse, oğlan Letonya’dan hiç söz etmiyor. Ayrıntı vermiyor. Hep Bolşoy’u öne sürüyor. Sanki, Letonya Operası FETÖ, Bolşoy Saray dönemine ait gibi.

Doğal; otorite yağcılığını yaşam felsefesi edinmiş. Otorite el değiştirince, Hocaefendi’sinin cemali yerine, Saray’ın cemaline aşık oldu. Neylesin… kovayı dolduran musluk kutsaldır.

FETÖ’ye DOB ikramı mı? DOB’a FETÖ ikramı mı?

İnsanın aklına gelmiyor değil; devlet kurumlarının her birinden, futbol kulüplerine, tüm ekonomik ve kültürel sektörlere kadar sızmış olan bir yapı, DOB’un başına kendi adamlarından birini yerleştirmek istemez mi?

Bu arayışlarının en azından 2009’dan itibaren, İzmir’i de içine alacak şekilde artan bir ciddiyetle yoğunluk kazandığını biliyoruz. Genç, hırslı, akçe sever, damardan sağ kökenli, vasat eğitimli, narsist yönü güçlü, dine diyanete yatkın biri aranmaktadır. Oğlan ideal tip. Yaşı gelince genel müdür yapılması caizdir. Zaten bu gâvur sanatı camiası içinde din min hak getire! Oğlanın en önemli avantajlarından biri de sınırlı bilgisidir. Makam müziği ile Napoliteni aynı şey sanıyor, türkü ile şarkıyı da, senfoni önünde ilahi de söyler, göbek de atar. FETÖ kültürünün arayıp da bulamayacağı nitelik.

İyi de, neden Letonya?

Çünkü Letonya Alman etkisine açık bir yerdir ve bu da varlık nedeni Rus/Sovyet düşmanlığı olan FETÖ için yeterli bir nedendir. Türkiye, anti-sovyetik dış politikası sonucu 47 yıllık Sovyet Letonya’yı tanımamış, 90’larda NATO’ya girmesini desteklemiş, klasik anti-sovyetizmin aparatlarından biri olan FETÖ’nün oraya yerleşmesini kolaylaştırmıştır.

2011 Şubat’ında FETÖ ile ballı börekli olan Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin Letonya’ya resmi bir ziyarette bulunacak ve soluğu FETÖ okulunda alacaktır.

Türkiye-Letonya ilişkilerinin önem sırası Letonya Dışişleri Bakanlığı açıklamasına göre, kültür, eğitim, savunma ve güvenlik biçimindedir (AA, 17 Ağustos 2016). Yani, kültür ve eğitim önceliklidir ve bunlar FETÖ’nün tekelindedir. Letonya Operası’nın ise savunma ve güvenlik unsuru olmaktan ziyade, kültürel bir zemin olduğunu belirtmeye gerek yok, sanırım.

Letonya çok siyasal bir zemindir. Bir yüzü Berlin’e, diğeri Moskova’ya bakar. Oğlan o sahnede adeta iki yıl politik staj görür. Ödül olarak da, 2015’te Berlin Deutsche Oper’e çıkartılır.

Aynı yıl Bolşoy’a da çıkartılacaktır. Daha önce de yazdık, Bolşoy Türk-Sovyet/Rus ilişkilerinde bir havuçtur. Sovyet döneminde başlayan bu gelenek, kültür antlaşmalarıyla çerçevelendiği gibi, doğrudan ikili diplomatik ilişkilerin nabzına göre evrilir. Rusya’nın FETÖ’ye bakışı bellidir. Bir Amerikan projesi olarak elbette çok soğuk karşılanmış, 2008’den itibaren Rusya Federasyonu Yüksek Mahkemesi kararıyla FETÖ ideolojisi yasaklanmıştır. Ancak, Rusya büyük ve köklü bir devlettir. İslamcılığın, içindeki kompartımanlardan bağımsız, bir bütün olarak ABD projesi olduğunu bilir. Onun için önemli olan Türkiye’de iktidarda bulunan güç ya da güçlerle kuracağı ilişkilerin kendisi açısından elverişli sonuçlar doğurmasıdır. Bu da her ülkenin doğal devlet aklıdır. O nedenle, FETÖ ilişkisini de bu çerçevede ele almıştır.

2013 yazına kadar, Saray, FETÖ yapılanmasına karşı Rusya’nın tepkisini frenlemek için en üst seviyede özel çaba içinde olmuştur. (R. O. Kütahyalı, Sabah, 13 Ağustos 2013). 17-25 Aralık 2013’ten sonra ise durum tersine dönmüş, Ankara bu kez Moskova’dan FETÖ’nün her türlü faaliyetini engellemesini istemiş, ancak Rusya FETÖ’ye karşı aktif önlemler almamıştır. (H. Aksay, T24, 5 Ağustos 2016)

Bunun nedeni, Rusya’nın, iki islamcı kanadın bilek güreşini izleyerek, bekle gör politikası uygulamasıdır. Çünkü her ikisi de Amerikan patentlidir ve Rusya için aynı değerdedir. Nitekim, 15 Temmuz 2016’ya kadar bu güç dengesi Rusya tarafından dikkatle izlenecek, Bolşoy’a yansıması da aynı kapsamda olacaktır. 47 yıl Sovyet yönetiminde kalmış, sahnesinde derin Rus izleri taşıyan, nüfusunun dörtte biri Rus olan burnunun dibindeki Letonya’da iki yıl boyunca onlarca kez sahneye çıkmış, üstelik 2010-2014 yılları arasında Moskova Büyükelçisi olan kuzen Aydın Adnan Sezgin’in ısrarlı hatırlatmalarına rağmen bir olağanüstü starı fark edememiş olan Rusya’nın, 2015’te oğlanı birdenbire Bolşoy’a çıkarma nedeni, bu çerçevede, tamamen siyasaldır. Bilek güreşini FETÖ’nün kazanma olasılığını dikkate almışlardır. Oğlanın o kanaldan geldiği izlenimi doğmuş olmalıdır. Ayrıca, kim kazanırsa, kazansın, Türk-Rus ilişkilerinde köklü bir dönüşüm yaşanacağı bellidir. Yatırım bunadır. Nitekim de, öyle olmuş, Saray kazanınca, islamcı bir iktidarın Rusya ile kurduğu en yakın ilişkiler kurulmuş, Ankara-Moskova yakınlığı Saray’ın en sağlam güvencelerinden biri olunca, oğlanın bu kez de Bolşoy’a çadır kurması söz konusu olmuştur.

Bu arada, kuzen Aydın Adnan Sezgin’in 2014-2016 arasında Roma Büyükelçisi olduğunu ve oğlanın da Arena di Verona’ya ilk kez 2016’da çıktığını belirtelim.

FETÖ ile yakınlığını çağrıştıran bir başka gösterge daha dikkatlerden kaçmayacaktır.

30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’nde FETÖ’nün, Ankara’da, AKP’nin adayı Melih Gökçek’e karşı, CHP’nin adayı Mansur Yavaş’ı destekleme kararı, basında bolca yer almış bilgilerdendir. FETÖ-Saray bilek güreşinin yeni bir sahnesi.

Seçimlere 10 gün kala, 10 Mart 2014’te, oğlan Mansur Yavaş’a hitaben bir tweet atar. Yazışmayı aynen verelim:

M. Karahan:Sayın başkanım, dünyanın bütün başkentlerinde şehrin simgesi olmuş bir opera binası var. Ankara için sizden söz alabilir miyiz?”

M. Yavaş:Konuya dikkat çektiğiniz için teşekkür ederim. Şehir ortak akılla yönetilir. Bu konuda sizlerle işbirliğine söz veriyorum.”

M. Karahan: “Bütün sanatseverler ve sanatçılar adına ilginiz ve hassasiyetiniz için çok teşekkür ediyorum başkanım.”

“Başkanım” hitabı anlamlıdır. Bütün sanatçılar adına konuşma ise, temsil iddiasını ortaya koyması bakımından ayrıca dikkat çekicidir.

Oğlanın CHP’li olma olasılığı sıfır olduğuna göre, AKP’nin adayı yerine Mansur Yavaş’a gösterdiği teveccüh başka nasıl açıklanabilir?

Ve Damacana Serhan (Bali) sahnede…

2014’te Damacana Serhan oğlana Donizetti ödülü verir. Kereste ticaretinden müzik ticaretine yatay geçiş yapmış Damacana tam bir PR’cıdır. Parayı iyi koklar. Bu yönüyle islamcıları çırak çıkarır, evelallah. Zaten onlarla kankadır. Malum, bizde para ve siyaset kardeştir. Donizetti ödüllerinin arkasındaki isim AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’dır. Hani şu, açıkta içki içilmesin, diye Asmalımescit’teki masaları kaldırtan başkan. Donizetti ismini de Osmanlıcılık damgası olarak o dayatmıştır. Damacana’yı bu konular hiç ırgalamaz; ucunda para olan her şey iyidir, güzeldir, siyaseten de olumludur. Konumuz Damacana ve Andante’si değil. Ama, bu ülkede FETÖ dahil islamcılığın son 20 yılda çoksesli müziğe nasıl bir zarar verdiğini, etik yozlaşmanın hangi boyutlarda olduğunu gözlemlemek için bu PR dergisi ve arkasındaki ilişkilere bakmak zorunludur. Şimdilik yalnızca, Damacana’nın bu aralar CSO’ya tebelleş olduğunu, CSO tarihi yazacağım diye sıkı bir parayı cebine indirdiğini, yazdığının ne olup olmadığını, kamu kaynaklarının nasıl heba edildiğini, CSO’daki siyasal arka planlı sanatsal kepazelikleri CSO yazı dizimizde ele alacağımızı belirtip, geçelim.

İshak Alaton 2011 Nisan’ında, TÜSİAD’a ateş püskürür, TUSKON ve MÜSİAD’ı över. (Finans Gündem, 1 Nisan 2011) FETÖ övgüsü giderek artacak, TUSKON ve MÜSİAD’ı “Türkiye’nin umudu onlar” biçiminde tanımlarken (Milliyet, 4 Ocak 2012)” ötekileştirilen”lerin savunmanlığını üstlenecektir:

“…öteki’lerin belki de en başında Hocaefendi geliyor. Evet, Hocaefendi ötekileştirildi. Neden? O malum bir sebep. Çünkü Kemalizm rakip istemedi, rakipsiz kalmak istedi.” (T24, 23 Aralık 2012)

İşin daha ilginç yanı, Alaton’un bu desteği sol adına veriyor olduğunu vurgulamasıdır. Etraf, demet demet FETÖ’cü solcu dolmuştur. (Hikmet Çiçek, FETÖ’nün Solcuları, Kırmızı Kedi Yn., 2020)

Yahudi sermayesinin FETÖ’yü destekleme kararı ve özellikle Rusya’da verdiği destek yazıldı çizildi.

Damacana gereğini yapar ve FETÖ’cülerin DOB yatırımı Karahan’a 2014’te ödülü basar. Bu arada, ödülün sponsorları arasına, 2014’e kadar yalnızca Beyoğlu Belediyesi ve KÜSAV varken, MÜSİAD’ın ağalarından, FETÖ ile de dirsek temaslı AKDAĞLAR GRUP da katılmıştır. Tesadüf olmalı.

FETÖ yeniliyor

Madem oğlanın FETÖ ile yakınlığı vardı, Saray onu neden genel müdür yaptı?

Bunun birkaç nedeni var:

a) FETÖ-Saray mücadelesi ideolojik bir boyut taşımıyor. Basit bir rant-iktidar mücadelesidir. İslamcılık ortak ideolojileridir. Dolayısıyla, laik cumhuriyete bakışlarından, kültürel kod ve beğenilerine kadar her şeyleri aynıdır. Zaten sağ siyasetin yarıdan fazlası FETÖ ile halvet olmuştu. Kimi ayıklayacaksın?!

b) İslamcıların opera-baleye bakışı bellidir. Onların esas derdi, laik cumhuriyetin çok doğru bir biçimde, ulusal kabul etmeyip, çoksesli müziğe kaynaklık edemeyeceğini saptayarak dışladığı alaturka müziği rehabilite edip, resmi eğitime sokmak ve bu yolla çoksesli müziği seyreltmektir. Bu kapı açılınca, başta arabesk ve dini müzik, birçok tür çoksesli dünyaya yamalanacak, orta vadede tek kaybeden çoksesli müzik olacaktır.

Böyle bir projenin uygulanabilmesi için kurumsal refleksleri zayıflatılmış çoksesli yapıların başına, klasik eğitim, kültür ve duyarlılığı düşük kişilerin getirilmesi gerekir. DOB bünyesinde bu kategoriden metrekareye çok insan düşmez. Oğlan en sivri örneğiydi ve islamcılık iktidarda olduğu sürece, ister FETÖ, ister Saray, bu işe koşulacak en uygun isimdi.

Annemden Türk Sanat Musikisi’nin birçok eserini öğrendim… TRT’nin gelmiş geçmiş en önemli hocalarından rahmetli Mustafa Erses’in tedrisatından geçtim.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Mustafa Erses ile 5 yıl çalıştım. Çocukluğum onunla geçti. 18 yaşına kadar Türk Sanat Musikisi söyledim.” (MÜZDAK, Ses Eğitimi Çalıştayı, 21 Şubat 2021)

İslamcıların DOB’da, diğer kurumlarda görüldüğü gibi, tarikatlar arasında seçim yapma lüksü yoktur. DOB’da laik cumhuriyetçiler ve işbirlikçiler vardır. İslamcı yoktur. Oğlan şu ana kadar neredeyse tek örnektir. Zaten bu nedenle de, 1309 sayılı DOB yasasında değişikliğe gidilerek, genel müdürün kurum dışından atanabilmesine kapı açıldığı gibi, sanatçı olma zorunluluğu da kaldırılmıştır.

c) 15 Temmuz’dan sonra oğlanı hafif bir ürperti alır. Gerçi dayı henüz hayattadır ama, Saray da burnundan solumaktadır. Zeki Müren söylemek için LİMAK Filarmoni Orkestrası’nı kurdurur. Kalın kumaş PR eşliğinde Anadolu turnesi ile zaten programlanmış olan genel müdürlük vizesini kolayca alır.

Yar bana bir bakanlık..!

Hepsi iyi hoş da, oğlan neden ille siyaset diye tutturuyor?

Dedik ya, dil çürük dişe gider.

Peki, diş neden çürük?

Üç nedenle:

a) Oğlan tipik şark kafalı. Bize özgü liberallerden. Her şeyi dayı-devlet olanakları ile gerçekleştirdiği için, opera starlığının da aynı biçimde elde edileceğini sanıyor. Bakan olmak ile La Scala’ya çıkmak arasında kurduğu çocuksu ilişki bunun en açık kanıtı. Bir insan bakan olursa, önünde açılmayan kapı kalmaz diye düşünüyor.

b) Operayı hiç benimsemedi. Ne kültürünü ne de görgüsünü edinebildi. Aklı fikri hep popüler işlerde kaldı. Dayısının söylediklerini kelam belleyip, bakan olabilmek için sanatçı oldu.

c) Kişisel savaşım ve bireysel cesaret yerine, aşırı korumacılık yüzünden her zaman dayının ve Valide Sultan’ın koltuk değnekleriyle yürüdü. Kafasındaki siyaset ideolojiler, tutkular savaşı değil, kendisini en korunaklı hissedeceği otorite simgelerinin arkasına sığınmaktan ibaret: Makam araçları, makam odaları, ellerini önünde kopçalamış astlar, “takdir sizindir” ile biten cümleler, davetler, paralar, çanak sorulu TV programları, söyleşiler, PR, PR, PR…

Zavallı Karahan, siyaseti böyle hayal ediyor. Keşke dayısı Yassıada’yı, 68’i, 70’li, 80’li yılları anlatsaydı. Belki bir ölçüde olgunlaşabilirdi.

Oğlanda daha ne inciler var; bir kültür kurdu. Maaşallah! Konuyu siyaset ile sınırladığımız için girmiyoruz. Son dönemdeki kültür pınarı ise, pop figürlerimizden İlber Ortaylı. (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018) Hiç şaşırtıcı değil. Tan Sağtürk de aynı pınardan içiyor. Kendi bölümünde değineceğiz.

Yine de oğlanın hakkını yemeyelim. Master yapmış, doktora yapmış, üstelik, İlber Hoca’sını da okuyor. Araştırmacı kimliği tartışmasız:

Araştırmacı kimliğim var; gittiğim ülkelerde yerel lokantaları ararım.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018)

Bu kimliğini bilimsel bir temele oturtmakta hiç zorlanmıyor:

“Boğa burcuyum. Yediğim şeyden zevk almak isterim.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018)

İşte bu ergen oğlumuza Saray’dan ferman yollanır:

Keferenin musikişinaslarından birinin eseri Osmanlıca temaşa edile, kadim ve cihanşümul medeniyetimiz sahne üzeri ihya oluna, temaşa taifesinin başına münasip bir serdar tayin edile!

Oğlan emri tak İstanbul’a yollar:

Mozart’ın Saray’ı çok takdir ettiği bir operası vardı, hani. Onu bulun ve Osmanlıca’ya çevirtip, Caner’e sahnelettirin. Şef de Murat Cem Orhan olacak. Tan Sağtürk de bir yerlere lehimlensin. Kakavalık istemem, emrimdir!”

Biri şak yapmış: Suat Arıkan

Suat Arıkan İstanbul müdürlüğü koltuğunda bir figüran. Emri alınca şak uygular. Onun öyküsü keşke yalnızca trajik kalabilseydi. Saraya Kız Kaçıran 4 adam içinde en zavallı olan o.

Saraydan Kız Kaçırma Arıkan’ın intiharının Adli Tıp Kurumu raporudur. Hain bir intihar.

Neden mi?

Çünkü kendisine çok umut bağlanmıştı. 2002 yılında islamcılar iktidara geldiğinde, Opera-Bale’nin çok sağlam yöneticilere gereksinimi vardı. Suat Arıkan adı bunlardan biri olarak kulislerde dolaşıyordu. İstanbul’un başına getirilmesi söz konusu olduğunda, dönemin AKP’li Kültür Bakanı Erkan Mumcu itiraz etti. Tepkisinin siyasal olduğu düşünüldü. Bu durum Arıkan’ın opera-bale dünyasındaki kalibresini yükseltti. Oysa, Mumcu’ya gelen bilgiler, Arıkan’ın siyasal açıdan değil, etik açıdan İstanbul müdürlüğüne atanmasının uygun olmadığı yönündeydi. O sırada Mersin’in müdürüydü. Konu hatun meseleleriydi. Daha önce belirttik, siyasal açılımı olmadığı sürece özel yaşam ya da magazinel konulara girmiyoruz. Basına yansıdığı için ilgilenen araştırabilir. Bakan, sonunda ikna edilebildi ve Arıkan İstanbul’a müdür olarak geldi (14 Aralık 2003).

Beslenen umutları yerlerde yuvarlamayacak bir kişiliğe ve donanıma sahip miydi?

Öyle dendi.

Üç kez görevinden alındı (2005, 2006, 2014), asaleten atanmış olduğu için üçünde de idare mahkemesi kararıyla görevine iade edildi (2006, 2007, 2016). Görevden almalar AKP iktidarları döneminde olduğu için, olay ister istemez siyasal bir içerik kazandı ve bu da Arıkan’a yönelik laik cumhuriyetçi kesimde bir sempati oluşmasını sağladı. Anneannesinin Fransız olması, Rizeli dedesi ile ilgili dolaşan bazı efsaneler, annesinin Eyüboğlu oluşu, büyük ağabeyinin Rus Dili ve Edebiyatı’nda okumuş olması, Tarım Bakanlığı’nda müfettiş olan sosyal demokrat diğer ağabeyi, her şey ilerici-demokrat bir kimlik taşımasını kolaylaştırıyordu. Modern dansçı Beyhan Murphy’yi görevden alması ve onun da AKP ile özel ilişkilerini devreye sokup, dönemin DOB Genel Müdürü Remzi Buharalı’ya Arıkan’ı görevden aldırtması (2005) adını ve meşruiyetini daha da güçlendirdi. Artık, İstanbul opera-balesini islamcı saldırıya karşı koruyabilecek tek kişi olduğu izlenimi yerleşmişti. Üstelik, İDOB’ta önemli bir çöküntüye yol açan Yekta Kara ve birlikte en derin işbirlikçi damarı oluşturdukları Genel Müdür Rengim Gökmen’in en ciddi alternatifi imajını veriyordu. Rengim Gökmen genel müdür olabiliyorsa, Arıkan haydi haydi olabilirdi. Ancak DOB bir ölçüde Genel Kurmay’a benziyordu. Genel Kurmay Başkanı nasıl her zaman karacılardan oluyorsa, DOB Genel Müdürü de Ankara’dan oluyordu. Bunun tarihsel nedenleri vardır. Uzun hikâye. Girmeyelim.

2016’da üçüncü ve son kez mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edilmesi öncesindeki zaman dilimini oluşturan 2007-2014 süreci hem sanatsal, hem siyasal açıdan önem taşıyor: 2010 Avrupa Kültür Başkenti süreci, AKM’nin kapatılması, Gezi olayları gibi başlıkları ve repertuar ile kadro tercihlerini İDOB yazı dizimize bırakarak, 2016’ya gelelim; Arıkan Nisan 2016’da göreve iade edilir. Artık deneyimli bir yöneticidir ve genel müdür olmak istemektedir. Rengim Gökmen sayfası kapanmış, yerine getirilen Selman Ada’nın bu işi yapamayacağı DOB’daki çaycı tarafından bile kısa sürede anlaşılmıştır.

Arıkan hem iktidar çevrelerinde kendisine karşı oluşan antipatiyi lehine bükebilmek, hem de İstanbul’dan genel müdür olmaz teamülünü rendelemek için siyasal bir güce, iktidara alternatif bir desteğe gereksinim duymaktadır.

Bu gücün, görevden alındığı Ağustos 2014 ile göreve iade edildiği Nisan 2016 arasında, ülkedeki siyasal dengeler açısından FETÖ’den başkası olma olasılığı yoktur.

Koltuk benim kaderimdir, kaderim benim koltuğumdur.

Arıkan bu kartı oynamaya karar verir. Çünkü onun için genel müdürlük bir saplantı haline gelmiştir. Olmadı, en azından İstanbul Müdürlüğü garantilenmelidir.

İyi de, neden?

Kişisel nedenler sınıfında olduğu için geçelim.

FETÖ kartı çekmek…

Haziran 2016’da Pınar Ayvaz ile ikinci evliliğini yapar. FETÖ darbe girişimine bir buçuk ay vardır.

Pınar Ayvaz mı kimdir?

THY Kopenhag Müdürü.

THY Kopenhag Müdürü İbrahim Şimşek 7 Temmuz 2012 tarihinde yolsuzluk iddiaları üzerine görevden alınır. 1 Mart 2013’te aleyhine Bakırköy 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açılır. Yerine Helsinki ofisinden Pınar Ayvaz atanır. O sırada yabancı uyruklu biriyle evlidir ve soyadı Rautio’dur. Bu işte Pınar Ayvaz’ın parmağı olduğu iddia edilir. Yargı süreci İbrahim Şimşek’in beraatı ile sonuçlanacaktır. Ancak, Ayvaz’ın FETÖ ile yakın ilişkide olduğu, akçeli işleri, personelin sendikalı olmasına şiddetle ve tehditle karşı çıktığı, 14 Haziran 2014’te, yani 17-25 Aralık 2013’te FETÖ’nün Erdoğan’ı kıskaca alma girişiminden sonra, FETÖ’nün düzenlediği Anadolu Kültür Günleri çerçevesinde Danimarka Parlamentosu’nda düzenlenen resepsiyona, Büyükelçilik katılmadığı halde katıldığı, SNA (Scandinavian News Agency/İskandinav Haber Ajansı) muhabirleri gelince paniğe kapılıp kaçtığı, ardından FETÖ’nün iki numaralı adamı olduğu öne sürülen kişiyi arayıp, “cemaat davetine katıldığım Türkiye’de haberlerde çıkarsa, sıkıntı yaşarım. Bunun için davetten ayrılmak mecburiyetinde kaldım” dediğinin SNA’ya ulaşan belgeli bilgiler arasında yer aldığı basına sızar. (THY’nin Kopenhag Ofisinde Neler Oluyor? Air News Times, 7 Ekim 2014)

Pınar Ayvaz’ın babası THY hissedarı, kardeşi THY pilotudur.

Peki, Ayvaz FETÖ ile ilişkide midir?

Kopenhag, THY’nin Avrupa’daki en önemli ofislerinden biridir. Ayvaz THY’nin yükselen yıldızlarındandır. 2016’ya gelindiğinde çok daha önemli bir ofise, Paris Ofisi’ne geçmeyi neredeyse garantilemiş gibidir. Bu sırada 15 Temmuz FETÖ kalkışması olur. Eli kaybederler.

28 Kasım 2016’da 60 müdür ve satış şefinin yerleri değiştirilir. THY çevrelerinde bu karar şok olarak yorumlanır. Büyük ölçüde FETÖ temizliğidir. (Apron24.com, 29 Kasım 2016) Pınar Ayvaz Paris’e atanmayı beklerken Üsküp’e yollanmıştır. Çok açık bir tenzil-i rütbedir. Bırakın Paris’i, Kopenhag ile Üsküp farkı, İstanbul ile Şırnak farkı gibidir.

Suat Arıkan’a Ankara yolu tamamen kapanmıştır.

Koltuk garantisi olarak Şûra kararları

İşte, 2017’den itibaren Arıkan’ın önünde iki seçenek vardır: Müdürlükten istifa etmek ya da Saray lastiği, yani işbirlikçi olmak. O kadar koltuk düşkünüdür ki, tereddütsüz ikincisini seçer. O tarihten sonra, Saray’ın hiçbir isteğini ikiletmeyecek, Ankara’nın emir eri olacaktır. İDOB’u bataklığa sürükler. O koltukta oturma tutkusunun ne için olduğunu ve ne bedel ödendiğini bir bilseniz!

Çoksesli müzik kurumları laik cumhuriyetin kimlik kartıdır. Asla yıpratılmamalıdır. Zorunlu olarak susuyoruz. Gün gelecek…

İşte, Saraydan Kız Kaçırma kepazeliği ve Caner oğlumuzun öne çıkarılması bu sürecin ürünleridir.

Bundan sonrası gerçekten mide bulandırıcı. Trajik olanın bir asaleti vardır. Yalakalığın ise… Neyse, kusmadan özetlemeye çalışalım.

2017 Mart’ında 3. Milli Kültür Şûrası’na katılır. İslamcıların laik cumhuriyete en büyük kültürel saldırısının dile ve kâğıda getirildiği bu resmi zemin, Arıkan için, “İDOB emrinize hazırdır” tekmili verme işleminden başka bir şey değildir.

Şûrayı çok güçlü bir iradeyle sahiplenen” Saray’ın buyrukları doğrultusunda alınan kararlardan bazıları:

Türkçemizin yoksullaşması tehlikesine özellikle işaret edilmiş, üç büyük dilin zenginliğini taşıyan Eski Türkçenin öğretilmesinin gereği kuvvetle ifade edilmiştir.” (s.3)

Yani, laik cumhuriyetin dil devrimi yoksullaştırıcıdır, Arapça ve Farsçanın zenginliğini taşıyan Osmanlıca sahnede ihya edilecektir. Figüran Arıkan Osmanlıca Saraydan Kız Kaçırma’ya evet mührünü basmakta bir an bile tereddüt etmeyecektir.

Ottomania

“Ulus devlet kavrayışını aşan… Tarihiyle barışık bir kültür.” (s.7)

Yani, Osmanlıcılık, Ottomania. Osmanlı ile barışma. Laik cumhuriyet ulus devlet olup, Osmanlı’nın reddi üzerine kurulduğuna göre, Şûra kararı gereği Mozart’tan Ottomanyak ve mutasavvıf çıkarmak caiz sayılır. Figüran Arıkan eyvallahı basar.

Aynı dönemde tasavvuf ışığı Arıkan’ı da irşad eyleyecektir. Şûra kararları müthiş bir ilhamın kaynağı olur: Yunus Emre Oratoryosu’nu dansla birleştirmek.

Şarkı söylerken dans eden solistler, koro ile bir şölen oldu. Lirik, tasavvufi bir şölen… Sonunda perde kapanmıyor; sonsuza dek sürecek göndermesi… Bu aşk, bu insan sevgisi, bu iç sesi dinleme, tasavvufi fikirler sonsuza kadar sürecek…” (Yunus Emre’nin 700. yılı, Yunus Emre Enstitüsü, 2 Eylül 2021)

Arıkan tasavvuf aşkıyla öyle bir kemâle erer ki, Yunus Emre yılı ilan edileceğini bilmeden Çetin Işıközlü’den bir Yunus Emre balesi bestelemesini ister. Tesadüf bu ya, kısa süre sonra Saray 2021’i Yunus Emre yılı ilan edecektir. Takdir-i ilâhi! Tabii, yediyseniz…

Yetinmez; operanın bir Osmanlı geleneği olarak Cumhuriyet’e aktarıldığını Abdülhamid övgüsü eşliğinde belirtmekten çekinmez:

Cumhuriyetten sonra opera temsillerinin hız kazandığına değinen Suat Arıkan…” (Hayat Sanat, 623. Bölüm, TRT 2, 14 Temmuz 2021)

Osmanlı ile Laik Cumhuriyet arasındaki operaya yaklaşım farkının yalnızca temsil sayısı, yani, nicel olduğunu söyleyebilmek, hadi, oğlan olsa neyse, ama, Arıkan gibi biri için cehalet değil yalnızca siyasettir.

Disiplinlerarası aşure

Disiplinlerarası eserlere ve sanatsal hareketliliğe destek.” (s.8)

Yani, tarihsel olarak kalıp ve kuralları belirlenmiş türlerin yapılarının esnetilip, deforme edilmesi. İslamcılar başta opera ve bale olmak üzere Batı sanatlarının düşmanıdırlar. Doğrudan kaldıramadıkları için yavaş yavaş su katarak dönüştürme yoluna gidiyorlar. Senfonik orkestraya Zeki Müren çaldırmak, gazelhan lehimlemek, alaturka enstrümanları vidalamak, operacıları rocker’lığa, makam müziğine, arabeske özendirmek, bale ile sporu geçişken kılmak, TROYA tarzı ne opera ne bale olan “prodüksiyon”lar gibi görgüsüzlüklere “disiplinlerarası” diyorlar.

Dans eden oratoryo ilk adımdır. Niçin olmasın? Şeb-i arûs var ya, hani, Mevlana’nın “Hakk’a vuslat”ı, yani, yaratana kavuşması, o da bir nevi oratoryo sayılır. Full uhrevi. Orada semazenler dans etmiyor mu? Yunus Emre Oratoryosu’nda neden dans edilmesin ki? Hem maneviyat, hem koltuk poliçesi… İkisi bir arada.

Durmak yok, yola devam.

Figüran Arıkan gereğini yapar: Fidelio.

Operaya rejisör, operacık’a rejisörcük!

Beethoven’ın Fidelio operasını opera sanatının temel kurallarından birini daha mıncıklayarak, -festivalde de mikrofonla arya söyletmişti- disiplinlerarası yorumlar. Sahne çukurunda olması gereken orkestrayı sahneye çıkarır. Olabilir. Demek ki, sanatçılar konser formatında söyleyecekler.

Hayır, kostümlü, oynayarak…

Nasıl olur?

Bal gibi olur! Şûra kararı. Devlet memuruyuz.

Bu tarzın adı ne? Operacık mı?

Olabilir. Gemicik oluyor da, operacık niçin olmuyor?

Tam disiplinlerarası: Orkestra hem çalıyor, hem dekor rolünde, zaten küçük olan Süreyya sahnesinin önünde dar bir bantta kostümlü sanatçılar orkestra önünde söylüyor, oynuyor. Gazino komedyenleri gibi. Baget geride kaldığı için temas yok. Operacık olunca, zorunlu olarak rejisörcük gerekiyor. Henüz böyle bir kadro ihdas edilmediği için, Figüran Arıkan kendini rejisörcük atamış. İlk başta konser biçiminde olacağı belirtildiği için, ezbere gerek yok. Sonradan, “yok, kostümlü, operamsı” falan denilince bazıları, “iyisi mi, ben rapor alayım” demenin daha uygun olacağını düşünmüş.

Saraydan Kız Kaçırma’nın ardından gelen Fidelio, oğlanın mottosuna tıpatıp uygun: “Cesur olun, korkmayın. Statükodan kaçın.”

Özel sektör güzel sektör

Şûra’nın diğer bir kararı özel sektör ile ilgili:

Sponsorluk ve finansörlük çok önemli…”, “Kültür girişimciliği ve markalaşma…”, ”Kamu kurum ve kuruluşlarının kültür ve sanat niteliği olan mal ve hizmet ürünlerini özel sektörden doğrudan satın alabilmesine imkân sağlayacak…”, ”Özel sektörün sponsorlukları ve finansörlüklerinin vergi muafiyeti ve istisnaları gibi araçlarla özendirilmesi…” (s.11)

Yani, çoksesli müzik kurumlarının işleyiş ve hizmetlerinde özel sektör ile bağlarını güçlendirmek, bu suretle hem özel sektörün cebine para koymak, hem de laik cumhuriyetin kamusal kültür kavramını özelleştirerek, doğrudan sistemi zayıflatmak.

Bu liberal anlayışın ilk örnekleri, holding orkestralarını kamu olanakları ile beslemek biçiminde görüldü. Şimdilerde bir başka boyutu devreye alınıyor: CSO, AKM gibi komplekslerin işletmesi. Her ikisinin de işletmesinin özel sektöre devredileceği yolunda çok güçlü veriler var. İşletmeyi pastane, kafe falan diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Söz konusu olan, sanatsal işletme. CSO’da ilk zokalar ortaya çıktı bile. Damacana Serhan’a CSO kitabı yazdırıldı. Damacana bir işadamıdır, emprezaryodur. Dolayısıyla, PR’cıdır. Böyle bir çalışmayı yapabilecek analitik bilgi ve entelektüel görgü düzeyine sahip olmaması bir yana, çok daha önemlisi, etik düzeye sahip değildir. Bir kurum ile akçeli ilişkileriniz varsa, o kurumun tarihini nesnel biçimde yazamazsınız. Nitekim, bu kitap da, ki kompilasyon demek daha doğru olur, belirli bir amaç için kaleme aldırılmıştır. CSO yazı dizimizde ayrıntılarını vereceğiz. Kitap Bakanlık yayını değildir, özel bir yayınevinin de değildir, piyasada satılmıyor. Tuhaf lakin şaşırtıcı değil. Parayı bakanlık veriyor ama “içeriği hiçbir surette bakanlığın görüşlerini yansıtmamaktadır” ibaresi ekleniyor. Bunların ne anlama geldiğini, CSO’nun bu akçeli ama bir o kadar da siyasal işlere kimlerin eliyle sürüklendiğini anlatacağız. O yetmiyor, Damacana’nın emprezaryo hizmetinden de yararlanmaya başlanıyor. CSO Ada denilen komplekste Mavi Salon adında bir oda müziği salonu var. Bu salondaki konserler götürü usulü Damacana’nın koordinatörlüğü’ne verilmiş. Yani, dolgun bir rakam karşılığı Damacana buraya solist getirip çaldırıyor. Adı da: “Serhan Bali ile Açıklamalı Mavi Salon Konserleri.” İyi de, bu işi neden CSO yönetimi yapmasın ki? 15 dakika ötelerinde bu ülkenin en köklü devlet konservatuarı var. CSO’nun kurumsal derinliğinin arttırılması için biçilmiş kaftan değil mi? Damacana’nın başka bazı hizmetlerinden de yararlanılacağını göreceğiz. Daha başka şeyleri de. Dedik ya, özel sektörün cebi doldurulacak. Devlet malı deniz…

Bu işlerin arkasındaki kare as mı?

Şehzade Cemi’i Can, Damacana, Cermodern’in Kültür ve Sanat Programları Yönetmeni Zihni Tümer ve Bakan Yardımcısı Özgül Özkan Yavuz.

Ayrıntıları yazı dizimize saklayalım.

Aynı çerçevede, AKM’ye bir “Genel Sanat Yönetmeni” atandı: Remzi Buharalı. Oysa, AKM’nin yönetim şemasını belirleyen 26/11/1976 tarihli İstanbul Atatürk Kültür Merkezi İşletme ve Kullanma Yönetmeliği’nde böyle bir makam yok. Doğal olarak, kadro da yok. 1986, 1988’de yapılan değişikliklerde de yok. Belli ki, AKM de özel sektörün sanatsal işletmesine verilecek. Oysa, her kurumun zaten kendi “sanat yönetmeni” var. Şimdi onların da üzerinde bir özel sektör temsilcisi yer alacak.

Remzi Buharalı 2000-2005 arasında DOB Genel Müdürlüğü yapmış, emekli olduktan sonra, önce Demirören ardından da halen görev yaptığı Polat Holding’in sanat yöneticiliğinde bulunmuş bir isim. Köprü olarak kullanılacak. İyice köşeye sıkışmış olan Saray, seçim öncesinde doğal vitrin düzeltmesi kapsamında, tepki çekecek isimleri değil de, hem sanat camiası hem de laik cumhuriyetçi kesim nezdinde paratoner işlevi görecek isimleri ileri sürüyor. Remzi Buharalı bunlardan biridir. Oysa, AKM’ye müdür olarak atadıkları imam-hatip mezunu, Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu müdürü Aykut Keleş kendi adamlarıdır ve şimdilik geride tutulmaktadır.

Özel sektör ucuz bilet sevmez

Arıkan izlenen bu politikaya uygun olarak, önce bilet ücretlerinin düşük olduğunu, özel sektördeki düzeye çıkarılmasını isteyecektir. Ancak, 2018 seçim sonuçlarına CHP’nin sert tepkisi ve yapılan usulsüzlüklerin peşini bırakmayacağı izlenimi laik cumhuriyetçi kamuoyunda önemli bir beklenti doğurduğu için, temkinli davranıp, Saray’ın dümen suyunda bir liberal olarak görünmek istemez. Üstelik, Alevi bir ekranda:

Bilet fiyatları; devlet gerçekten analık babalık yapıyor, müthiş bir imkân sunuyor. Bir sigara paketi fiyatı karşılığında canlı performans izlemek dünyanın hiçbir yerinde yok. Avrupa’da en az 100 eurodan başlar, bizde en pahalı 30, 40 lira. Öğrencilere inanılmaz indirim var. Operaya gitmek bu anlamda da [yalnızca] elitlerin işi değil… Sanattan para kazanılmaz. Gişe gelirleriyle para kazanılmaz. Bu insanlığa yapılan bir yatırımdır…” (Uyan Türkiye, Cem tv, 26 Haziran 2018)

Aradan zaman geçiyor, islamcıların gitmeyecekleri anlaşılınca, Figüran Arıkan söylemini değiştiriyor:

Hem saygınlığı, hem de maliyet matematiği açısından bilet fiyatları gerçekten çok daha yüksek olmalı… Bu kadar yüksek maliyetli emek yoğun bir ürünü çok düşük bir bedel karşılığı satmak pek akıl kârı değil… Bu düşük fiyatlandırma politikası sebebiyle hem bilete karşı, hem de bu sanata karşı prestijden yoksun bir algı gelişiyor.” (sanattanyansimalar.com, 10 Aralık 2019)

Aynı söyleşide, laik cumhuriyetin yüksek sanatlar politikasını liberal bir eleştiriye tabi tutarak,

Devletin sanatı destekleme ve sanatı ulaşılabilir kılma politikasının aynı zamanda yüksek sanatların saygınlığına zarar verdiğini” söylemekten de geri kalmıyor.

Emeklilik tarihi yaklaştıkça, özel sektör hayranlığı ve Saray zihniyeti daha da belirginleşiyor. O kadar hastalıklı bir hal alıyor ki, ülkede opera-balenin hak ettiği yerde olmamasını bilet ücretlerinin düşüklüğüne bağlıyor:

Opera-bale ülkemizde hak ettiği yerde değil. Gönül ister ki, sigara paketi fiyatına olmasın, hak ettiği değere ulaşabilsin. Tabii, devlet politikası her zaman destekleyici olduğu için, elde edilmesi, ulaşılması kolay olsun politikasıyla, bilet fiyatlarına zam yapma konusunda temkinli davranıyor. Operayı baleyi sigara fiyatına izleyebiliyorsunuz. Prestij kayboluyor, değersizlik tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bale maden işçiliği kadar ağırdır ve 35, 40 liraya izleyebiliyorsunuz. Bu büyük bir acımasızlık. Metropolitan’da biletler 250, 300 dolar…” (Gaye Donay ile Hayat Sanattır, KRT Kültür TV, 20 Şubat 2021)

Nereden nereye! Laik cumhuriyetin simge okullarından birinde, Cebeci Konservatuarı’nda yıllarca devletin olanaklarıyla oku, aynı olanaklarla yurtdışına git, müdürlük yap, müdürlük nimetlerini iliğine kadar sömür, emekliliğine yakın, hâlâ gözün doymamış, o koltuktan kalkmamak için Saray’a… Neyse, insan gerçekten tiksiniyor. Hep söylüyoruz, bu ülkede opera-balenin önündeki en büyük engel ucuz biletler falan değil, işbirlikçilerdir.

Ucuz bilet gazeline en güzel eşlik elbette AKM övgüsü olacaktır. Giderek artan tonda, şahsen kefil olacak kadar… (sanattanyansimalar.com, 10 Aralık 2019, Gaye Donay ile Hayat Sanattır, KRT Kültür TV, 20 Şubat 2021 )

Tan Sağtürk katakullisi

Tan Sağtürk adlı bir milli tacirimiz var. Öyküsünü ileriki sayfalarda okuyacaksınız. Bu milli varlığımız birdenbire, 50 yaşında DOB’a alınır. Hiçbir biçimde açıklanabilir değildir. Tek gerekçe Saray isteği olmasıdır. Dedik ya, islamcılar opera-baleyi içeriden çürütecekler.

Gel gör ki, devlet balesi bu magazin figürüne mesafelidir. Aralarında doku uyuşmazlığı vardır. Devlet balesindekiler baleyi koruma kaygısındayken, 5. kol olarak içeri sokulmuş olan tacir tam tersi bir görev ile hareket eder. İslamcılar baleden nefret ederler. Doğrudan kapatmaya güçleri yetmediği için, spor statüsüne alıp, orada eritmek isterler. Tacirin temel görevi budur. Buna koşut diğer görevi ise, devlet balesine özel sektör zihniyetini şırınga etmektir. Tacir cumhuriyet tarihinin en büyük bale pazarlamacısıdır. Anlatacağız.

Figüran Arıkan’a Saray emri iletilir:

Tan Sağtürk bağra basıla! Meşru kılına!

Emredersiniz!

Figüran Arıkan düşebileceği en düşük düzeye iner:

Suat müdür bale tacirini meşrulaştırma görevinde.

Kanal D’de bir magazin programına katılır; Balçiçek’le Sohbete Geldik (13 Aralık 2020) Katılanlar: Manken Demet Şener, Tan Sağtürk, Suat Arıkan ve Balçiçek Pamir. Lüks restoran simülasyonlu bir stüdyoda yemek yiyorlar, konuşuyorlar, gülüyorlar. Her şey o kadar yapay, o kadar yeraltı gerginliğinde ki, tek amacın İDOB’a yamanan tacir ile İDOB müdürünü aynı masada oturtup, aynı tencerede pişmiş yemeği yedirterek taciri kurum nezdinde meşrulaştırmak ve bale ile spor arasındaki organik ilişkiyi tacir üzerinden kanıtlayıp, müdüre onaylatmak olduğu anlaşılıyor:

B. Pamir: Sen aslında zaten Türkiye’ye baleyi sevdirdin.

T. Sağtürk: Birçok bale sanatçısının konservatuara girmesi bu özenme sayesinde oluştu. Ne mutlu bize…

Böylece, tacir ile devlet balesi arasındaki organik ilişki ortaya konulduktan sonra, işin özüne parmak atılır:

T. Sağtürk: Taekwando kırmızı-siyah kuşaktım. Tüy siklette Türkiye şampiyonluğum var.

B. Pamir: Yani, taekwandodan baleye geçtin.

S. Arıkan: Peki, baleye geçince kimseyi dövdün mü? (Gülüşmeler)

T. Sağtürk: Taekwandoya önce felsefeyle başlanır. Konu dayak atmak üzerine kurulu değildir… (Gülüşmeler) Sonra balet oldum. Tabii, kendimi savunmam çok gerekti; önyargıları var bu işin, meslek olarak kabul edilmeyişi var…

Böylece, taekwondonun özellikle bale için oldukça işlevsel olduğu çünkü bale yapanların kendilerini mutlaka önyargılara karşı fiziki savunmaları gerektiğini öğrenmiş oluyoruz.

Bu programın tam da “bale spordur” dayatmasının ortaya çıkıp, devlet balesi tarafından püskürtüleceği Ocak 2021’den yalnızca birkaç hafta öncesinde yapılmış olması anlamlı değil mi?

Türkiye’de çoksesli müzik kurumlarının başında bulunanlar, laik cumhuriyetçi kamuoyu nezdinde saygın bir imaja sahip olmazlarsa, o kurumların başında kalamazlar. Bu tarihsel bir gerçekliktir. Bu nedenle de bütün işbirlikçiler kapalı kapılar ardında başka, mikrofonda başka konuşurlar. Biraz köşeye sıkıştıklarında hemen Atatürk, Cumhuriyet, çağdaşlık falan demeye başlarlar. Nazım Hikmet’e kadar yolu var…

Figüran Arıkan hiç ıskalar mı?

Laik cumhuriyet kültürüne en büyük saldırının yapıldığı 3. Milli Kültür Şûrası’nda İDOB’u kuzu kuzu kurban eden Arıkan, Cumhuriyet’e verdiği demeçte, bildik işbirlikçi taktiğini uygular:

Üçüncü ana mesele de yönetim özerkliği ve yerinden yönetim konusu. İstanbul Opera ve Balesi’nin başka bir kentten yönetilmesi doğru değil ve Genel Müdürümüz Selman Ada da bu konuda bizimle hemfikir.” (Cumhuriyet, 7 Mart 2017)

Daha önce yazdık, merkezileşme islamcıların ana projesidir. Tek adam rejimidir. Rengim Gökmen eliyle uygulamaya konulmuş, oğlanın zamanında doruğa ulaşmış, sanatsal, yönetsel, etik açılardan DOB’u yıkıma sürüklemiştir. “Özerklik ve yerinden yönetim” ise, ilerici söylemin omurgasıdır.

Figüran Arıkan durumu bildiğinden, sanki bu konuda önemli bir mücadele vermiş izlenimi yaratmak için konuyu gündeme taşır. Oysa, ne Şûra gündeminde böyle bir konu vardır, ne Selman Ada’nın umurundadır, ne de Arıkan’ın toplantı sırasında böyle bir müdahalesi olmuştur.

Hani var ya, ekranlarda Nazım Hikmet, bakanlık koridorlarında Yahya Kemal ayakları…

Bu arada, en sevdiği şairin Nazım Hikmet olduğunu söylemesi hiç sürpriz sayılmamalı. (Gaye Donay ile Hayat Sanattır, KRT Kültür TV, 20 Şubat 2021)

Koltuktaki keramet

Bir süredir, iki kadın vazgeçilmezi oldu: Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Fecir Alptekin ve Bakan Yardımcısı Özgül Özkan Yavuz. Sabahın ilk ışıklarından itibaren onların sosyal medya platformlarında, gün boyu sürecek beğeni işaretleme işlemine başlıyor. Ferfecir Hanım ile bir araya gelebilmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Oğlanın zaten emir eri olmuş durumda.

Ferfecir Hanım Saray Başdanışmanı; yakınında durmakta fayda var.

İyi de, 7 ay sonra emekli olacak biri için biraz fazla gayretkeşlik değil mi?

Figüran Arıkan koltuktan kalktığında, varlık nedeninin kalmayacağını düşünüyor. Asla emekli olmak istemiyor. Kulislere akan bilgiler, kadrosunu devlet konservatuarlarından birine aldırarak, emekliliğini iki yıl erteletmek için Ferfecir Hanım’a diller döktüğü şeklinde. Erol Erdinç’e yapılmıştı ya.

Süresi uzayınca, yılların özlemi olan genel müdür olma şansının da artacağını düşünüyor. Dedik ya, Saray seçim öncesinde vitrini laik cumhuriyetçi kesimin sinir uçlarına dokunmayacak biçimde tanzim ve tezyin etme peşinde. Piyango torbasından genel müdürlük çıkar mı?

İskandinav atasözüdür: “En son umut ölür.

Hiç olmazsa, İDOB Müdürü olarak AKM’deki süper makam odasında 2 yıl kalabilmek… Ona da ağız dolusu eyvallah.

B planı mı?

Olmaz olur mu; AKM sanat işletmesinde görev almak. Bu işin nasıl yapılacağı usuldan ve sessizce şekillendiriliyor.

Düşünsenize, ressam olarak AKM’de sergi açmak…

Yok, yok, mutlaka suyun başında olmalı.

En azından, yerimize şu Nejat Işık Belen’i bırakabilsek. Çocuk bir dediğimizi iki etmiyor, pek de efendi. Don Kişot’ta da zaten Sancho’yu oynadı, bizi toparladı. Hayırlısı!

En kötüsü, özel sektörde görev alırız. Oradan yine buraya sıçrarız. Baksana Remzi Buharalı’ya; “yürü ya kulum” oldu.

O arada bir de kızların kadro işi çözülebilse. Millet çoluğunu çocuğunu doldurdu, sıra bizimkilere gelince kıtırbom. Ya emeklilik ile birlikte… Maazallah!

Ferfecir Eczanesi

Ferfecir Hanım Saray’a bir çıtlatsa, yeter.”

Figüran Arıkan’ın kafasından bu cümlenin onlarca versiyonu yüzlerce kez geçiyor. Ferfecir Hanım’ın bir süredir yaşamındaki en önemli kavram olduğuna şüphe yok. Joker Hatun.

Ferfecir Hanım ise son sıralarda çoksesli müzik kurumlarına özel ilgi gösteriyor. Seçimler geliyor, malum, Saray’ın vitrin işleri önem kazandı. Pek de kültürlü, bu işlerden iyi anladığı belli. Örneğin, oğlanın senfonik Zeki Müren’ine bayılmış. Yeterli kanıt!

AKP’li kadınlar içinde ehliyet ve liyakat olarak kültür bakanı olmaya en yatkın isim. Bir defa, çantası PRADA marka. Biliyorsunuz, çanta AKP’de önemli bir simgedir. Devletteki konum ile çanta markaları arasında sıradan fanilerin idrak etmekte zorlanacağı karmaşık bir ilişki var. En tepeden aşağıya inen marka skalasına çok dikkat etmek gerekir. Vallahi, iş çıkar! Yoksa, PRADA marka çanta TRT Genel Müdürlüğü kadrosuna mı denk düşüyor? Karmaşık iş, vesselam!

Biz yine de Ferfecir Hanım konusunda Suat Arıkan’ı uyaralım; o eczanenin ilaçları her zaman şifa olmuyor. CSO Salonu açılışı için Özkan Manav’a beste ısmarladı. Çalınamadı. AKM açılışı için Şerbetçi Hasan’a beste ısmarladı, az daha çalınamayacak, yerini Verdi (Aida) alacaktı… Çoksesli müzik dünyasında elini dokunduğu yerlerde şimdilik güller açmıyor.

Arıkan’ın rüyaları gerçeğe dönüşür mü, bilinmez. Ancak, bilinen şeyler de var. İşte biri:

Arıkan şiir yazıyor:

Porte Çizgim

Toplam 5 çizgi var,

5 paralel çizgi.

1. çizgi benden önceki yaşam,

Doğumum 2. çizgi.

3. çizgi yaşamım.

Ölümüm dördüncü çizgide olacak.

5.si benden sonrası;

Son çizginin üzerine koy noktayı dedim,

Anahtarım fa’dır benim bilirsiniz,

Oldu sana bir la.

Diyecekler ki, bir la bıraktı gitti.

Ama dört dörtlük bir la idi.

Zavallı Figüran! Bir bilse ki son dizeyi kimse okumayacak…

Neden mi?

Laik cumhuriyetin, bütün sıkıntılara rağmen kan ter içinde ayakta tutmaya çalıştığı Devlet Opera ve Balesi’nin boynunu, islamcı saldırı karşısında dört dörtlük eğdiren işbirlikçilerden biri olarak tarihe geçecek de ondan.

Biri pat sahneye koyuyor: Caner Akın

Caner oğlumuz Saraydan Kız Kaçırma’nın torpilli ergen rejisörü. Bırakın reji yeteneğini, ne eğitimi ne de deneyimli isimlerin yanında reji yardımcılığı var. Heybesinde bu operadan önce sahnelemiş olduğu 3 çocuk operası ve 1 de çocuk oyunundan başka bir şey yok. İkisi İDOB bünyesinde, diğer ikisi özel sektörde, DenizBank’ta. En eskisi 2018 Ocak tarihli.

Dünyanın hiçbir ciddi opera kurumunda böyle bir laubalilik olmaz. Bu kadar cılız bir yetenek ve deneyime Saraydan Kız Kaçırma gibi bir opera teslim edilmez. Zaten reji felaketini ayrıntılı olarak anlattık.

Böyle talih kuşu dostlar başına; vallahi kendimden geçtim.

Figüran Arıkan’ın Caner oğlumuzu kendilerinden “parlak kariyer” beklediği isimler arasında sayması tablodaki şüpheyi daha da arttırıyor. (AA, 28 Eylül 2020)

Caner oğlumuzun Ankara’nın emri, Figüran Arıkan’ın kavliyle rejisör ilan edilmesinin tek nedeni siyasaldır. Çünkü, 3. Milli Kültür Şûrası kararları doğrultusunda, islamcı gericiliğin Osmanlıcılık atına binmeyi kabul etmiştir. Yine aynı çerçevede islamcıların liberalleşme-özel sektör aşkının da gönüllü ortağıdır.

Biraz geriye dönelim:

Oğlumuz özel yaşamına ait nedenler dolayısıyla, çok hırslıdır ve en kısa sürede en yüksek kalibrelere ulaşmak için göze alamayacağı şey yoktur.

İlkokul, ortaokul ve lisede koroya girmek ister ama, almazlar. Lisedeki müzik öğretmeni insafa gelir, koroya alıp denemeye karar verir; kulak çalışmasında hiçbir sesi tutturamayınca korodan çıkarır. Mutlaka sahneye çıkmalıdır. Şarkı söylemek için yanıp tutuşmaktadır. Kaset çıkarmak, ünlü olmak istemektedir. Operanın adını dahi duymamıştır. Şan dersi almaya başlar. İki, üç yıl kadar özel ders aldığı hocası bile bu işi hobi olarak yapmasının daha uygun olacağı düşüncesindedir. Lise sonrasında hem İstanbul Üniversitesi’nin hem de Mimar Sinan’ın konservatuar sınavlarına girer.  Kazanamaz. Kulaktan da, şandan da elenir. İzleyen yıl yeniden girer. İstanbul Üniversitesi’ninkini yine kazanamaz. Mimar Sinan’ı, Payam Koryak’ın 10 kişiden oluşan jüriyi, 9 üyesinin hayır oyuna rağmen zar zor ikna edip, kefil olacağını söylemesi sonucu kazanır. (GİS Zoom yayını, Facebook-Watch, 14 Nisan 2020/ Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Kimsenin kabul etmek istemediği çocuk, diğer bazı özel nedenler de eklendiğinde, başarı ve yükselme konusunda bilenmiş bir hassasiyete sahiptir.

4. sınıfa geldiğinde iyi bir şans yakalar. 2005-2006 sezonunda sahnelenecek olan Donizetti’nin Belisario Operası’ndaki Alamiro rolünü üstlenen tenorların bu role çıkamayacakları anlaşılır. Acele biri aranmaktadır. Aynı zamanda İDOB solisti olan hocası Payam Koryak Caner oğlumuzun kulağına durumu üfler. Oğlumuz hızla hazırlanır ve rolü kapar. Bu biçimde birkaç role daha çıkacaktır. Payam Koryak İDOB’da sevilen, sözü geçen biridir.

2007’de İDOB’a girer. Parmak ısırtacak bir ses ve tekniğe sahip olmamakla birlikte, iyi bir tenor sayılır. 2009 Temmuz’unda 15. Klosterneuburg Açıkhava Opera Festivali’nde Donizetti’nin Alayın Kızı Operası’nda Tonio rolüne çıkar.

İsrail-FETÖ güzergâhı

Ancak, esas öykü 2011’de başlayacaktır. Aynı rolü, Tel Aviv’de İsrail Operası için canlandırır. Aylardan şubattır.

Hırslı Caner oğlumuz siyasal bir viraja girme kararlılığındadır. Çünkü 2011 Şubat’ında İsrail’de, üstelik İsrail Operası için sahneye çıkmak önemli bir risk almaktır.

Türkiye-İsrail ilişkileri en düşük seviyesine inmiştir. Çok ciddi bir gerginlik vardır.

11 Ocak 2010’da, Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından, Kurtlar Vadisi adlı dizide anti-semitizm yapıldığı gerekçesi ile kameralar ve basın mensupları önünde ağır biçimde aşağılanmıştır.

Şok tam atlatılamamışken bu kez çok daha büyük bir krizin tetiğine basılır. Filistin’e yardım götüren Mavi Marmara gemisi uluslararası sularda 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail askeri güçlerinin saldırısına uğrar. İsrail askerleri 10 Türk vatandaşını öldürmüş, 56’sını yaralamıştır. Ülkede, tıpkı uluslararası kamuoyunda olduğu gibi geniş yankı bulan olay büyük bir tepkiye yol açar. Bütün siyasal kesimler İsrail’in devlet terörüne karşı birleşmiştir. Bir grup hariç: FETÖ’cüler.

Pennsylvania’da yaşayan Fethullah Gülen Wall Street Journal’e verdiği demeçte, “organizatörlerin İsrail’in onayını almadan hareket etmesini otoriteye baş kaldırı” olarak niteler. “İsrail ile uzlaşma yolunu seçmemenin faydalı sonuçlar doğurmayacağını” belirtir. (NTV, 4 Haziran 2010)

FETÖ açık biçimde İsrail’in yanında yer almıştır.

İshak Alaton’un şahsında Yahudi sermayesinin 2011’den itibaren FETÖ’ye açık desteğini Karahan bölümünde yazdık. Bu destek daha önce de vardı ama Ergenekon sürecinde görünür olması tercih edildi.

Bu olaydan 3 yıl sonrasına, 22 Mart 2013 tarihine gelene kadar Türk-İsrail ilişkileri dip noktadadır.

İşte, böyle bir ortamda, Mavi Marmara olayından yalnızca 8 ay sonra, krizin en yoğun anında İsrail Operası’nın bir temsilinde sahneye çıkmanın anlamı ve mesajının yalnız ve yalnızca siyasal olabileceğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktur. FETÖ ve Caner oğlumuz herhalde tesadüfen yan yana gelmişlerdir. Türk Devlet Operası’ndan birinin davet edilmesinin de, söz konusu kişi sanatsal açıdan sıra dışı olmadığına göre, masumane olduğunu düşünmek safdillik olur.

Tek başına çıkıp rolünü söylemekle kalsa iyi, Caner oğlumuza bir başka koşul öne sürülür: İsrail askeri üniforması ile sahneye çıkmak. Üstelik, İsrailli sanatçıların hiçbiri o üniformayı taşımazken, yalnızca Caner oğlumuza giydirilmesi tesadüf sayılabilir mi?

İsrail askeri üniforması.                             Hocaefendi İsrail’i sever. Ben de.

İsrail askeri üniformasının tipik özelliği, berenin apolet kısmına yerleştirilmesidir. Youtube’da iki sahnesinin yer aldığı Tel Aviv temsilinde Caner Akın dışında beresi apolet kısmına yerleşmiş olan başka bir asker yok.

İşin siyasal mesaj olduğunun bir başka göstergesi, reji, dekor ve söz konusu askeri kostümlerin Alayın Kızı’nı bu tarihten 5 yıl önce (2006) Tokyo’da sahnelemiş olan Bolonya Belediye Operası’nınkilerin (Teatro Comunale di Bologna) aynısı olduğu halde, tek farkın Caner oğlumuzun üniformasının İsrail askeri üniformasına dönüştürülme çabasıdır. Oğlumuzun, Ah! mes amis, quel jour de fête… ve Pour me rapprocher de Marie aryalarında beresi apolet kısmında görünürken, diğer askerlerin böyle bir görüntüsü olmaması anlamlıdır.

Dedik ya, Caner oğlumuzun hırsı ve bir an önce sivrilme arzusunun hiçbir etik, ideolojik, siyasal sınırı yoktur.

FETÖ’nün çok sevdiği insan malzemesi budur.

Caner oğlumuza açılan kapılar

Bu olayın ardından, doğal olarak, FETÖ’nün etkin varlığının gözlemlendiği Almanya’da, Yahudi lobisinin de desteği ile bir iki temsilde daha görülecektir. Ama sanatsal kapasitesi Batı coğrafyasında özel bir dikkate konu olacak nitelikte değildir. İşler ülkede daha kolay yürür:

Aynı yıl, 2011’de Anadolu Üniversitesi’nde ders vermeye başlar. Henüz 30 yaşında bile değildir. Şan hocalığı için şaşırtıcıdır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin Abdullah Gül tarafından çok tartışmalı biçimde atanan (2009) rektörü Davut Aydın’ın, islamcılara, özellikle FETÖ ile yakınlığı basında bolca yer almış AKP milletvekili Murat Mercan’a yakın olduğu iddiaları yeni değil. Ricaları kırmayacağı kesindir.

FETÖ-Saray savaşımının giderek arttığı 2013-2014 sezonunda FETÖ’nün büyük yığınak yaptığı Kazakistan’ın Astana şehrinde özel bir davet üzerine sahneye çıkıp, Carmina Burana “Tenor Solo” söyleyecek, (Goethe-divan.com, 12 Şubat 2019) ancak, 15 Temmuz’dan sonra DOB’un resmi sitesinde yer alan CV’sinde bu bölümü sansürlemeyi uygun bulacaktır.

Yine aynı yıl, 2014’te, bu kez Mimar Sinan’da ders vermeye başlar. Rektör Yalçın Karayağız, Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği (2006), islamcıların pek sevdiği bir isimdir. 18 Aralık 2012’de Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelişini protesto eden öğrencilere sert müdahalede bulunan polisin tavrı eleştiri konusu olmuş, bazı rektörler ise öğrencileri kınayan bir bildiriye imza atmışlardır. Karayağız bunlardan biridir. Kendisine yapılan “AKP’nin adamı” suçlamasına, öğrencilerin karşısında, “Bu zamanda hangi rektör var ki, AKP’nin adamı olmasın” diyerek yanıt verecektir. (haber.sol.org, 3 Ocak 2013) (video: dailymotion.com)

Deniz Gezmiş’in heykelini kaldırtmasından, ucube heykel tartışmasındaki tavrına, hep islamcıların yanında yer almış bir isimdir.

Elbette oğlumuz için gelen ricaları kıracak değildir.

İsrail olayı hassas bir döneme denk geldiği için içeride PR’ı yapılmaz. Yıpratılmak istenmez. Gelecek için yatırım yapılan isimlerdendir. Tıpkı Karahan gibi. Caner oğlumuzun 2018 Ocak’ında birdenbire rejisör olarak ortaya çıkışı ile oğlanın aynı tarihte genel müdür oluşu, birbirlerinden bağımsız değildir. Aynı sürecin değişik görünümleridir. Tan Sağtürk de ekip arkadaşları olarak bu tabloya eklenecektir.

Kankam Caner, kankam Tan!

28 Haziran 2016’da Türkiye ile İsrail arasında varılan anlaşma ile Mavi Marmara dosyası tamamen kapanır. İki hafta sonra FETÖ’cüler mutlak iktidar kartını oynayacaklar ve partiyi kaybedeceklerdir.

Karahan bölümünde anlattık; Saray’ın DOB, CSO, orkestralar, çoksesli koro gibi kurumlarda seçim lüksü yoktur. Laik cumhuriyetçi ağırlığa karşı tek seçeneği yine onlar içinden çıkmış işbirlikçilerdir. FETÖ’cü, Saray’cı, filan tarikatçı gibi ayrışmalar zaten olamaz. Osmanlı ecdadımızdır, makam müziği öz müziğimizdir, Osmanlıca öz dilimizdir, dinimiz diyanetimiz bizi biz yapanlardandır diyen herkes islamcılar için büyük piyangodur, makbul ötesidir. FETÖ ile doğrudan ya da dolaylı bağlantılarının hiçbir önemi yoktur çünkü islamcıların yukarıda sayılan görüşleri, ister FETÖ’cü, ister Saray’cı, ister filanca tarikatçı olsun ortak çatılarını oluşturur. Karahan, bu anlamda, onlardandır. Genel müdür yaparlar. Yanına, İstanbul’da aynı görüşlere sahip, Karahan ile aynı ilişki ağından gelen diğer bir militanı, Caner oğlumuzu koymaları zor olmayacaktır. Aynı sürecin CSO’da da işletildiğini belirtelim.

GİS muamması

Bu arada, 2015 yılında, FETÖ-Saray gerginliğinin zirve noktasına evrildiği bir sırada Caner oğlumuz benzer yönde bir siyasal-ideolojik adım daha atar: GİS ile ilişkiye girer. Daha doğrusu GİS’çiler onu bulur. Tesadüf diyelim.

GİS mi nedir?

Girişim Savaşçısı.

Yani?

FETÖ’nün 17-25 Aralık 2013 tarihinden üç buçuk ay önce kurulmuş bir teşkilat.

Kendi internet sitelerinde anlatıldığına göre şu:

Girişim savaşçısı bir doktrindir. Girişimcilikle ilgili önerdiği yaşam stilini katılımcılarına şırınga ediyor ve takibinde tüm mezunlarını bir arada tutarak başarılarını kalıcı kılıyor.” (girisimsavascisi.org)

Peki, bu doktrinin amacı ne ki?

1) Kişilere sıfırdan kendi işlerini kurdurmak.

2) İşini zaten kurmuş olan kişilerin projelerini büyütmek.

3) Kurum içi girişimciliği hedefleyenlere terfi ya da transfer aldırmak.”

İyi hoş da, bunlar iş kurup malı götürmek isteyenler için. Opera gibi yüksek sanatlardakilerin, üstelik DOB gibi bir kamu kurumunda olanların bu işlerle ne ilgisi olabilir?

Sakın, kurum içi terfiden, müdürlük kapmak anlaşılıyor olmasın? Ya da özel sektörle opera falan yapıp parayı tokatlamak?

3. Milli Kültür Şûrası özel sektör baş tacıdır, demişti ya…

Hadi, bir an için öyle olduğunu düşünelim; bu nasıl gerçekleştirilebilir?

Kolay. 8 hafta kursa gidiyorsunuz. 120 ders, 90 uygulama ve sıkı bir ücret karşılığında Ferrari’ye dönüşüyorsunuz. Artık sizi kimse tutamıyor.

Bu, “dünyanın ilk disiplinlerarası girişimcilik programıDünyada ilk kez bir SAS komandosu, Aikido sensei dövüşçüsü, klinik psikolog, siyaset bilimci, sporcu, sanatçı… iş dünyasının önde gelenleriyle buluşup” bir ekip kuruyorlar ve bu ekip sizi 8 haftada öyle bir donatıyor ki, paranın yerini kilometrelerce uzaktan tespit edebiliyorsunuz.

Komando eğitimi, Aikido sensei falan kazanılacak parayı korumak için olsa gerek.

“İş dünyasının önde gelenleri”nin başında elbette Leyla Alaton var. FETÖ’ye büyük sempatisi ve desteği olan İshak Alaton’un kızı. 15 Temmuz’dan sonra rüzgâr dönünce, şirketlerinde çalışanlardan bazılarının FETÖ ile bağlantılı olabileceği şüphesini savcılığa suç duyurusu biçiminde iletip, araştırılmalarını isteyen iş kadını. (CNN Türk, 14 Aralık 2017)

Sözü edilen donanım nasıl nitelikler kazandırıyor?

“Fütüristik öngörüleme ve trendifikasyon, Kuantum mekaniği, genetik, kahramansı iş etiği mimarisi, tezahür çıkarımı ve kişisel menkıbe yaratımı, odak grup ve gizli müşteri faaliyetleri, Kirpi modeli, savunma sahası ve savanna tercihlemesi, paketleme modellemeleri, faturalama akışı, temel düzey kodlama, robotik modellemelerin inşa edilmesi, kitlesel fonlama, Blockchain ve kripto paralar, State ve Endowment modellemeleri, B2B pazarlama teknikleri, yurt dışından müşteri bulma, hunileme… vb.”

Bizim gibi sıradan insanların algı düzeylerini aşan işler!

DOB’u GİS’lemek

Tamam da, operacı Caner oğlumuzun bu konular ile ilişkisi nedir?

Oğlumuz işadamı mı olacak?

Neyi eksik? DenizBank’ı kafalayıp, ülkenin ilk özel çocuk operasını kurdurdu ya. GİS doktrini sayesinde değil mi?

Oğlumuz burada hem ders aldı, hem de ders veriyor. Liberal deyişle, mentor.

Şan dersi mi veriyor?

Dedik ya, biz algısı sınırlılardanız.

Bazı nitelikler ise istihbarat örgütü izlenimi yaratıyor:

“…askeri bakış açısı ve eylemci düşünce stili, yalanı ve manipülasyonu tespit etme, yıldırmaya karşı koyma, bilgi toplama ve gerçeği deşifre etme teknikleri, duygu durumu kontrolü, mental dayanıklılık, fotografik hafıza vb.”

Neyse, konumuz GİS değil. Caner oğlumuzun operaya taşıdığı GİS anlayışı.

GİS’i n kurucusu, kendi deyimi ile kreatörü, Berke Sarpaş adlı yerli ve milli liberal “guru”muz. Kolayca tahmin edileceği üzere tam bir Bilkent civcivi. Şirket, satış, tahsilattan oluşan derinlikli bir yaşam felsefesine sahip. 2015 yılında Caner oğlumuza hayatının amacını belirginleştirmesinde yardımcı olup, GİS doktrinini şırınga etmiş. Bu doktrinin özünde “fark yaratmak” varmış. Caner oğlumuz da Guru Berkeye karşılığında şan dersi veriyormuş. Ayrıca, GİS’in “usta birliklerine verdiği mesajlar onların hayatlarında dönüm noktası oluyor”muş. (GİS Zoom yayını, Facebook-Watch, 14 Nisan 2020)

Oğlumuzun 2011-İsrail çıkışı ile başlayan “fark yaratma” eğilim ve yeteneği giderek artmış ve Saraydan Kız Kaçırma ile tavan yapmış görünüyor. Guru Berke ile buluşmaları zaten kaçınılmazdı.

Hayatın amacı Osmanlı’dan geçer

GİS eğitiminde edindirilen nitelikler arasında bizim Caner oğlumuzla ilişkilendirebildiklerimiz, algısı sınırlılardan olduğumuz için ancak birkaç tane olabildi:

1) “Hayat amacı tespiti”: İDOB’a müdür, ardından da DOB’a genel müdür olmak. Tabii, bir de akçeyi yağlı yerinden kestirmek. Oğlumuz 2015 yılında Guru’su Berke ile karşılaşana kadar savrulan bir yaprak gibiymiş. Bakın nasıl anlatıyor:

“Ben bu kadar şey yaptım ettim ama bir gün seninle hayat amacıyla ilgili konuştuk. Hayat amacın nedir, dedin. Ben böyle bir kaldım. Bu kadar şey yapmışım ama, insan amacını belirlediği zaman onu durdurabilecek hiçbir şey yok. Ben artık hayat amacımın farkında olduğumu düşünüyorum… Berke ve Özgül benim ufkumu açtılar, beni bambaşka bir yere taşıdılar; bakış açısı olarak, görüş olarak. Çünkü ben bazı şeyleri bilmeden yapmışım bugüne kadar. Girişimcilik olsun, mücadele olsun, farkındalık olsun.” (GİS Zoom yayını, Facebook-Watch, 14 Nisan 2020)

Yani, oğlumuzu artık durdurabilecek bir güç yok; bakalım, müdürlüğü kapabilecek mi?

2) “İlham verme ve kitleleri harekete geçirerek dünyayı değiştirme. Savaşçı ruh ve hayatı idame azmi.”: Caner oğlumuzun hırsı, savaşçı ruh ve azmi Osmanlı’nın o güzel fetih ideolojisine çok uygun da, o nedenle mi, cihanşümul medeniyet ve imparatorluğumuzu sahnede de olsa ihya edip, kitlelere ilham ile onları harekete geçirmek ister? Bugün sahne, yarın hayat! “Yeniden Osmanlı” sloganının kitleleri harekete geçirip, bir dünya devleti kurduğumuzu düşünseniz ya!

Öte yandan, bu yaklaşım, 3. Milli Kültür Şûrası’nın Osmanlı’nın dirilişi kararıyla tam bir uyum içindedir.

Ayrıca, böyle bir diriliş opera sanatı açısından da yadırganmayacaktır. Çünkü Osmanlı operanın İtalya’dan sonra neredeyse ikinci vatanıdır. Oğlumuzu dinleyelim:

“Osmanlı Devleti zamanında İtalya’da yapılan çok fazla operanın ilk temsilleri yapıldıktan sonra, parası ödenerek, o kumpanyalar buraya getirtiliyor. Yani, başka ülkelere de değil, direkt İtalya’dan sonra İstanbul’a gelip, burada temsilleri yapılıyor… İtalya’dan buraya yolculuk, o kadar dekor, kostüm, insanlar kaç kişi geliyor, düşünsenize. Bunlara ciddi paralar ödeniyor. O temsiller burada yapılsın, diye. Neden bu paralar ödeniyor? Sadece, biz burada temsil yaptırdık, demek için değil. İnsanlar geliştikçe, ilerledikçe sanata aşkları daha fazla artıyor… O dönem gelen eserler tabii ki, halkla ya da bunun çok farkında olmayan insanlarla paylaşılamıyor belki, o zamanın şartlarından dolayı, ama ciddi anlamda devlet erkânında, yöneticilerde, toplumun önde gelen eğitimcilerinde ya da din adamlarında ciddi anlamda ilgi görüyorlar. Bunlar o dönemi hayal ettiğinizde o kadar güzel şeyler ki.” (Pera’dan Operaya, Küçükçekmece TV, 10 Mart 2021)

“Osmanlı’nın son döneminde belki halkın tamamı gelmiyordu ama, bu sanata [operaya] yapılan yatırım ve ilgi küçümsenecek noktada değildi.” (Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Oğlumuz İDOB sahnesinde Osmanlıca Saray övgülü opera yönetmekle kalmıyor, din adamlarının dahi opera izlemeye koşar adım gittiği bir imparatorluğumuz olduğunu bize anımsatıyor. Bu durumda, laik cumhuriyet zaten çok olgun bir opera ortamı ve geleneği devralmış oluyor. Tam bir devamlılıktan söz edilebilir.

Zaten, opera sanatında Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığını vurgulamak için, Pera’dan operaya başlığını bizzat Caner oğlumuz koyuyor. (Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Artık buradan da müdürlük çıkmazsa, hiçbir yerden çıkmaz. Hatta, Osmanlı’da din adamı-opera ilişkisinden genel müdürlük bile çıkabilir.

Devrimci opera

3) “Asla vazgeçmeme, devrimci bir marka inşa etme, misyon güdümlü liderlik.”: Operada misyon güdümlü bir liderlik yapılarak, devrimci bir marka nasıl yaratılabilir? “Devrimci” deyince ürkmenize gerek yok, buradaki devrimci, daha önce hiç yapılmamış, cesaret göstererek alışılmışın ötesine geçen işler anlamında. Oğlanın marka, anti-statüko falan tarzı söylemleri var ya, işte o minvalde… Disiplilerarası deseniz de olur.

3. Milli Kültür Şûrası disiplinlerarası demişti ya…

Troya, Göbeklitepe gibi işlere Saraydan Kız Kaçırma da eklenir. Osmanlıca tuluat operası. Daha önce kimse denemedi. Dünyada bir ilk. Ayrıca, “orkestra şefi Murat Cem Orhan yüzyıllardır icra edilen W. A. Mozart’ın müziğine bambaşka bir yorum” getirerek, (Milliyet, 20 Eylül 2020) devrimci markaya destek oluyor. Bu müzikal yorum da dünyada bir ilk.

Oğlanda Zeki Müren, oğlumuzda tuluat!

Daha müdür bile olmadan bu misyona liderlik eden Caner oğlumuzu bir de müdür/genel müdürken düşünün…

Bitmedi; DenizBank Çocuk Operası için sahnelediği Papagenolar’da, Mozart’ın müziğine öyle müdahaleler yaptırıyor ki, kendi deyişi ile, “Bugün Avusturya’da böyle bir şey yapsanız, sizi vururlar, kim vurduya gidersiniz.” (Aslı Öymen’le Yaşasın Sanat, Woman TV, 26 Eylül 2019)

Oğlumuz gerçekten devrimci, misyon lideri!

Bu devrimci bakış, operamızın bugününü değerlendirme sürecinde de kendini hemen belli ediyor:

“Şu anda Türk operası olarak ciddi eserler ortaya konuyor. AKM açılışı yapılacağı zaman, Hasan Uçarsu’ya Mimar Sinan Operası siparişi verildi… çok severim, bizim de hocamız, oturmuş deli gibi eseri yazıyor. Bakar mısınız ne kadar değerli bir şey.

[Operada onlara yetiştiğimizi] Batı şaşkınlıkla izliyor… Bizim kendi kültürümüzün, kendi toplumumuzun getirdiği bazı unsurlar var. Bunları operaya kattığınızda dünyada çok ilgi çekici bir yere geliyor opera… Bizim bestecilerimizin yazdığı eserler, mesela Selman Ada çok ciddi opera eserleri besteledi, şu anda da besteliyor; verdiği eserler Almanya’da oynandığı zaman, insanlar diğer o klasik eserlerden çok daha fazla ilgi gösteriyorlar, koşa koşa gidiyorlar… Bizim bu kadar kısa yıl içerisinde böyle atılım yapmış olmamız ciddi anlamda hayranlık uyandırıyor. Dünyadaki büyük sanatçılar, normalde aldıkları kaşelerden çok çok daha azını alarak buraya gelmeyi kabul ediyorlar, çünkü Türkiye’ye inanılmaz ilgi duyuyorlar ve bizim bu kadar kısa sürede yaptığımız atılımlardan dolayı yanımızda olmak istiyorlar. Dünyada çok opera sanatçısı arkadaşım var. Caner, gerekirse para almayalım, uçağı, oteli karşılayın, gelip konser yapalım, düşüncesindeler. Bunun bizim ne kadar ileri gittiğimizi gösterdiğini düşünüyorum.” (Pera’dan Operaya, Küçükçekmece TV, 10 Mart 2021)

Şimdi, söyler misiniz, Caner oğlumuz müdür olmayacak da kim olacak?

Allah Guru Berke’den razı olsun. Oğlumuzu irşad eylerken, operamızın da ufkunu genişletmiş. Anlaşılan, bu ülkenin kalkınmasının tek yolu, kritik görevlere Bilkentlileri getirmekten geçiyor.

Aklınıza şu soru takılmış olabilir: Peki, bizi Batı ile eşit düzeye getiren bu opera devrimini nasıl başardık?

Hayır, hayır, konservatuar, eğitim falan gibi unsurları “çok iyi oturttuğumuzu söyleyemeyiz.”

Peki, nasıl oluyor?

“Biz Türkler olarak bir şeyi kafaya koyduğumuz zaman yapamayacağımız hiçbir şey yok, yeter ki, kafaya koymamız önemli… Gerçekten kendini adayan insanlar çalışıyorlar, o adanmışlıklarından vazgeçmedikleri için, o Don Kişot’vari yaklaşımlarından vazgeçmedikleri için ilerleme kaydediyoruz.” (Pera’dan Operaya, Küçükçekmece TV, 10 Mart 2021)

Anladınız değil mi?

Yoruma gerek yok.

Belki bir cümle:

Darwin’in sözüdür; “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir.”

Operada özel sektör çocukluğu

Caner oğlumuz tam bir özel sektörcü. Guru’su Berke’nin liberal aculluğu oğlumuzu epey etkilemiş. Buna, FETÖ’cü-İslamcı ağabeylerinin doğuştan esnaf kişilikleri de eklenince, vaziyet klinik boyutlara ulaşmış.

Oğlan ve milli tacirimiz Tan Sağtürk ile bir üçgen oluşturmaları gayet doğal; aynılar aynı yere. Figüran Arıkan da sofrada. Hafif tertip fasulyeden de olsa. Onlar doğuştan, Arıkan sonradan özel sektörcü.

Caner oğlumuz düşünür taşınır, operayı özel sektörle nasıl organik ilişkiye sokabileceğinin en gerçekçi yolunu bulur: Çocuk operası. Malum, bizim özel sektör devleti hortumladığı için cebinden öyle büyük kültür yatırımları falan yapmaz. Anlı şanlı festivalleri düzenleyen holdinglerin hepsi, masrafların büyük kısmını devlete ödetir. Festivallerden kâr bile ederler.

Caner oğlumuz 28 Ocak 2018’de İDOB’ta ilk çocuk operasını sahneler: Sihirli Flüt (Tamino’nun Rüyası). Bu dönem Karahan’ın genel müdürlüğe getirildiği dönemdir. Figüran Arıkan, bazı özel nedenlerin de itimiyle derhal oluru verir. Bir yıl sonra, 22 Ocak 2019’da bu kez bir çocuk müzikali Gezginci Şövalye’yi sahneler.

Ancak, bu işler devlette olduğu için para getirmez. Para getirmeyen sanat da sanat sayılmaz. Mutlaka özel sektöre uzamalıdır.

“Opera şarkıcılığı bana yetmemeye başladı… Daha fazla bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim ve çocuk operası konusuna yoğunlaştım… Sonra kendi özel çocuk operamızı kurduk, DenizBank’la.” (Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Ulu Manitu Hakan Ateş

Saray katının muteber bankacısı DenizBank Genel Müdürü Hakan Ateş’e rica edilir. Sanatsever Ateş ricayı ikiletir mi? Derhal, “dünyada bir ilk olan DenizBank Çocuk Operası” kurulur. Tabii ki, Caner oğlumuz genel sanat yönetmeni olarak atanmak kaydıyla.

22 Eylül 2019’da ilk ürün Papagenolar, ardından 16 Şubat 2020’de, Wolfie Harikalar Operasında.

Bunların ne menem şeyler olduğuna girmeyelim. Papagenolar’da rol alan soprano Gamze Ayaydın’ın anlatımından bir parça aktaralım:

5 yaşında bir çocuk temsil sonrasında gelip bana sarıldı. Çok iyi dans ettiniz, çok iyi söylediniz, Allah ne muradınız varsa versin, dedi. Bu duası beni hüngür hüngür ağlattı.” (Aslı Öymen’le Yaşasın Sanat, Woman TV, 26 Eylül 2019)

Mesaj ilgili yerlere gitmiş olmalı.

DenizBank Genel Müdürü Hakan Ateş’i tanıyorsunuz, değil mi?

Ulu manitu Hakan Ateş: Saray’ın muteber bankacısı Caner oğlumuza el verir.

Caner oğlumuzun Ulu Manitu’su. Adı geçer geçmez secde ediyor:

“Kendisi çok iyi bir iş insanı olmasının yanında, inanılmaz bir sanatçı… [opera konusunda] hem eğitimi, hem deneyimi var, hem inanılmaz bir bakış açısına, vizyona sahip… DenizBank sanat yaşamımıza çok yön veriyor… Bu projeyi çok sahiplendi ve o kadar başka bir noktaya taşıdık ki…” (Aslı Öymen’le Yaşasın Sanat, Woman TV, 26 Eylül 2019)

Oğlumuz biraz daha çabalasa, Hakan Ateş’ten opera sanatçısı bile imal edecek. Oysa, Ulu Manitu’nun opera ile tek bağı, ablası Nilgün Çelebi’nin Rengim Gökmen ile yakınlığı ve ağabeyinin sponsorluk kartı ile Gökmen’in genel müdürlüğü zamanında genel müdür yardımcısı yapılmış olması. Üstelik, ağabeyinden gelen paranın belki de daha fazlasını devlete zarar yazdırdığı biliniyor. Telif ücretleri ödenmeden sahnelenen yapıtlar ile ilgili yargı süreci sırasında uzlaşma yoluna gidilerek daha düşük maliyetle vartayı atlatamamanın önemli nedenlerinden birinin Nilgün Çelebi olduğu DOB kulislerinden sızan bilgiler arasında.

Ulu Manitu’nun müzik ile ilişkisine gelince; Patronlar Korosu’nda söylüyor.

Patronlar Korosu’nu bilmiyor musunuz?

C Majör İş’ten Sesler Korosu.

2016’da kurulmuş koronun tamamı iş dünyasının etkin isimlerinden oluşuyor. Popüler şarkı, türkü korosu. Esasen alaturka altyapısındalar. 120 kişiler ama sahnede genellikle 60 ile 80 kişi arasındalar.

Koroyu çalıştıran, yöneten kişi İDOB sanatçısı soprano Özlem Abacı. Ama bildiğiniz sopranolardan değil. İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı mezunu. Alaturkacı. Hayalî’den, Şeyh Galip’ten falan gazeller okuyor. Ney eşliğinde şiirler döktürürken semazenler dönüyor. Saray kültürüne pek yatkın.

Neyse, koromuzu kendi haline bırakıp, Hakan Ateş’in siyasal bir iki çizgisine değinelim.

Tartışmalı konum

Denizbank’ın kurulduğu günden beri, 24 yıldır genel müdürlüğünü yapıyor. Bu arada banka 4 kez el değiştirdi. İlginç olan son sahibi: Dubai merkezli Emirates NBD. Yani, Birleşik Arap Emirlikleri. Oysa, Birleşik Arap Emirlikleri’nin 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin arkasındaki finans gücü olduğu, bu iş için 3 milyar dolar tahsis ettiği bizzat Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından dile getirildi.

2018 Mayıs’ında satış konusunda anlaşmaya varılır. Ancak, Saray’ın onayı beklenmektedir. Nisan 2019’da onay verilir, BDDK da Haziran’da mührü basar. 31 Temmuz’da devir tamamlanmıştır.

Hakan Ateş’in durumu, doğal olarak, tuhaftır. FETÖ destekçisi bankanın genel müdürü. FETÖ destekçisi banka da DOB sponsoru.

Tabii, derhal gerekli PR çalışmaları başlar:

“31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde AKP’nin seçim sonuçları ve uluslararası finans çevrelerinin Türkiye’ye yönelik güvensizlik mesajları kabine revizyonunu gündeme taşıdı. Uluslararası finans çevrelerinin yakından tanıdığı Hakan Ateş’in, Berat Albayrak yerine Hazine ve Maliye Bakanlığı’na getirileceği konuşuluyor.

Bu iddiaların gündeme geldiği saatlerde, BDDK’nın Denizbank’ın Emirates NBD Bank PJSC’ye devrine ilişkin yapılan başvuruyu uygun bulması dikkat çekti.” (T24, 28 Haziran 2019)

İşte, Denizbank Çocuk Operası tam da bu tarih aralığında kurulacaktır. Güzel makyaj, değil mi?

Böylece, Hakan Ateş de, banka da aklanmış oluyor ama, bu kez de, Saray’cı Manitu görüntüsü çıkıyordu. Üstelik, Ateş’in Saray’a gül demeti yollaması daha önce, 2018 Ağustos’unda başlamıştı. Bankanın Birleşik Arap Emirlikleri’ne satışı başvurusundan yaklaşık 3 ay sonra. Kur krizi yaşandığında:

“Enflasyon, faiz ve kur hareketleri beklentiden ibarettir. Endişeye mahal olacak bir durum yoktur… Bunu bir krizden ziyade, politik ağırlıklı bir spekülatif atak olarak değerlendirebilirsiniz.” (T24, 28 Haziran 2019)

Saray, döviz kuru krizini siyasal manipülasyon sayıp, halkı dövizlerini bozdurmaya çağırır; Ateş de gereğini ıskalamaz:

“Doğru kararlar doğru zamanda alındı… Denizbank müşterileri dünya kadar dövizi TL’ye çevirdi… Türkiyemiz ve insanımız bırakın bu spekülatif hareketleri, çok ağır krizleri bile atlatacak dayanışma ruhuna sahip…” (Diken, 14 Ağustos 2018)

2019’da ülkenin ekonomik tablosunu olumlu bulur ve faizlerin düşürülebileceğini söyler. (Sözcü, 24 Temmuz 2019)

Artık vitesi büyütmüştür; ekonomiye övgüler düzerek, “krizlere karşı dayanıklı Türk ekonomisi 2021’in ikinci yarısından itibaren salgın sürecini aşıp, en az zararla atlatacak” der. (AA, 22 Aralık 2020)

Hepsi doğal. Başının üzerinde Demokles’in kılıcı varken…

Oğlum oğlum Caner oğlum…

Caner oğlumuzda daha film işler de var: Okuldaki öğrencilerine şan egzersizlerini kuantum fiziği modelinde yaptırmak; GİS eğitim programında var da. Astrolojik haritalar, Spritüalizm ve fiziksel temasta bulunmadan maddeye hükmedebilme seansları vb.

Biliyorsunuz, islamcılar laik cumhuriyetin eğitim ve kültüre yaklaşımındaki “bilimsellik”, “çağdaşlık” ölçütlerini pozitivizm olarak yaftalayıp, lanetlerler çünkü pozitivizmin materyalizme, onun da inançsızlığa götürdüğünü söylerler. O noktadan itibaren materyalizm karşıtı her düşünce akımını sularlar. Açıktan ya da gizliden.

Neyse, sanırım yeterli. Oğlumuzu tanıdınız.

Yine de kendisine çok okuması, bilgisini, görgüsünü çok ama çok arttırması yönünde öneride bulunalım. Madem siyasete meraklı, saçma salak işleri bırakıp, islamcılardan hayır gelmeyeceğini, çünkü işlerinin bittiğini bir an önce görmeli. Onlar gidince, oğlan da, tacir de bir şekilde sıyırır, arkaları sağlam, ama kendi okka altına gider. Aman dikkat!

Tacir dedik de, Tan Sağtürk’ü bekletmeyelim. Ne de olsa dansın büyük tüccarı. Ayıp olur.

Yarın: Milli tacir Tan Sağtürk.

[email protected]