"İstihdam biçimlerinin ve işgücü niteliklerinin esnekleşmesi, işgücünün yetiştirilmesinde birincil araç olan eğitimin ve dolayısıyla MTE sistemlerinin dönüştürülmesini zorunlu kılmıştır."
Haluk İŞLER*
Ulusal merkezi eğitim sistemleri altında örgütlenerek kurumsallık kazanmış mesleki-teknik eğitim (MTE) sistemlerinin gelişimi, 16. yy.da tarih sahnesine çıkan sanayi kapitalizminin gelişim süreçlerine paralel bir seyir izlemiştir. Sanayi kapitalizmi tarihi de ana hatlarıyla sanayi devrimleri üzerinde şekillenmiştir.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin karakterize ettiği sanayi devrimleri kendi dinamiklerine uygun üretim yöntemlerini yaratmıştır. Belli tarihsel koşullara karşılık gelen üretim tarzları, tüm ekonomik ve toplumsal yapılarla birlikte MTE sistemlerini de dönüşüme zorlamıştır.
20. yy.ın başlarında II. Sanayi Devrimini başlatan “Taylorist” (Fordist) yöntemlerin, mikro iş bölümüyle üretim verimliliğinde büyük artışlar sağlaması, sanayi kapitalizminin kâr ve sermaye birikimi açısından yeni bir sıçrama yapmasına olanak tanımıştır. Ancak 1970’li yıllarla birlikte değişen pazar dinamikleri karşısında tıkanmaya başlayan Fordist Sistem yerini, III. Sanayi Devriminin üzerinde yükseldiği esnek üretim sistemlerine bırakmaya başlamıştır. Üretimin esnekleştirilmesi, mikroelektronik, otomasyon, robotik gibi teknolojilerle mümkün olabilmiştir.
Yüksek bilimsel ve teknolojik bileşime sahip olan esnek üretim sistemleri, iş yaşamı, istihdam yapıları ve işgücü niteliklerinde köklü değişiklikler getirirken, bunlara paralel olarak MTE sistemlerinde de önemli değişiklikleri zorunlu kılmıştır.
Bu makalede, II. Sanayi Devriminin odağını oluşturan Fordist Sistemin krizinin nedenleri, III. Sanayi Devriminin iç ve dış dinamikleri ile esnek üretim sistemleriyle şekillenen yeni toplumsal ve ekonomik yapıların MTE sistemleri üzerinde yarattığı dönüşümler ele alınmıştır.
Not: Bu makale, 14.09.2024 ve 02.11.2024 tarihlerinde Sol Haber Portalında yayımlanan ve aşağıda erişim linkleri verilmiş olan, “I. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” ile “II. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” adlı makalelerin devamı niteliğinde yazılmıştır. Ancak bu makalenin bağımsız olarak da okunabilmesi için “Giriş” bölümünde önceki makalelerin genel hatlarına değinilmiştir.
Giriş
15. yy.dan itibaren Avrupa’da başlayan ve aydınlanma devrimi olarak nitelenen Rönesans ve Reform süreci, toplumsal, ekonomik, siyasal, bilimsel ve teknolojik alanlarda birçok gelişmeye eşlik etmiştir. Bu dönemde feodal üretim tarzının çözülme dinamiklerinin ortaya çıkmasıyla birlikte ticaret kapitalizminin giderek palazlanması, belirginleşmeye başlayan toplumsal, ekonomik, siyasal dönüşümlerin de maddi temelini oluşturmuştur.
İlkel komünal toplumlardan sanayi kapitalizmine kadar olan binlerce yıllık dönemde uygulanan zanaatkârlık üretiminde tüm süreçler, çok uzun süreli çıraklık ve kalfalık eğitiminden geçerek kalifiye emeğe sahip olan zanaatkârlar (ustalar) eliyle, basit alet ve tezgâhlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Üretimin tüm süreçlerine hâkim olan ve bu yüzden işine yabancılaşmamış olan zanaatkârlar aynı zamanda çırak ve kalfaların eğitiminden de sorumludur. Zanaatkârların bir araya gelerek oluşturdukları loncalar, 15. yy.dan itibaren, tutucu, dışa kapalı, lonca dışındaki üretim girişimlerine izin vermeyen ve üretimde iş bölümüne olanak tanımayan yapıları nedeniyle üretiminin kapitalistleşmesine engel olmaya başlamıştır. Zanaatkârlığa dayalı üretim ve örgütlenme biçimlerinin, gelişen ekonomik ve ticari ilişkilere hem nitel hem de nicel olarak yanıt veremez hale gelmesi, yeni bir üretim örgütlenmesini içeren manüfaktürün ortaya çıkış koşullarını yaratmıştır.
Loncaların dışında faaliyet gösteren zanaatkârlar ve tüccarlar zamanla loncaların kısıtlayıcı etkilerinden kurtulmak için iş birliği yapmaya başlamış, ticareti iyi bilen ve zanaatkârlara iş dağıtarak kapitalistleşen tüccarlar, işveren durumuna gelerek zanaatkârların ürettiği ürünlerin ticareti üzerinden sermaye birikimlerini hızla arttırmıştır.
Başlangıçta mekânsal olarak dağınık durumda faaliyet gösteren zanaatkârlara iş dağıtan tüccarlar/kapitalistler, üretimde mekânsal dağınıklığın yarattığı eşgüdüm ve iş bölümünün artırılamamasına ilişkin sorunlar nedeniyle üretimin tek bir yerde toplanmasına yönelmişler, üretimin tüm süreçleriyle tek bir yerde yani atölyelerde toplanması, iş bölümü ve üretim örgütlenmesi açısından büyük kolaylıklar sağlamıştır.
Zanaatkârların kapitalistin mülkiyetinde olan atölye ve üretim araçlarıyla üretim sürecindeki iş bölümünün birer parçası haline getirilmeleri yeni bir üretim örgütlenmesi olan manüfaktür üretimini ortaya çıkarmıştır. Sanayi kapitalizminin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan teknik ve ekonomik koşulları yaratan manüfaktür üretimi, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuva sınıfıyla birlikte, emeğini kapitaliste satmak zorunda kalan işçi sınıfını ön plana çıkarmaya başlamıştır. Bu gelişmeler, feodal üretim tarzıyla birlikte zanaatkârlık üretiminin de tasfiye sürecini hızlandırmıştır. Ancak bu evrede manüfaktür üretiminde henüz makineleşmeye geçişin koşulları oluşmamıştır.
18. yy.da, özellikle Avrupa’da giderek artan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, enerji ve üretim makinelerinin yapılabilmesini mümkün kılan olgunluğa erişmiştir. 1769 yılında, ilk kez bir enerji makinesi olarak beden gücünün yerini alan buhar makinesinin bulunması makineleşmede önemli bir sıçramanın başlangıcını oluşturmuştur. Manüfaktür atölyelerinin yerine kurulmakta olan fabrikalarda üretim makinelerinin çalıştırılması için kullanılmaya başlanan buhar makinesi, üretimde büyük verimlilik artışları sağlamıştır. Buhar makinesinin bulunmasıyla birlikte üretimde makineleşme ve manüfaktür üretiminden fabrika sistemine geçiş süreci I. Sanayi Devrimi olarak adlandırılmıştır.
18. yy.ın ortalarından 19. yy.ın sonlarına kadar devam eden I. Sanayi Devrimi, fabrikalardaki üretim örgütlenmesinde ve emek süreçlerinde köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Makineleşmeye dayalı fabrika üretimi, beden gücünün yerini büyük ölçüde makinelerin aldığı, üretimin kitleselleştiği, işlerin basit ve rutin hale getirilerek teknik iş bölümünün arttırılabildiği, üretimde verimlilik artışının yanı sıra standardizasyonunun sağlanabildiği yeni bir teknik temel ve üretim örgütlenmesi ortaya çıkarmıştır. Fabrikalarda, ucuz, kalifiye olmayan ancak makine sayesinde yüksek kapasiteye ulaşan işgücü kitlelerinin çalıştırılması mümkün hale gelmiştir. Fabrikalarda uygulanan yeni tip üretim örgütlenmesi, işgücünün üretimdeki sorumluklarına bağlı olarak en alttaki işçiden en üst yöneticilere kadar çok sayıda hiyerarşik pozisyon ortaya çıkarmıştır. Fabrika sisteminde, makine üzerinde basit ve rutin işleri yapan işçinin emeğinin niteliği düşerken, makinelerin, tasarım, ayar, bakım ve onarım işlerini yapan işgücünün emeğinin niteliği ise yükselmiştir. Üretimde, işgücü hiyerarşisindeki kademeler arasında niteliksel farklar keskinleşirken, emeğin niteliğine ilişkin en önemli ayrışma kafa ile kol emeği arasında görülmeye başlamıştır.
Manüfaktür üretimiyle tarih sahnesine çıkan sanayi kapitalizmi, bir yandan I. Sanayi Devriminin itici gücü olan makineleşme ve fabrika üretiminin sağladığı verimlilik sıçramasıyla sermaye birikimini yoğunlaştırırken, üretim güçlerinde, üretim ilişkilerinde ve üretimin sınıfsal yapısında köklü dönüşümler meydana getirmiş, diğer yandan da bu dönüşümlere uygun toplumsal, ekonomik ve siyasal yapıları oluşturmaya başlamıştır. I. Sanayi Devrimi sürecinde yükselişini hızlandıran ve egemenliğini giderek arttıran sanayi kapitalizmi, tüm toplumsal alanlarda olduğu gibi mesleki-teknik eğitim (MTE) sistemleri üzerinde de önemli dönüşümleri zorunlu kılmaya başlamıştır. Bu dönüşümleri zorunlu kılan tarihsel, ekonomik ve siyasal koşullar, zanaatkârlık üretimindeki “usta-kalfa-çırak” hiyerarşisine dayalı MTE yapısını ortadan kaldırırken, yükselen kapitalizmin yapısal ihtiyaçlarına ve dinamiklerine daha uygun yeni tip kitlesel eğitim kurumlarını ön plana çıkarmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan ulus devletlerde eğitim merkezi ve kitlesel hale gelirken, MTE kurumları merkezi eğitim sistemlerinin bir parçası olarak genel eğitimin de verildiği resmi okullar haline dönüşmüştür.
19. yy.ın sonlarına doğru, buhar makinesinin teknik yetersizlikleri, klasik fabrikalardaki iş bölümü örgütlenmesinde yaşanan tıkanmalar, bilimsel ve teknolojik alanlardaki yeni gelişmeler II. Sanayi Devrimini doğuran teknik ve ekonomik koşulları ortaya çıkarmaya başlamıştır. Klasik fabrika sisteminin tıkanmaya başlamasıyla, kapitalizmin özellikle de sanayi kapitalizminin sermaye birikimini yoğunlaştırma hızı giderek yavaşlamış, bu durum kapitalizme özgü kriz dinamiklerini tetikleyen en önemli unsur haline gelmiştir.
19. yy.da hızlanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, başta elektrik ve içten yanmalı motorlar olmak üzere birçok önemli buluşun teknik temelini hazırlamıştır. 20. yy.ın başlarında, üretim yöntem ve örgütlenmelerine ilişkin geliştirilen Taylorist (Fordist) uygulamaların fabrika sistemine uyarlanmasıyla üretim verimliliğinde büyük artışlar sağlanmış, üretimde iş bölümü ve örgütlenme yapılarını bir üst aşamaya taşıyan bu süreç II. Sanayi Devrimi olarak adlandırılmıştır. Kapitalizmin sermaye birikim sürecini tekrar yoğunlaştırabilmesine olanak sağlayan II. Sanayi Devrimi, I. Sanayi Devrimi sürecinde olduğu gibi, kapitalizmin girdiği yeni aşamaya uygun, toplumsal, ekonomik ve siyasal kurumların da dönüşüm ya da ortaya çıkış zeminini oluşturmuştur.
Fordist Sistem üretim süreçlerinde, yoğun iş bölümü ve seri üretim teknikleriyle, basit ve rutin işleri yapan niteliksiz işçiden en üst düzey mühendis ve yöneticilere kadar çok sayıda kademeden oluşan oldukça dikey bir işgücü hiyerarşisi yaratmıştır. Bu işgücü hiyerarşisi aynı zamanda işgücü emeğinin niteliğine ilişkin de bir hiyerarşiyi temsil etmiştir. Bunun yanı sıra Fordist Sistemde emeğin nitelikleri üzerinden şekillenen iş ve görev tanımlarının ortaya koyduğu en keskin ayrım kafa ile kol emeği arasındaki ayrım olmuştur.
II. Sanayi Devrimiyle birlikte yeni bir sıçrama gerçekleştiren kapitalizm, MTE sistemlerini de kendi üretim tarzının gereklerine uygun olarak dönüştürmeye devam etmiştir. MTE kurumlarının yanı sıra öğretim programlarının tür ve düzeyleri, II. Sanayi Devrimiyle birlikte üretim örgütlenmelerinde ortaya çıkan farklı işgücü niteliklerine paralel olarak çeşitlilik kazanmaya başlamıştır. MTE öğretim programları, II. Sanayi Devriminin üretim dinamiklerine özgü iş bölümünün bir sonucu olarak dar uzmanlığa dayalı alan ve dallar çerçevesinde şekillenmiştir. Bir başka ifadeyle MTE öğretim programları bireyleri sınırları daraltılmış yeterliliklerle iş yaşamına hazırlayan bir yapıya bürünmüştür.
20. yy.ın başlarından itibaren kapitalizme büyük ivme kazandıran Fordist Sistem 1970’li yıllarda, kendi yapısal sorunları ve pazardaki yeni eğilimler karşısındaki yetersizlikleri nedeniyle tıkanmaya başlamıştır. Fordist Sistemin krize girmesi aynı zamanda III. Sanayi Devriminin ekonomik ve teknik dinamiklerinin filizlenmesine yol açan koşulları ortaya çıkarmıştır.
Fordist sistemin krizi ve İkinci Sanayi Devriminin sonu
20. yy.ın başlarında Frederick Winslow Taylor’ın (1856-1915) işletmelerde verimliliğin arttırılması ve üretim örgütlenmesinin geliştirilmesine yönelik çalışmaları iş dünyasında büyük yankı uyandırmıştır. Taylor, endüstriyel yönetim yaklaşımına ilişkin geliştirdiği temel ilkeleri 1911 yılında yayımlanan “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” adlı çalışmasında olgunlaştırmıştır. Taylor’ın ortaya koyduğu bu ilkeler bütününe “Taylorizm” denilmektedir. Taylor’ın geliştirdiği yönetim ilkeleri, ilk defa kapsamlı olarak ABD’de Henry Ford'un otomobil fabrikasında uygulamaya koyulduğu için “Fordizm” olarak da adlandırılmaktadır. Üretimde getirdiği yeni örgütlenme biçimlerinin yarattığı dönüşümle, II. Sanayi Devriminin başlamasını sağlayan ve halâ günümüzde de birçok sektörde yaygın olarak uygulanmaya devam eden Taylorist ya da Fordist ilkelerin temelleri kısaca şunlardır:
- İşleri olabildiğince küçük, basit ve rutin işler haline getirmek.
- İş için gerekli olan zaman ve hareket setlerini en aza indirmek.
- Üretimi, kayan ve hızı değiştirilebilen bir montaj hattı (bandı) üzerindeki istasyonlarda örgütlemek.
- Makineli üretim süreçlerini, birbiriyle bağlantılı tek amaçlı makinelerle, çok küçük ve basit işlemler serisi şeklinde planlamak.
- İşgücü ücretlerinde, mümkün olduğu kadar parça başı (akord) ücret ve prim sistemi uygulamak.
İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda büyük gelişme gösteren ve 1960'lı yıllarda “altın çağını” yaşayan Fordist Sisteme dayalı kapitalist ekonomiler, 1970'li yıllarla birlikte, petrol bunalımıyla tetiklenen ve sonrasında dünya çapında ekonomik bunalıma dönüşen derin bir krizin içine girmiştir. Fordist Sistemi krize sürükleyen nedenler ana hatlarıyla şunlardır:
- 1970’li yıllardan itibaren tüketici tercihlerinin standart (tek tip) ürünlerden uzaklaşması ve talebin özgün (kişiye özel) ürün çeşitlerine kayması nedeniyle değişen pazar dinamiklerine, büyük ölçeklerde, tek tip, ucuz ürünlerin üretimine dayalı olarak işleyen Fordist Sistem ayak uyduramaz hale gelmiştir. Esnek olmayan, arz merkezli ve kitlesel üretim yapan Fordist Sistem, kişiye özel, değişken tüketici tercihlerinin yarattığı talep merkezli esnek pazarlar karşısında tıkanmaya başlamıştır. Bu durum Fordist Sistemin varlık sebebi olan büyük ve istikrarlı pazarların çökmesine neden olmuştur.
- Fordist Sistemin pazarda hızla değişen talep karşısında esnek olamayışının nedeni, kayan montaj ve makineli seri üretim hatlarının zorunlu olarak standart (tek tip) ürünlerin üretimi için tasarlanmış ve örgütlenmiş olmasıdır. Fordist Sistemde yeni bir ürünün üretimine geçmek için, montaj ve seri üretim hatlarıyla birlikte, tüm makine, tezgâh ve teçhizatın yenilenmesi ve üretimin tekrar örgütlenmesi gerekir. Bu oldukça zaman alıcı ve maliyetli bir süreçtir. Fordist Sistemin çok kısa zamanda yeni bir ürünü üretme esnekliğine sahip olmaması nedeniyle, Fordist üretim yatırımları ancak çok büyük miktarlarda ürün satıldıktan sonra kendini amorti ederek kâra geçebilmektedir. Fordist Sistemde ürünün pazarda tutunamaması halinde -ki bu durum esnek talebe dayalı pazarlarda kaçınılmazdır- o ürünün üretimi için yapılan tüm yatırımlar işletme açısından büyük zarara yol açar. Fordist üretim tarihi, tek bir ürünün bile pazarda tutunamaması yüzünden iflas eden çok sayıda işletme örnekleriyle doludur.
- Fordist Sistemde kayan montaj hattı üzerine yerleştirilen istasyonlarındaki işlerin hepsinin aynı sürede yapılacak şekilde ayarlanması gerekir. İstasyonlara dağıtılan her bir işin yapılma süresinin montaj hattının akış hızıyla uyumlu hale getirilmesi, çok hassas zaman ve hareket etütlerini gerektiren oldukça zor bir iştir. Üretim süreçleri önceden ne kadar iyi planlanırsa planlansın, montaj hattının akışı sırasında istasyonlardaki işlerde, işçiler ve diğer faktörlerden kaynaklanan aksamalar nedeniyle koordinasyon bozukluklarının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu durum işlerin bazı istasyonlarda beklemesine bazı istasyonlarda ise sıkışmasına yol açar. Montaj hatlarındaki makinelerin ve işçilerin beklemesi üretimde büyük verimlilik ve maliyet kayıplarına yol açar. [Örneğin ABD otomobil sanayiinde, çalışma süresinin %25'inin iş istasyonları arasındaki dengesizlikten kaynaklanan beklemelerle geçtiği gözlenmiştir (TMMOB, Kasım 1993:12)].
- Fordist Sistemde, kayan montaj ve makineli seri üretim hatları üzerindeki istasyonların birinde meydana gelen aksaklık bazen uzunluğu kilometreleri bulan hattın tamamının durmasına neden olur. Hattın çok kısa süreyle bile durması üretimin kitlesel yapıldığı Fordist Sistemde işletme açısından büyük zararlara yol açar.
- Fordist üretim örgütlenmesinde kalite kontrol, hattın çıkışında, ayrı birimler tarafından ve genellikle de örneklem yoluyla yapılır. Bu tarz kalite kontrol yöntemi, hatalı üretimin çok geç fark edilmesine ve dolayısıyla ürünlerin büyük partiler halinde hatalı üretilmesine neden olur. Bu durumda hatalı üretilen ürünlerin bir bölümü ya doğrudan hurdaya ayrılır ya da yeniden onarıma alınır. Ürünlerin hurdaya ayrılması ya da onarıma alınması çok büyük zarar kalemleri oluşturur.
- Arz yönlü kitlesel üretim yapılan Fordist Sistemde çok büyük miktarlarda stokla çalışma zorunluluğu ölü sermaye ve depolama maliyetlerini arttırır. Üretilecek ürüne göre yapılan hammadde ve yarı mamul stokları, ürünün pazarda tutunamaması halinde büyük ölçüde atıl ya da boşa giden yatırım olarak kalır.
- Fordist Sistemde kayan montaj ve makineli seri üretim hatlarının akış hızının arttırılmasıyla, işgücünü daha hızlı çalışmaya zorlayarak birim zamandaki üretim miktarını dolayısıyla “göreli (nispi) artı değeri” arttırmak kapitalist açısından sıklıkla başvurulan bir yoldur. Ancak kayan montaj hattının hızının arttırılma düzeyi işgücünün mental ve fiziksel dayanma gücüyle sınırlıdır. Çünkü montaj hattının hızının arttırılmasıyla, istasyonlardaki eksik ya da hatalı yapılan işlerde ve buna bağlı olarak hattın sonundan çıkan nihai ürünün hata oranlarında artış olur. Bu durum yukarıda kalite kontrol konusunda dile getirilen sorunların daha da büyümesine yol açar.
- Fordist Sistemde işgücü hiyerarşi piramidi üretim örgütlenmesinin doğası gereği çok dikey ve basamaklar arasındaki görev tanımlarının sınırları oldukça katıdır. Bu kapsamda kafa ve kol emeği de birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır. İşgücü hiyerarşi piramidinde resmi (formel) iletişim sadece yukarıdan aşağıya olacak şekilde örgütlenmiştir. Yukarıdan aşağıya iletilen her türlü talimat ve yönergeye aşağıdaki kademelerin kesin uyması zorunlu hale getirilmiştir. Fordist yönetsel hiyerarşide üst kademelerin üretim örgütlenmesindeki tüm detaylara tamamen hâkimiyetinin mümkün olmaması ve aşağıdan yukarıya bir öneri ya da iletişim ağının bulunmaması nedeniyle, üst yönetimce öngörülemeyen ve birimlere dikte ettirilen hatalı ya da eksik uygulamalar üretimde uzun süre devam eder. Uzun süre müdahale edilmeden devam eden bu hata ve eksikler, doğal olarak verimsizliğe, yenilik geliştirme hızının düşük kalmasına ve nihai üründeki hataların fazla olmasına yol açar.
- Fordist Sistemde, kayan montaj ve makineli seri üretim hatlarında çalışanlar başta olmak üzere işgücünün emeği, mikro iş bölümünün bir parçası haline getirilerek üretim süreçlerinin çok küçük bir bölümünü gerçekleştirecek nitelik düzeyiyle sınırlandırılmıştır. Özellikle seri üretim hatlarında sürekli basit işleri tekrarlayarak çalışan işgücü adeta üretimin bir manivelası ya da aparatı haline getirilmiştir. Fordist mikro iş bölümü çerçevesinde çok sınırlı yeterliliklerle çalışan işgücü, üretim üzerindeki genel hâkimiyetini kaybettiği için işine yabancılaşmıştır. İşe yabancılaşma, üretimde dikey ve katı örgütlenme nedeniyle işgücü üzerindeki yoğun baskı ve denetim, üretimin aşırı yoğunlaştırılması ve sürekli aynı işlerin yapılması yüzünden yaşanan fiziksel ve mental çöküntü, işgücünün işe olan ilgi ve özenini azaltırken, işe gelmeme ve işten ayrılma oranlarını arttırmış, bu yüzden de Fordist fabrikalardaki işgücü devir oranları (turnover) giderek yükselmiştir. Örneğin otomotiv sektöründe seri üretim hatlarında çalışanların işte kalma süreleri birkaç yıla kadar düşmüştür. (İşgücü devir oranı, belli bir zaman aralığında işten ayrılan çalışan sayısının toplam çalışan sayısına oranını ifade eder. Bu oran genellikle yıllık olarak hesaplanır).
- Fordist Sistemde, mikro iş bölümünün getirdiği çok sayıda işgücü pozisyonlarının özellikle de kayan montaj hatlarındaki istasyonların ve tek amaçlı makinelerin yoğun olarak insan emeğini gerektirmesi nedeniyle, fabrikalarda çalışan işgücü sayılarında çok büyük artışlar olmuştur. Birçok Fordist fabrikada çalışan sayıları on binler düzeyine çıkmıştır. Çalışan sayılarının çok büyük boyutlara ulaştığı işletmelerde, çalışanların örgütlenerek birlikte hareket etmesi kolaylaştığı için, olumsuz çalışma koşulları karşısında artan grev, iş yavaşlatma gibi eylemler Fordist Sistemin tıkanışını hızlandırmıştır.
Görüldüğü gibi Fordist Sistemin krizi, değişen pazar dinamiklerinden, Fordist üretimin teknik temeli ile örgütlenme yapısından ve işgücünün çalışma koşullarından kaynaklanan sorunların bileşiminin bir sonucudur. Fordist Sistem 1970’li yıllarda artık, sermayenin teknik bileşiminde daha fazla makineleşme ve işin mikro iş bölümüyle yoğunlaştırılıp verimliliğin arttırılamadığı kritik bir noktaya gelip dayanmıştır. Bu süreçte kapitalizmin doğasında var olan kaçınılmaz ekonomik kriz ve buhranların temel dinamiğini oluşturan kâr oranlarındaki azalma eğilimi ve ona eşlik eden sermayenin birikim krizi kapitalist ekonomileri derin bir bunalımın içine itmiştir.
Genel hatlarıyla kapitalizmin kriz ve sıçrama dönemlerine paralel bir gelişim seyri izleyen sanayi devrimleri, kendisi giderek tıkanırken, bir üst devrimin ortaya çıkış dinamiklerinin nüvelerini bünyesinde doğurmaya başlar. Tüm toplumsal ve ekonomik süreçlerde olduğu gibi, sanayi devrimleri de doğal olarak birbirleriyle diyalektik bir etkileşim içindedir. Odağında Fordist üretimin yer aldığı II. Sanayi Devrimi, Fordist Sistemin kriziyle birlikte giderek hâkimiyetini yitirirken yerini, yeni teknolojiler ve esnek üretim örgütlenmeleri üzerinde yükselen III. Sanayi Devrimine bırakmaya başlamıştır.
Üçüncü Sanayi Devrimi
1970’li yıllarla birlikte, giderek dünya çapında bir ekonomik bunalıma dönüşen Fordizmin tıkanıklığını aşmak amacıyla, üretim süreçlerinin yeniden örgütlenmesine ve üretim teknolojilerinin geliştirilmesine yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. Özellikle 1980'li yıllardan sonra giderek artan bu yenilik ve dönüşümlerin odak noktasını, Post-Fordizm olarak da adlandırılan "esnek üretim sistemleri (FMS-Flexible Manufacturing System)” oluşturmuştur. Üretim örgütlenmelerinde, yeni teknolojilerle birlikte Fordist Sistemden esnek üretim sistemlerine geçiş süreci III. Sanayi Devriminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Kapitalist sistem, bir yandan esnek üretim sistemleriyle Fordizmin tıkanıklığına ve onun yarattığı sermaye birikim krizine çözüm üretmeye çabalarken, diğer yandan sermaye birikimini çok daha fazla arttırmanın yolu olarak küreselleşme denilen neoliberal politikaları dünya genelinde hayata geçirmeye yönelmiştir. Neoliberal politikalar esnek üretim sistemlerinin hayata geçirilmesiyle eş zamanlı olarak yaygınlaştırılmaya başlamıştır. Neoliberal politikalarla temel olarak şunlar hedeflenmiştir:
- Dünya genelinde yaygınlaştırılmaya çalışılan, yerelleştirme, özerkleştirme, federalleştirme gibi politikalarla, büyük ulus devletlerin parçalanarak, emperyalist ülkeler ve çok uluslu şirketler karşısında savunmasız duruma getirilen küçük devletlerin ya da federal yapıların ortaya çıkarılması. (Bu politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştırmak için hedef ülkelerdeki etnik topluluklar sözde bağımsızlık ve özerkleşme savaşlarına yönlendirilmiş, buralardan küçük devletler üretilmiştir. Emperyalist odaklar tarafından pazarlanan bu “bağımsızlık” ve “özerkleşme” politikaların altında, “ulusların kendi kaderini emperyalizme teslim etme hakkının” yattığının anlaşılması için çok fazla zamana ihtiyaç olmamıştır. Dağılan/dağıtılan, Yugoslavya, SSCB, Çekoslovakya, Irak buna örnek gösterilebilir. Suriye’deki güncel gelişmeler daha şimdiden yakın zamanda orada da benzer süreçlerin yaşanma olasılığının yüksekliğini göstermektedir).
- Ulus devletlerin tüm bağımsızlıkçı ve korumacı önlemlerinin iş birlikçi iktidarlar eliyle ortadan kaldırılarak, uluslararası finans ve sanayi sermayesinin ulusal pazarlara girişinin kolaylaştırılması ve vahşi kapitalizmin serbest ticaret adı altında arzu ettiği kuralsızlığın egemen kılınması. (Türkiye’nin de bu sürece sokulabilmesi için, 24 Ocak 1980’de bir dizi ekonomik kararların alınması sağlanmış, 12 Eylül 1980’de yapılan faşist askeri darbeyle bu kararların hayata geçirilmesi karşısında direniş gösterme potansiyeli olan tüm, sendikalar, siyasal partiler ve toplumsal muhalefet unsurları ortadan kaldırılmıştır. Türkiye’nin “24 Ocak” kararlarıyla içine sokulduğu neoliberal bağımlılık ve sömürü süreci bugün de artan kapsamda devam etmektedir).
- Ağırlıklı olarak kamunun/devletin faaliyet gösterdiği, sağlık, eğitim, enerji, iletişim, madencilik, savunma gibi sektörlerin özelleştirmeler yoluyla piyasaya açılarak yerli ve yabancı özel sermaye için yeni kâr ve birikim alanlarının yaratılması, özelleştirilen devlet işletmelerinin taşınır taşınmaz tüm varlıklarının yağmalanması.
- İşgücü dolaşımına, belirlenmiş ölçütler çerçevesinde veya belli ülkeler ve topluluklar arasında izin verilerek sermayenin ucuz işgücü ihtiyacının karşılanması ve bu yolla yerel işgücünün üzerindeki ücret ve örgütlenme baskılarının arttırılması. (Türkiye’nin de son yıllarda başta Suriye olmak üzere diğer ülkelerden gelen göçmenler için uyguladığı “açık kapı politikasının” altında yatan ana gerekçe bu hedefle ilişkilidir).
- Sosyal devlet uygulamalarına son verilerek, toplumun geniş kesimleri için, istihdam, sağlık, emeklilik, barınma gibi güvencelerin ortadan kaldırılması, emeğin örgütlenme ve direniş olanaklarının sınırlandırılması, işletmelerin lehine durum yaratan esnek ya da bağımsız (freelance) çalışma gibi istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılması.
Kapitalist/emperyalist düzenin neoliberal politikalarına eşlik eden esnek üretim sistemlerinin olanaklı hale gelmesinde, mikroelektronik, robotik, bilişim, iletişim gibi teknolojilerdeki ilerlemelerin payı büyük olmuştur. 1980’li yıllardan itibaren hâkim teknoloji haline gelen mikroelektronik, TV, bilgisayar, mobil telefonlar, ev aletleri, müzik sistemleri gibi dayanıklı tüketim mallarında sıkça kullanılmaya başlanmasının ötesinde, yatırım malları ve üretim teknolojilerindeki kullanımının artmasıyla, üretim örgütlenmelerinde ve iş süreçlerinde köklü dönüşümlerin teknik temelini oluşturmuştur. Programlanabilir ya da bilgisayar kontrollü olarak çalışan, işlem (proses) makineleri, takım tezgâhları olarak da adlandırılan torna, freze, taşlama, kesme, pres, matkap gibi makineler, sanayi robotları, enerji makineleri, nakliye ve depolama araçları, iletişim cihaz ve sistemleri mikroelektroniğin yatırım malları alanındaki ürünlerine örnek gösterilebilir. Mikroelektronik ve bilgisayar teknolojileri, makinelerin çok amaçlı yani farklı işlemleri yapabilir hale getirilmesine, mekatronik, hidrolik, pnömatik gibi teknolojilerin bütünleştirilmesiyle gelişmiş robotlar üretilmesine ve üretim sürecinin kontrolünü yapan otomatik sistemlerin (proses kontrol) geliştirilmesine olanak tanımıştır. Mikroelektronik ve bilgisayar teknolojileriyle, “bilgisayar destekli tasarım” (CAD-Computer Aided Design), “bilgisayar destekli üretim” (CAM-Computer Aided Manufacturing), “bilgisayarla tümleşik yönetim” (CIM- Computer Integrated Management), “tam zamanında üretim” (JIT-Just In Time) ve sibernetik uygulamalarının geliştirilebilmesi mümkün olmuştur.
Yeni teknolojilerle birlikte klasik üretim makinelerinin yerini, programlanabilir özellikleriyle çok sayıda işlem yapabilen CNC (Computer Numerical Control / Bilgisayarlı Sayısal Kontrol) makineleri (tezgâhları) almaya başlamıştır. Çoklu işlem yapabilme ve çok kısa zamanda bir başka ürünü üretme ya da işlem değiştirme kapasitesine sahip olan CNC makineleri tek başına dört-beş klasik makineyi devre dışı bırakabilmiştir. Bu nedenle CNC makineleri, makine sayılarında ve üretim mekânlarının boyutlarında küçülmeye gitmeyi kolaylaştırmıştır. Ayrıca, CNC makinelerinin birden fazlası, tamamen otomatik çalıştıkları için, esnek üretim sistemlerindeki hücre örgütlenmeleriyle tek bir operatör tarafından yönetilebilmektedir. CNC makineleri bu yönüyle, klasik makine sayısını azaltırken operatör sayılarının da büyük oranda azaltılmasına neden olmaktadır. Örneğin, 1 CNC makinesinin 4 klasik makineyle birlikte 4 operatörü devre dışı bıraktığı ve 2 CNC makinesinin 1 operatör tarafından çalıştırıldığı varsayıldığında, 1 CNC operatörü ve 2 CNC makinesi, 8 klasik makineyle birlikte 8 klasik makine operatörünün üretim dışına çıkarılmasına yol açar. Yani bu durumda 1 CNC operatörü 8 klasik makine operatörünü işsiz bırakır. Bunun yanı sıra sanayi robotları da özellikle insan çalıştırmanın riskli, zor ve maliyetli olduğu üretim alanlarında işgücünün yerine geçirilmeye başlandığı için bu alanlarda çalışanlar da işini kaybeder.
Bilgisayar destekli tasarım” (CAD) ve “bilgisayar destekli üretim“ (CAM) teknolojileriyle çalışan CNC makineleri ve robotlarla, üretimdeki fiziki insan emeği oranı düşürülmüş, iş kesintileri büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, makineler arasındaki malzeme ve işlem transfer sayıları da oldukça azaltılmıştır. Mikroelektronik ve bilişim teknolojilerinin sağladığı olanaklarla kalite kontrol, Fordist Sistemdeki gibi üretim hattının sonunda değil, üretim anında yapılmaya başlamış, bu yöntemde hatalar ortaya çıkar çıkmaz eş zamanlı olarak düzeltme ve kalibrasyonlar yapıldığı için “sıfır hatalı” üretim mümkün hale gelmiştir. Bu durum, Fordist üretimde sıklıkla yaşanan ürünlerin partiler halinde hatalı üretilmesini önlediği için büyük maliyet ve zaman kayıplarını da ortadan kaldırmıştır. Ayrıca üretim teknolojilerindeki hassasiyet oranlarının artmasıyla, hata ve kalite kontrol ölçütlerini belirleyen tolerans sınırları daha da daraltılarak ürünlerin kalitesi ve standardizasyonunda önemli iyileştirmeler sağlanmıştır. (Tolerans üretimden çıkan ürünlerdeki kabul edilebilir hata sınırlarını gösteren değerlerdir). Üretim araçlarının teknolojik bileşiminin artması, aynı anda çok farklı ürünleri üretebilen, bir ürünün üretiminden bir başka ürünün üretimine çok kısa zamanda ve düşük maliyetle geçebilen esnek üretim hatlarının oluşturulmasını mümkün kılmıştır. Teknolojilerin geldiği düzey, tedarik ve lojistik sistemlerinin üretimde kullanılan malzemeleri, üretim akışıyla eş zamanlı olarak üretim noktalarına ulaştırma kapasitesine sahip olmasını sağlamıştır. “Tam zamanında üretim” (JIT-Just In Time) adı verilen bu sistem, üretim için gerekli olan her türlü malzemenin, tedarikçiden üretim noktasına kadar olan karmaşık transfer sürecini yöneterek stoksuz üretimi olanaklı hale getirmiştir. Ayrıca, modüler bileşime sahip üretim teknolojileri, üretimde esnekliği sağlarken kendisini de yeni gelişmelere kolayca adapte olabilen bir esnekliğe kavuşturmuştur. Bu nitelikleri sağlayan teknoloji devrimi, üretimin yanı sıra, stoklama, dağıtım, ulaşım ve yönetim süreçlerinde de, esneklik, hız ve hatasızlık yönünden köklü iyileştirmeler getirmiştir. Fordist Sistemin tıkanıklığını aşmak amacıyla geliştirilen esnek üretim sistemleri (FMS-Flexible Manufacturing System), III. Sanayi Devriminin temel dinamiğini oluştururken, Fordist Sistem üzerinde yükselen II. Sanayi Devriminin sonunu getirmiştir. Ancak esnek üretim sistemleri, Fordist üretimin temelini oluşturan kayan montaj ve klasik makineli seri üretim hatlarını prensip olarak tamamen ortadan kaldırmamış, bu hatları esnek üretim süreçlerine uyarlayarak belli ölçülerde kullanmaya devam etmiştir. Ayrıca, Post-Fordizm olarak da adlandırılan esnek üretim sistemleri üzerinde biçimlenen III. Sanayi Devriminin ortaya çıkışından bu yana yaklaşık elli yıl geçmiş ve üstelik IV. Sanayi Devrimine geçilmiş olmasına rağmen, özellikle az gelişmiş kapitalist ülkelerde ve bazı sektörlerde bilimsel ve teknolojik bileşimi düşük mal ve hizmetlerin yaygın olarak üretimine devam edilmesi nedeniyle Fordist üretim yöntemlerinin kullanımı halâ önemli oranlarda sürmektedir. Bunun yanı sıra, esnek üretim sistemlerine geçmek amacıyla, robot kullanımı, otomasyon gibi yüksek teknolojilere yapılan sabit sermaye yatırımlarının sağladığı esneklik, verimlilik ve kâr artışları, kimi zaman kapitalist açısından yapılan yatırımlara uygun oranda getiri ve sermaye birikimine dönüşmeyebilmektedir. Bu durumda bazı işletmelerin yüksek teknolojiye dayalı üretim yöntemlerinden vazgeçip belli ölçülerde eski yöntemlere geri döndükleri de görülebilmektedir.
Esnek üretim sistemleriyle birlikte III. Sanayi Devrimi, başta gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkeler olmak üzere dünya genelinde, üretim güçleri, üretim ilişkileri, üretim örgütlenmeleri, üretim teknolojileri, pazarlardaki arz ve talep dinamikleri, işletmelerin içyapıları ve diğer işletmelerle ilişkileri, örgütsel yönetim modelleri, uluslararası ilişkiler, pazarlama ve finans sistemleri, işgücünün çalışma koşulları ve nitelikleri gibi toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlarda birçok önemli değişiklikler getirmiştir.
Mikroelektronik ve bilgisayar temelli teknolojilerle birlikte gelişen iletişim ve sibernetik teknolojilerinin sağladığı eş zamanlı yönetişim olanaklarıyla, merkezi yönetim kademelerinden en alt birimlere kadar olan tüm üretim süreç ve unsurlarının dünyanın farklı bölgelerine dağıtılabilmesi mümkün hale gelmiştir. [Sibernetik (Yunanca kybernétes: "dümenci") veya güdüm bilimi; canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesini inceleyen bilim dalıdır (https://tr.wikipedia...)]. Yeni teknolojilerle birlikte, özellikle çok uluslu şirketler genellikle üst yönetim ve ar-ge (araştırma-geliştirme) birimlerini merkez ülkelerde bırakarak, diğer birimlerini merkez dışındaki ülkelere ya doğrudan yatırım ya da taşeronlaştırma yoluyla aktarma eğilimine girmiştir. Bu yöntemler, her ne kadar emperyalist ülkeler ve çok uluslu şirketler tarafından sömürgeciliğin ortaya çıkışından bu yana kullanılıyor olsa da, gelişmiş teknolojik olanakların küresel düzlemde yönetimi merkezileştirirken aynı anda üretimi yerelleştirmeyi mümkün kıldığı yeni bir boyuta evrilmiştir. Kimi çok uluslu şirketler, dünyada çok hızlı değişen pazar dinamikleri ve yıkıcı kapitalist rekabet koşulları karşısında hızlı hareket edebilmek ve farklı ülkelerdeki nitelikli işgücünden yararlanabilmek için, ar-ge, tasarım gibi kritik birimlerini de aralarında saat farkı 7-8 saat olan çeşitli ülkelere dağıtmışlardır. Bu yöntemle, yeni iletişim olanaklarının da katkısıyla, şubelerden birinde bir mesai günü boyunca yapılan çalışmalar mesai gününün yeni başladığı bir başka ülkedeki şubeye aktarılmakta, böylelikle hız gerektiren çalışmalar 24 saat kesintisiz sürdürülebilmektedir. Ayrıca bu tarz örgütsel yapılanmayla şirketler açısından kritik önem taşıyan ar-ge, tasarım gibi çalışmalara, farklı birikim, kültür ve bakış açılarına sahip ekiplerin zenginlik katması amaçlanmaktadır. Çok uluslu şirketlerin faaliyetlerini merkez dışındaki ülkelere kaydırma eğiliminin altında yatan temel gerekçeler şunlardır:
- Ar-ge birimlerini yerel pazarlara yakın tutarak pazarlardaki değişim ve eğilimleri eş zamanlı izlemek ve üretimi buna göre planlamak.
- Üretim birimlerini dünya pazarlarına ve hammadde kaynaklarına yakın konuma taşıyarak, hammadde ve nihai ürünün lojistik maliyetlerini en aza indirmek.
- Çevre ülkelerin yatırım çekmek gerekçesiyle çok uluslu şirketlere sunduğu, bedelsiz arsa, gevşek denetim, vergi muafiyetleri, özel hukuki düzenlemeler, satın alma garantisi, ucuz işgücü gibi “cazip” olanaklardan yararlanmak.
- Üretimi çevre ülkelere taşıyarak o ülkelerde “yerli üretim” statüsü elde etmek ve böylece çevre ülkelerin ithalata koyduğu vergi ya da kısıtlamalardan kurtulmak.
- Üretimin kitlesel yapılan bölümlerini çevre ülkelere dağıtarak, merkez ülkelerdeki yüksek işgücü ve vergi maliyetlerinden kaçmak, aynı zamanda işgücünün kitlesel eylemlerinden ve emeği temsil eden siyasal partiler, sendikalar gibi toplumsal örgütlerin baskısından kurtulmak.
Dünyada değişen pazar ve rekabet dinamikleriyle birlikte yaygınlaşan esnek üretim sistemleri, şirketlerin strateji ve ilişki ağlarında değişiklikler yapmasını zorunlu hale getirmiştir. Sermaye akışının uluslararası alanda giderek daha fazla hızlanmasıyla, dünyadaki ekonomik ilişkiler şirketler açısından çok daha girift ve karmaşık yapıya bürünmüştür. Birbirine ezeli rakip olanlar da dâhil olmak üzere birçok şirket, sermayenin doğasına özgü sürekli büyüme ve pazardaki gücünü arttırma güdüsüyle stratejik ve teknolojik işbirliklerine yönelmiştir. Bu işbirlikleri özellikle, artan rekabet ve çok büyük boyutlara varan maliyetler nedeniyle daha çok bilgi yoğun alanlarda, ar-ge ve standart belirleme çalışmalarında görülmüştür. Burada bazı maliyetleri paylaşmanın yanı sıra krizlere bağlı riskleri de paylaşmak önemli bir neden olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle ileri teknolojilerin farklı sektör ve üretim alanlarına kolayca uyarlanabilme niteliği şirketlerin iş birliği güdüsünü daha da güçlendirmiştir. Bu nedenle çok farklı sektör ve alanlarda faaliyet gösteren şirketler kimi zaman zorunlu olarak iş birliğine gitmektedirler. Örneğin geleneksel otomotiv şirketlerinin, elektronik, bilişim, kimya, petrokimya, iletişim gibi sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerle iş birliği yapması kaçınılmaz hale gelmiştir.
III. Sanayi Devriminin ortaya çıkardığı bir başka gelişme, yüksek teknolojiyle birlikte, havacılık, uzay, savunma, iletişim, bilişim, otomotiv gibi sektörlerde üretilen yarı mamul ve nihai ürünlerin bilimsel ve teknolojik bileşimiyle birlikte katma değerinin yükselmesi olmuştur. Bu durum özellikle, ABD, Avrupa ve Japonya merkezli şirketleri, tekstil, ağır sanayi, basit tüketim maddeleri imalatı gibi geleneksel emek yoğun sektörlerden uzaklaştırarak katma değeri yüksek sektörlere yöneltmiştir. Merkez ülkelerdeki katma değeri düşük geleneksel sektörler, taşeron şirketler üzerinden başta Asya ülkeleri ve 1990’lı yıllardan itibaren de eski doğu bloku ülkeleri olmak üzere çevre ülkelere aktarılmaya başlamıştır. Katma değeri düşük ürünlerin üretiminde, merkez ülkelerden transfer edilen teknolojiler ölçüsünde kısmen esnek üretim yöntemlerine geçilmiş olsa da Fordist emek yoğun üretim yöntemleri yaygın olarak kullanılmaya devam etmiştir. Çok geçmeden Güney Kore, Çin, Tayvan gibi ülkeler de geleneksel emek yoğun sektörlerden bilimsel ve teknolojik bileşimi yüksek sektörlere yönelmiştir.
Post-Fordist gelişmeler işletmeler açısından, esnek üretim sistemleriyle birlikte iki yaygın uygulamayı ortaya çıkarmıştır. Bunlardan birincisi ilk örnekleri Kuzey İtalya'da görülen ve sonra tüm kapitalist dünyaya yayılan küçük ve orta boy işletmelere (KOBİ) dayalı esnek uzmanlık sistemi, ikincisi ise ilk olarak Japonya’da Toyota fabrikalarında uygulanmaya başladığı için kapitalist ekonomi literatüründe "Toyotizm" olarak da anılan “Yalın Üretim" sistemidir. Her iki sistemin de geliştirilmesinin altında, işletmelerin, hızlı değişen pazarlar karşısında üretimlerini esnekleştirirken, ekonomik ilişkilerini de esnekleştirmek amacıyla dış kaynak yani taşeron ya da tedarikçi kullanımına yönelmeleri yatmaktadır. İşletmelerin faaliyetlerinin büyük bir bölümünü merkez ve çevre ülkelerdeki taşeron işletmelere ve çoğunlukla da KOBİ’lere aktarmasının altında yatan temel gerekçeler şunlardır:
- Üretim için gerekli olan sabit ve değişken (işgücü) yatırım harcamalarını en aza indirmek.
- Kapitalizmin kaçınılmaz olan periyodik kriz ve bunalım dönemlerinde, işgücünün ve sabit yatırımların atıl kalmasından kaynaklanan maliyetleri ve işgücünün işten çıkarılması halinde ortaya çıkacak ek maliyet ve sorunları taşeronlara paylaştırmak.
- Ana işletmede çalışan işgücü sayılarını büyük ölçüde azaltarak, çalışanların kitlesel direniş, grev gibi eylemlerini ortadan kaldırmak.
- Bağlayıcı ve çok ağır sözleşmelerle, üretimin ve ürünün küçük bir bölümü üzerinde uzmanlaşmış olan taşeron işletmeler üzerinden büyük maliyet ve kâr avantajları sağlamak (Büyük şirketler, kendi standartlarına göre akredite ettikleri ve belli ölçülerde bilgi ve teknoloji desteği sağladıkları taşeron şirketlere, çok küçük kâr payları bırakarak üretim yaptırmakta ve daha sonra bu ürünleri kendi marka ve pazarlama ağları üzerinden çok yüksek fiyatlarla piyasaya sürmektedir. Büyük şirketler böylece üretim riskine girmeden taşeronlar üzerinden büyük kârlar elde etmektedir).
- “Transfer fiyatlandırması” yöntemiyle çevre ülkelerdeki çok uluslu şirketlere bağlı kuruluşların kârlarının büyük bölümünü merkez ülkelere aktarmak (Transfer fiyatlandırması, aynı grup bünyesinde yer alan farklı şirketler veya şubeler arasında yapılan mal ve hizmet alımlarında uygulanan fiyatlandırma politikasıdır. Bu yöntemle çevre ülkelerdeki çok uluslu şirketlere bağlı kuruluşlar, ürettikleri mal ve hizmeti merkez şirkete ya gerçek değerinden çok düşük bedellerle faturalandırıp yerel devlete çok az vergi ödemekte ya da maliyetin altında faturalandırmayla zarar gösterip hiç vergi ödememektedir. Merkez şirket kendisine çok düşük bedelle faturalandırılan mal ve hizmetleri çok daha yüksek bedellerle ürünün üretildiği ülke de dâhil olmak üzere piyasaya sürerek vergi bedelini merkez devlete bırakmaktadır. Yerel devlet çok yaygın olan bu uygulamayı bilir ancak sesini çıkarmaz/çıkaramaz).
1980’li yıllardan itibaren kapitalizmin/emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden neoliberal politikaların yaygınlaşmasıyla birlikte, yerelleşmenin ve KOBİ’lerin önem kazandığı şeklindeki söylemler dünya genelinde dolaşıma sokulmuştur. Bu bağlamda, yerelleşmenin önemine vurgu yapan politikalar, ulus devletlerin merkezi etki alanlarının daraltılıp emperyalizmin yerel düzeyde daha kolay hareketini; KOBİ’leri öne çıkaran politikalar ise çok uluslu ya da büyük şirketlerin taşeronlar üzerinden tedarik ve üretim esnekliğini sağlama amacına hizmet eden politikalar olarak pazarlanmaya başlamıştır. Bu süreçte büyük işletmelerin kendilerine bağımlı kıldıkları KOBİ’lerin pazardaki değişimler karşısında küçük çaplı ve esnek üretim yapabilme kapasitelerinden yararlanma iştahı giderek artmıştır. KOBİ'ler, gerek birbirleriyle gerekse de büyük işletmelerle olan ilişkilerinde büyük ölçekli işletmelerin hâkimiyet alanı ve çıkarlarından bağımsız değildir. Büyük işletmeler, bazı faaliyetlerini KOBİ'lere aktarırken aynı zamanda belirli düzeylerde, ürün tasarımı ve teknoloji geliştirme, ürün kalitesi ve kalite kontrol kapasitesini arttırma, lojistik ve iletişim sistemlerini iyileştirme, maliyetleri düşürme gibi konularda destek de vermektedir. KOBİ'ler esnek üretimde kullandıkları yüksek teknolojinin temini açısından büyük işletmelere bağımlıdır. Çünkü yüksek teknoloji büyük harcamalar gerektiren ar-ge çalışmalarını yürütebilen büyük işletmelerin elindedir. Bu nedenle KOBİ’lerin büyük ölçekli işletmelerin alternatifi haline geldikleri şeklindeki savların herhangi bir dayanağı yoktur. Aşağıdaki alıntılarda belirtilen ar-ge faaliyetlerine ilişkin veriler bu durumu açıkça göstermektedir:
ABD'de 1000 kişiden az insan çalıştıran firmaların ancak %4'ü araştırma faaliyetlerinde bulunurken, 5000'den fazla insan çalıştıran firmaların %90'ı araştırma yapmaktadır. Yine ABD’de sınai ar-ge faaliyetlerinin %80'i 5000'in üzerinde insan çalıştıran 500 firmada yoğunlaşmıştır. OECD sınırları içinde ilk sırada yer alan dört büyük firma, sanayideki toplam ar-ge projelerinin %50'sini gerçekleştirmiştir (Erdost, 1991:28). Türkiye’de ise, “Küçük ve Orta Ölçekli İmalat Sanayii Anketi” sonuçlarına göre, küçük ölçekli firmaların %92,3'ünde, orta ölçekli firmaların ise %85,1'inde ar-ge birimi bulunmamaktadır (Sarıkaya, 1995:22).
III. Sanayi Devrimiyle birlikte en çok ön plana çıkan kavramlardan biri de “yalın üretim", diğer adıyla "Toyotizm" olmuştur. Çalışanların ve KOBİ’lerin esnek uzmanlaşma temelindeki yaratıcılıklarından yararlanma ilkesi üzerinde şekillenen “yalın üretim" modeli, Fordist kitlesel üretim yönteminin esnekleştirilmesine yönelik girişimlerden farklı bir uygulama değildir. Bu nedenle “Toyotizm” ya da “yalın üretim”in esnek üretim sistemlerinden farklı bir başlık altında değerlendirilmesine gerek yoktur.
III. Sanayi Devrimiyle birlikte gerçekleşen üretim örgütlenmelerindeki köklü dönüşümler, yönetsel yapılarda ve işgücü hiyerarşi kademelerinde de önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Esnek üretim sistemlerinde yönetsel yapılar, Fordist Sistemdeki yukarıdan aşağıya tek yönlü iletişimi içeren ve katı denetime dayalı yönetim yapısından farklı olarak, iki yönlü yatay ve dikey iletişime açık, birimsel otonomi, otokontrol, katılımcılık ve öneri sunma serbestisini mümkün kılan daha yayvan bir piramidal yapıya bürünmüştür. Tüm birimler arasında kurulan bu tarz iletişim, klasik bürokrasiyi azaltırken, çift yönlü yatay ve dikey geri besleme mekanizmalarını işler hale getirmiştir.
III. Sanayi Devriminin itici gücü olan mikroelektronik temelli otomasyon ve robot teknolojileri, üretimde niteliksiz ya da yarı nitelikli işgücüne olan ihtiyacı azaltırken yüksek nitelikli işgücüne olan ihtiyacı arttırmıştır. Bu nedenle işletmeler yeni üretim teknolojilerine uygun nitelikli işgücünün dışındaki işgücü sayılarını büyük oranda azaltma yoluna gitmiştir. İşletmeler bu yolla, yüksek teknoloji içeren üretim araçlarına yani “sabit sermayeye” yaptıkları yüksek yatırımlar karşısında, işgücüne ayrılan “değişken sermaye” oranlarını giderek azaltarak “sermayenin organik bileşimini” yükseltmiştir. Sermayenin organik bileşimi, sabit sermaye ile değişken sermaye arasındaki oransal ilişkiyi ifade eder. Sermayenin organik bileşiminin artışıyla sağlanan işgücü verimliliğindeki artış, değişken sermaye azaltılmasına rağmen belli bir noktaya kadar üretim kayıplarına yol açmadığı gibi üretim verimliliğinde artış sağlar. Ancak Marksist ekonomi-politiğin “birikim yasasına” göre sermayenin organik bileşimi ile kâr oranları arasında bir noktadan sonra ters ilişki başlar. Yani kapitalistin sermayenin organik bileşimini yükseltmesi, işgücü verimliliğinin artmasıyla birlikte istihdamın azaltılmasına yol açarak “kâr oranlarında azalma eğiliminin” zeminini hazırlar. Ancak kâr oranlarındaki azalma eğilimi, sermayenin organik bileşiminin arttırılmasıyla elde edilen maliyet ve verim kazançlarının, işgücünün azaltılması nedeniyle kaybedilen artı değerin altına indiği aşamadan sonra başlar. Kâr oranlarındaki azalma eğiliminin bir sonucu olan sermaye birikim krizi kapitalizmin doğasına özgü kaçınılmaz kriz ve buhranların temel gerekçesini oluşturur. Esnek üretim sistemlerine ilk geçen işletmeler, ürünlerin birim maliyet, kalite ve çeşitlilik özellikleri yönünden sağladıkları rekabet avantajlarıyla büyük kârlar elde etmiştir. İşletmelerin işgücü sayılarında azaltmaya gitmesi, kapitalist açısından bir avantaja dönüşürken işsizlik oranlarının büyük ölçüde artmasına yol açmıştır. Özellikle merkez ülkelerde, emek yoğun sektörler başta olmak üzere, birçok işletmenin faaliyetlerini çevre ülkelere taşıması işsizlik sorununu daha da büyütmüştür. Neoliberal politikalarla hayata geçirilen, taşeronlaştırma, esnek çalışma, sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, özelleştirme, çalışanların örgütsüzleştirilmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması gibi uygulamalarla birlikte yaygınlaşan işsizlik, başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan geniş kitleleri derin sefalet içine itmiştir.
Esnek üretim sistemlerinde, daha önce emek yoğun olarak yapılan birçok iş robotlar ve otomatik makineler tarafından yapılmaya başlamıştır. Ancak hiçbir üretim aracı içerdiği teknolojinin düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun insan müdahalesi olmaksızın kendi başına çalışamaz. Üretim araçları, kendisini tasarlayıp üreten mühendislerin emeği ile ayar, bakım ve onarım işlerini yapan işgücü emeğinin bileşimine denk düşen teknolojik düzeyde üretim yapar. Diğer bir ifadeyle, üretim araçları üzerinde emeği bulunan mühendis ve diğer işgücü kategorilerinin sahip olduğu emeğin nitelikleri üretim araçlarının içerdiği bilimsel ve teknolojik bileşim düzeyi üzerinden şekillenir. Yüksek bilimsel ve teknolojik bileşime sahip olan esnek üretim sistemleri, düşük nitelik gerektiren yaygın istihdam alanlarını daraltırken, yüksek teknolojiyi üretme, kullanma, kontrol etme ve denetleme niteliklerini gerektiren yeni iş ve istihdam alanlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. III. Sanayi Devriminin yarattığı bu dönüşüm, mesleklerden, bazılarının yok olmasına, bazılarının dönüşmesine, bazılarının ise ilk kez ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin Fordist Sistemdeki, stoklama, kalite kontrol, üretim hattı gözetleme gibi işleri yapan işgücü kitlesi ortadan kalkarken, robot, CNC makinesi, bilişim, siber sistemler gibi alanlarda çalışacak yeni tip işgücü ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Süreklilik arz etmeyen bazı işlerde ise geçici istihdam biçimleri doğmuştur. Bu süreç, emek türlerinde, “kol” emeğinden “kafa” emeğine geçiş şeklinde ilerlemiş, bunun sonucu olarak da hizmet sektörlerindeki istihdam alanlarında genişleme görülmüştür. [2022 yılında, istihdamın sektörel dağılımına bakıldığında; 27 ülkeden oluşan AB’de, tarım %3,6 - inşaat %6,7 - sanayi %17,7 - hizmetler %71,9; 38 üye ülkeden oluşan Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü-OECD ülkelerinde, tarım %4,6 – inşaat %7,3 - sanayi %14,4 - hizmetler %73,7 olmuştur (https://cevreselgöstergeler...). ABD’de ise istihdamın sektörlere göre dağılımı,1955’te, tarım %10-%15, endüstri (sanayi ve inşaat) %30-%35, hizmetler %55 (https://tr.wikipedia.org...); 2017’de, tarım %0,9 - endüstri %19,1 - hizmetler %80 olmuştur (https://www.kayso.org...). İstihdamın dünya genelindeki sektörel dağılım eğilimlerine bakıldığında, üretimin bütün alanlarında bilimsel ve teknolojik bileşim düzeyinin artmasıyla hizmet sektörü lehine bir değişim olduğu görülmektedir. Buradan hareketle söz konusu eğilimin gelecekte de devam edeceği öngörülebilir. Bu durum doğal olarak işgücünün sınıfsal profilinde de değişime yol açmaktadır.]
Esnek üretim sistemleriyle birlikte bilimsel ve teknolojik bileşimi yüksek mal ve hizmet üretiminde niteliksiz işgücüne duyulan ihtiyaç giderek azalmıştır. Bu durum teknolojik bileşimi yüksek mal ve hizmet üretimlerini merkezde bırakarak diğerlerini çevre ülkelere transfer eden merkez ülkelerde daha belirgin hale gelmiştir. [Örneğin 1980’li yıllarda Fransa'da yapılan bir araştırma niteliksiz işçilikte her yıl ortalama %6 azalma olduğunu göstermiştir (Lordoğlu, 1989:179)].
III. Sanayi Devriminin ana dinamiğini oluşturan esnek üretim sistemleri, üzerinde yükseldiği bilimsel, teknolojik temel ve yeni tip üretim örgütlenmesinin bir sonucu olarak istihdam ve işgücünden beklenen niteliklerde önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Bu değişiklikler genel hatlarıyla şunlardır:
- Esnek üretimde, çalışanların kafa ve kol emeğine ilişkin tüm kapasite, deneyim ve yeterliliklerinden olabildiğince yararlanmanın verimlilik artışına ve kâra dönüştüğünün görülmesi, Fordist Sistemden farklı olarak, daha yayvan hale getirilmiş örgütsel hiyerarşi piramidinde öneri mekanizmalarını da içeren çift yönlü, yatay ve dikey iletişime açık ağlarının kurulmasını sağlamıştır.
- Esnek üretimde her kademedeki çalışana, herhangi bir hata, arıza ya da öngörülemeyen bir sorun çıkması halinde, duruma anında müdahale edip sorunu çözme ya da verimsizlik yaratan ve iyileştirme gerektiren alanlarda çözüme yönelik görüş bildirme yetki ve sorumluluğu verilmiştir. “Kalite kontrol çemberleri” (QCC-Quality Control Chamber), “toplam kalite yönetimi” (TQM-Total Quality Management), “toplam önleyici bakım” (TPM-Total Preventive Maintenance) gibi teknikler, çalışanların, bilgi, beceri, deneyim ve görüşlerinden yararlanarak üretim süreçlerinin geliştirilmesi için ortaya çıkarılmıştır.
- Çalışanlarda, tasarım yapma; ürün yenileme; kalite ve verimliliği arttırma süreçlerine aktif katkıda bulunabilme; bilişim ve sibernetik teknolojilerine hâkimiyet; otomatik makineler, robotik sistemler gibi yüksek teknolojili üretim unsurlarını, kullanma, ayarlama, programlama ve bu unsurların, bakım, onarım ve kalite kontrollerini yapabilme gibi yeterlilikler ön plana çıkmıştır.
- Çalışanlarda, dar kapsamlı ve sınırlı uzmanlığa dayalı yeterlilikler yerine, farklı işlere kaydırılmalarını ya da birden fazla işi yapabilmelerini mümkün kılan, farklı disiplinleri içeren, disiplinler arası geçişkenliği kolay, esnek ve farklı alanlara transfer edilebilen geniş yelpazeli yeterlilikler aranmaya başlamıştır. Çünkü, çoklu ve esnek yeterliliklere sahip yeni tip işgücünün, çalıştığı alanlarla ilgili olarak geliştirdiği iyileştirme önerileri üzerinden ürün ve süreç (proses) tasarımı yapan mühendislerle iş birliğine yöneltilmesi, yeniliklerin, nicelik ve niteliğini arttırırken, aralarındaki faz farkını da azaltmaktadır.
- Çalışanların, yeni yeterlilikleri kazanabilmeleri ve ihtiyaç halinde alınması gereken üst düzey eğitimleri başarıyla yürütülebilmelerinin ön koşulu olan asgari hazır bulunuşluğu sağlayan (temel-genel-teknik) yeterliliklere sahip olmaları zorunlu hale gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ulaştığı düzey itibariyle, MTE süreçlerine başlayabilmek ve bu süreçleri başarıyla tamamlayabilmek için en az 12 yıllık temel-akademik-politeknik-polikültür eğitim koşulu yaygınlık kazanmıştır. (“Akademik/politeknik/polikültür eğitim”, bireylerin tüm yaşam alanlarına ilişkin, bilgi (bilişsel), beceri (psikomotor) ve tutum (duyuşsal) yeterliliklerini çok yönlü geliştirmek amacıyla, akademik eğitimlerin yanı sıra, laboratuvar çalışması, iş ve teknik, sanat, spor, gezi, gözlem, oyun, proje gibi, spesifik MTE dışındaki tüm eğitim ve emek süreçlerini içerir. Bir başka ifadeyle bu nitelikteki eğitimin öncelikli amacı bireyleri, yüksek yeterlilikler gerektiren ve giderek karmaşık hale gelen genel yaşam alanlarına ve geleceğe hazırlamaktır. Meslek yaşamı genel yaşamın bir alt unsurudur. Dolayısıyla bu tarz bir eğitim meslek yaşamı için de ön koşuldur).
- Yaşam boyu eğitim ilkesiyle bağlantılı olarak, bütün çalışanlarda, bireysel öğrenme ve öğretme; yönetim, liderlik, planlama, örgütleme, iş birliği, ekip (takım) halinde çalışabilme gibi bireysel ve sosyal yeterlilikler; yabancı diller dâhil her türlü iletişimi etkin olarak gerçekleştirebilme yeterlikleri önem kazanmıştır.
Yukarıda belirtilen istihdam ve işgücü niteliklerine ilişkin dönüşümlerin temel dinamiğini, kapitalizmin, 1970’li yıllardan itibaren içine düştüğü krizi aşmak, değişen pazarlar karşısında kârlarını yükseltmek ve sermaye birikim süreçlerini tekrar hızlandırmak amacıyla geliştirdiği esnek üretim sistemlerine uygun işgücü ve istihdam biçimlerini yaratma ihtiyacı oluşturmuştur. Bu nedenle kapitalizm, sözü edilen amacı gerçekleştirmek üzere, eğitim sistemlerini ve özellikle de mesleki-teknik eğitim sistemlerini dönüştürmeye devam etmiştir.
Üçüncü Sanayi Devrimi ve mesleki-teknik eğitim sistemleri
1970’li yıllardan itibaren hızla değişen pazar dinamiklerinin bir sonucu olarak ürün değişim sürelerinin çok kısalması, esnek üretim sistemlerinin en önemli unsuru olan işgücünün niteliklerindeki değişim sürelerinin de kısalmasına yol açmıştır. Bu nedenle istihdamdaki işgücünün eğitim aralıkları sıklaşırken eğitim konuları da çeşitlenmiştir. Hem genel hem de iş yaşamındaki gelişmelerin hızının çok artması, eğitimi, bireyler ve kurumlar açısından vazgeçilemez ve sürdürülmesi zorunlu bir etkinlik haline getirmiştir.
II. Sanayi Devrimi sürecinde, Fordist Sisteme özgü mikro iş bölümünün bir sonucu olarak, bireyleri dar uzmanlık alanlarında sınırlı yeterliliklerle iş yaşamına hazırlayan mesleki-teknik eğitim sistemleri (MTE), III. Sanayi Devriminin gerektirdiği genel ve istihdama yönelik yeterlilikleri bireylere kazandırmada yetersiz kalmıştır. Ulus devletlerde merkezi eğitim sistemlerinin çatısı altında, resmi kurumlarda ve işletmelerin bünyesindeki eğitim birimlerinde yürütülen MTE sistemleri, III. Sanayi Devrimine eşlik eden hızlı gelişmelere uyum gösterme baskısı altında kalmıştır. Sanayileşmiş ülkeler de dâhil hemen hemen bütün ülkelerde işletmelerin dışında faaliyet gösteren resmi MTE kurumları genellikle, esnek olmayan yapı, yetersiz ve düşük nitelikli personel profili, eksik ya da geri kalmış fiziki ve teknik olanaklar, bürokrasi ve siyasete tabi olma, hızlı gelişmelere eş zamanlı uyum gösterebilmenin çok zor ve maliyetli olması gibi sorunlar yüzünden III. Sanayi Devriminin yarattığı yeni gelişmelerin gerisine düşmüştür. Bu durum, işletmelerin dışındaki resmi MTE kurumlarının işletmelerle iş birliğini öngören eğitim modellerinin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bu modellerde özü itibariyle, MTE süreçlerinin belirli bölümleri işletmelere aktarılarak resmi MTE kurumlarının yetersizliğinden kaynaklanan sorunların giderilmesi amaçlanmıştır. Çünkü iş yaşamındaki dönüşümlerin, öğretim programları, teknolojik olanaklar ve eğitici personel yeterlilikleri bakımından işletmelerin dışındaki MTE kurumlarına eş zamanlı olarak aktarılması mümkün değildir. Bu gerekçeyle, Almanya, Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerde birçok resmi MTE kurumu yasal düzenlemeler yapılarak işletmelerle ilişkilendirilmiştir. Bazı ülkelerde eğitim bakanlığının yanı sıra çalışma ya da sanayi-teknoloji bakanlıkları, esnaf ve sanayi odaları gibi iş yaşamıyla ilişkili kurum ve kuruluşlar da çeşitli yetki ve sorumluluklarla MTE süreçlerine dâhil edilmiştir. Almanya gibi ülkelerde, çok amaçlı resmi MTE merkezlerinden bir kısmının yönetim ve yürütmesi sanayi ve esnaf odaları gibi birliklere bırakılmıştır. Ayrıca birçok sanayileşmiş ülkede özel MTE kurumları da yaygınlaşmaya başlamıştır.
Eğitim faaliyetleri işletmeler açısından, daha önce ikincil ve tasarruf edilebilir ilk maliyet kalemlerinden biriyken, yeni gelişmeler karşısında, zorunlu, sürekli ve asli bir işlev olarak görülmeye başlamıştır. Üretim unsur ve süreçlerindeki hızlı dönüşümlere paralel olarak işgücünün eğitim süreleri artarken eğitimler arasındaki süreler de kısalmıştır. İşletmeler, kendi bünyelerinde hizmetiçi eğitim birimi kurarak ya da var olan eğitim birimlerine daha fazla yatırım yaparak faaliyetlerine özgü eğitim ihtiyaçlarını sürekli ve etkin şekilde gidermeye yönelmiştir. İşletmeler eğitim birimlerinde, kendi personelinin ve işletmeye gelen stajyer öğrencilerin eğitiminden sorumlu olan usta öğretici, eğitim uzmanı ve teknik eğitmen istihdamına gitmiştir. Sözü edilen bu gelişmeler, bilimsel ve teknolojik bileşimi yüksek üretim ve ürün türlerini içeren, uzay, havacılık, savunma, bilişim, iletişim, elektrik, elektronik, sağlık, otomasyon, otomotiv gibi sektörlerde çok daha belirgin şekilde yaşanmıştır.
İşletmelerin çalışanlarına verdikleri eğitimlerin süresi, düzeyi ve türü, ürünle birlikte üretimin bilimsel ve teknolojik bileşiminin yükselişine paralel olarak artmaktadır. III. Sanayi Devriminin itici gücünü oluşturan esnek üretim sistemlerinin gerektirdiği genel ve hizmetiçi eğitim süreleri, II. Sanayi Devriminin üzerinde yükseldiği Fordist Sisteme göre çok daha fazla artmıştır. Örneğin dünya ekonomisinde hâkim sektörler arasında olan otomotiv sektöründe esnek üretim uygulamasına ilk geçen şirketlerden biri olan Fiat, Fordist iş tanımı içinde yer alan bazı işleri tasfiye ederken yeni iş tanımları oluşturmuş, bu durum yeni otomasyon ve eğitim organizasyonlarının kurulmasını gerektirmiştir (Gülsever, 1989:167). Esnek üretim sistemlerine geçme konusunda ön alan Fiat şirketinin 1970’li yıllarla birlikte başlattığı uygulamalar, III. Sanayi Devriminin seyriyle ilgili somut bilgiler sunması açısından önemlidir. Fiat şirketinde, ilk robotlar 1972'de Mirafiori-Torino tesisinde kullanılmış ancak üretim otomasyonunda daha belirgin sıçrama 1974 yılında bilgisayar kontrollü bir yerleştirme sistemi olan Digitron uygulamasıyla yapılmıştır. Bu uygulamanın amacı, yorucu ve yıpratıcı işleri ortadan kaldırarak ergonomik sorunları çözmek olarak belirlenmiştir. Digitron, katı otomasyonun nispeten verimli bir örneği olmasına rağmen zamanla, pazar taleplerini karşılama, daha geniş ve değişken bir model ve versiyon seti üretebilme, üretim teknolojilerini esnekleştirme konularında yetersiz kalmıştır. 1978'de Rivalta fabrikasında uygulanan Robogate sistemi, ürün hatlarının yenilenmesi ve güncellenmesi, değişken piyasa koşullarında geniş bir model yelpazesi üretebilme, olağan dışı teknolojik arızalarda maliyetleri azaltma gibi konularda daha başarılı olmuştur. Üretimde büyük esneklik sağlayan Robogate sistemi, yatırımın %80'inin yeniden kullanılarak yeni ürün hatlarına uyarlanabilmesini sağlamıştır. Bu sistem bilgisayarla düzenlenen asenkron hareketler sayesinde, çalışma ve üretim operasyonlarındaki katı sıralamayı ortadan kaldırarak olası arızaların sistematik olarak önlenmesine olanak tanımıştır. Robogate sistemiyle örneğin gizli hata olasılığının en yüksek olduğu kaynak işlemlerinin %90'ından fazlası tamamen otomatikleştirilmiştir. Bu sistemle üretimde, bakım, denetim ve onarım işi yapan yüksek nitelikli işçilerin sayısı dört katına çıkarılmış, sıradan iş yapan işçilerin sayısı ise dörtte bire düşürülmüştür. Tüm üretim süreçlerinin kademeli otomasyonuna dayanan bu teknoloji stratejisi, 1979'da Mirafiori tesisinde LAM-Lavorazione Asincrona Motori/Asenkron Motor Üretimi sistemiyle devam ettirilmiştir (Camuffo, A. ve Volpato, G. 1998). 1980’li yıllardan itibaren Fiat'ın otomasyon seferberliğinin en önemli atağı olan “Fire-Tümüyle Robotize Olmuş Motor” girişimiyle, 950 işçi için 21 milyon dolara mâl olan bir eğitim seferberliği başlatılmış, bu kitlesel eğitimle hem işçilere yüksek bir beceri bileşimi kazandırma hem de var olan işgücü yerine yüksek iş birliği gösterebilen, uyumlu ve en genç işçilerin istihdamı amaçlanmıştır. Yine Renault otomotiv şirketi de esnek üretim felsefesine uygun olarak işgücünün yeniden becerilendirilmesi için geniş bir eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu eğitim seferberliğinin en önemli özelliği, eğitim organizasyonunu, esnek üretim sistematiği içerisinde, işgücünü üretim akışının her kademesine katabilecek biçimde tavan yönetiminden taban işçilere doğru genişleyen bir hiyerarşik kademelenme içinde gerçekleştirmesidir (TMMOB, 1993:47). Otomotiv sektöründe Fiat ve Renault şirketlerinden örnekleri verilen bu süreçler diğer sektörlerde de benzer şekilde gerçekleşmiştir. Görüldüğü gibi eğitim faaliyetleri işletmeler açısından, kapitalizmin acımasız rekabet koşullarının da etkisiyle adeta bir seferberliğe yani acil ve topyekûn bir çabaya dönüşmüştür.
III. Sanayi Devriminin yarattığı koşullarda işletmeler, ulusal merkezi eğitim sistemleri içinde yer alan resmi okul ya da eğitim kurumlarından mezun olan bireyleri kendi özel hizmetiçi eğitimlerine aday olarak görmüş, bu adayları üretim süreçlerine dahil etmeden önce işletmeye uyum (oryantasyon) ve işlere özgü eğitim programlarından geçirmiştir. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Çünkü işletmeler dışındaki resmi okul ya da eğitim kurumlarında, iş yaşamının ve işletmelerin tümünün özgül (spesifik) ihtiyaçlarına tamamen uygun MTE öğretim programlarının uygulanması ve bireylerin her iş alanına ve her işletmeye uygun mesleki niteliklerle donatılması mümkün değildir. Bu nedenle, işgücünün işe girişte işletmelere özgü uyum ve yapılacak işlerle ilgili eğitimlere alınması ve bu eğitimlerin istihdam süresince devam etmesi zorunludur.
III. Sanayi Devrimiyle birlikte eğitim faaliyetleri işletmeler açısından önemli bir yatırım ve maliyet kalemi haline gelmiştir. Birçok işletme ve özellikle de KOBİ’ler açısından işletme içinde bağımsız bir eğitim birimi kurmak oldukça zordur. Bu gibi durumlarda işletmelerin eğitim yatırım ve maliyetlerinin azaltılması amacıyla, devletlerin, işletmelerin, mesleki birliklerin ya da özel girişimcilerin çok sayıda kişi ya da kuruluşa hizmet veren çok amaçlı MTE kurumları açtıkları görülmüştür. Bununla birlikte, başta Japonya olmak üzere bazı sanayileşmiş ülkelerde devlet, istihdam piyasasının bireyler ve kurumlar açısından güncel ve gelecekteki olası ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik MTE merkezleri açmıştır. Bu merkezlerde aynı zamanda, önceden belirlenen stratejik istihdam alanlarının eğitimi yoluyla geleceğe ilişkin ekonomi ve istihdam politikalarını hayata geçirilebilmenin zeminini hazırlayan uygulamalar başlatılmıştır.
Neoliberal politikalarla birlikte, taşeronlaştırılarak büyük şirketlerin tedarik ve üretim esnekliğini sağlama amacına hizmet eden ve aynı zamanda pazardaki değişimler karşısında küçük çaplı ve esnek üretim yapabilme kapasiteleriyle bağlı oldukları şirketlere büyük kârlar sağlayan KOBİ’lerdeki işgücünün de eğitim düzeyinin yükseltilmesi önem kazanmıştır. Bu nedenle, büyük şirketler, devlet kurumları, odalar ve meslek birlikleri KOBİ’lere eğitim desteği sunan düzenleme ve örgütlenmelere gitmiştir. KOBİ’lere sunulan eğitim hizmetlerinde ilişkili olunan büyük şirketlerin desteği ağırlık kazanmıştır. Çünkü bu eğitim desteğinin altında, büyük şirketlerin KOBİ’ler üzerinden elde edecekleri çıkar ve nihayetinde yine büyük şirketlere dönecek olan kâr beklentisi yatmaktadır. KOBİ'ler piyasadaki faaliyet ve ilişkilerinde büyük şirketlerin çıkar ve hâkimiyet alanlarından bağımsız değildir. KOBİ’ler ekonomik ve teknolojik olarak bağımlı oldukları şirketlere MTE hizmetleri konusunda da bağımlı hale gelmiştir.
Esnek üretim sistemlerinin MTE sistemleri üzerinde yarattığı en önemli değişiklik öğretim programlarının içerik ve niteliğinde olmuştur. Bu doğrultuda, Fordist Sisteme uygun dar kapsamlı uzmanlaşmaya dayalı eğitim anlayışından, genel ve geniş perspektifli mesleki-teknik yeterlilikler kazandırmayı amaçlayan, disiplinler ve mesleki alanlar arasında geçişkenliği kolaylaştıran, esnek niteliğe sahip eğitim anlayışına geçilmiştir. MTE’de öğretim programlarının esnekleştirilmesini ve sürekli değişen ihtiyaçlara göre hızla yeniden düzenlenmesini kolaylaştıran modüler sistem ön plana çıkmıştır.
Modüler eğitim sisteminde öğretim programları, öğrenme-öğretme sürecinde bireylere kazandırılması hedeflenen, bilgi, beceri ve tutumlara ilişkin yeterlilikleri içeren bağımsız küçük eğitim birimlerinin (modüllerin) ihtiyaçlara uygun olarak bir araya getirilmesiyle oluşturulur. Modüler eğitimde, kendi içinde bütünlük taşıyan eğitim modülleri, tek tek kullanılabildiği gibi, sayısız kombinasyonlarla bir araya getirilerek çeşitli tür ve düzeylerdeki eğitim ihtiyaçlarına yanıt verebilen öğretim programları hazırlanabilir. Bu sistemde eskiyen modüller kaldırılırken yeni modüller hızla hazırlanıp modül havuzuna eklenir. Modüler sistem bu yönüyle öğretim programlarının esnek ve kolayca dönüştürülebilen bir yapıya kavuşmasına olanak tanır. Modüler sistem aynı zamanda ulusal ve uluslararası düzlemde öğretim programlarının, standardizasyonu, belgelendirilmesi ve karşılıklı akreditasyonu açısından büyük kolaylıklar sağlar. Esnek üretim sistemlerinin dokusu gereği hızla değişen istihdam ve işgücü yeterliliklerinin bireylere eş zamanlı olarak kazandırılması konusunda esnek ve hızlı dönüştürülebilen yapısıyla modüler eğitim sistemi ağırlık kazanmıştır. MTE sistemleri için en uygun öğretim programı türlerinden biri olan modüler sistem, III. Sanayi Devrimiyle birlikte gerek işletmelerdeki eğitim birimlerinde gerekse resmi MTE okul ve kurumlarında hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere esnek üretim sistemlerinin egemen olduğu sanayileşmiş ülkelerde modüler sistemin yaygınlaşma hızı daha yüksek olmuştur. Özellikle AB’de, topluluk içerisinde serbest dolaşım hakkı bulunan işgücünün yeterliliklerinin, belirlenen üst yeterlilikler çerçevesine göre standartlaştırılarak belgelendirilmesi ve topluluk ülkeleri tarafından tanınıp akredite edilmesi için MTE sistemlerinin modüler yapıya dönüştürülmesine yönelik kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Türkiye’de de her ne kadar üretim dokusunun bilimsel ve teknolojik bileşimi genel olarak çok yüksek olmasa da, AB uyum çalışmaları kapsamında, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından 2000 yılında, “MEGEP-Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirme Projesi” ile MTE’yi modüler sisteme dönüştürme çalışmaları başlatılmıştır. Projenin toplam 58 Milyon Avro olan bütçesinin, 7 Milyon Avro’luk bölümü MEB, 51 Milyon Avro’luk bölümü ise AB hibe fonlarından karşılanmıştır. Bu noktada, AB’nin söz konusu fonları hibe olarak aktarmasının altında yatan temel amacın, öncelikle AB merkezli çok uluslu şirketlerin Türkiye’deki doğrudan ya da taşeron olarak faaliyet gösteren bağlı şirketlerinin “nitelikli” işgücü ihtiyaçlarını karşılamak olduğu söylenebilir. Diğer yandan nüfusu giderek yaşlanan AB ülkelerinde, özellikle imalat ve hizmet sektörlerinde artan genç işgücü açığının baskısı ve sosyal güvenlik sistemlerinin çökme noktasına gelmesi nedeniyle, şirket davetiyeleri ve geçici çalışma izinleriyle topluluk dışı ülkelerden yapılan “nitelikli” işgücü transferleri çok katı göçmen politikalarına rağmen devam etmiştir. AB sağladığı eğitim destekleriyle, genç nüfusa sahip Türkiye’de kendileri açısından “kabul edilebilir” niteliklere sahip “mavi ve gri yaka” tanımlı potansiyel işgücü yığınlarını büyütmeyi hedeflemiştir. AB yüksek nitelikli istihdam alanları için ise Türkiye’de iyi üniversitelerde eğitim görmüş gençler için örtülü “açık kapı” politikasına geçmiş ve bu politikayı bugüne kadar sürdürmüştür.
Türkiye’de MEGEP ile, meslek analizleri esas alınarak hazırlanan meslek standartları temelinde, 42 meslek alanı ve 197 dal için yeterliliğe dayalı modüler “çerçeve öğretim programları”, “ders bilgi formları” ve 5664 adet “modül” hazırlanmıştır. MEGEP öğretim programları, alanlar bazında geniş tabanlı başlayıp dallara doğru daralarak ilerleyen bir piramidal yapıda tasarlanmış, alan ve dallar arasında geçişler kolaylaştırılmıştır. Ancak Türkiye’de sınıf geçme sistemine dayalı örgün eğitim modelinden yönetsel ve teknik gerekçelerle vazgeçilemediği için, proje kapsamında hazırlanan modüler çerçeve öğretim programları klasik ders geçme sisteminin içine monte edilmiş, bu nedenle MTE öğretim programları tam bir modüler sistem yerine melez bir yapıya büründürülmüştür. 2005–2006 öğretim yılından itibaren tüm MTE kurumlarında uygulamaya koyulan MEGEP ile liselerde öğretim süresi 4 yıla çıkarılmış, meslek alanlarına 10. Sınıfta (lise 2), alanların altındaki dallara ise 11. Sınıfta (lise 3) başlama uygulamasına geçilmiştir. Böylece MTE’ye başlama yaşı eski uygulamaya göre 1 yıl ötelenerek MTE öncesindeki temel-genel eğitim süresi 9 yıla çıkarılmıştır. (MTE’ye başlama yaşını nispeten yukarıya çeken bu uygulamaya 2020 yılında son verilmiş, MTE programlarına 8. Sınıftan sonra başlanan uygulamaya geri dönülmüştür. Ayrıca 2012-2013 öğretim yılında, 4+4+4 olarak da bilinen üç kademeli temel eğitim uygulamasıyla, ilkokula başlama yaşı 7’den 6’ya, dolayısıyla liselerdeki MTE alan eğitimlerine başlama yaşı da 14’e düştüğü için, MEGEP uygulamasında 16 olan MTE’ye başlama yaşı 2 yıl geriye çekilmiştir. Dünyadaki, temel-genel eğitim sürelerinin uzatılması ve MTE’ye başlama yaşının giderek yukarıya çekilmesi yönündeki çağdaş eğilimlere ters olan bu uygulamalar, AKP iktidarının, siyasal-ideolojik hedeflerine uygun bir toplumsal yapının inşası ve aynı zamanda, emperyalizme eklemlenmiş, büyük ölçüde taşeronlaştırılmış ve katma değeri düşük ürünlere mahkûm edilmiş üretim alt yapısının gerektirdiği niteliksiz işgücüne duyulan yaygın ihtiyacın olabildiğince çabuk karşılanmasına yönelik politikalarıyla doğrudan ilişkilidir. Son yıllarda yaygınlaştırılması için büyük çaba harcanan ve adeta “çocuk işçiliğinin kurumsal merkezleri” haline gelen Mesleki Eğitim Merkezleri-MESEM’ler de bu politikalara hizmet etmektedir).
III. Sanayi Devrimi sürecinde MTE sistemlerinin yeniden örgütlenmesine ilişkin tüm çaba ve girişimler, daha önceki sanayi devrimlerinde olduğu gibi yeni tip üretim örgütlenmeleri üzerinde şekillenen kapitalist üretim ilişkilerinin gerektirdiği insan kaynağının yetiştirilmesi hedefine hizmet etmiştir. İşletmeler daha önce gereksiz bir maliyet olarak gördükleri eğitimi, ihtiyaç duydukları nitelikli işgücünün yetiştirilmesi açısından kâra ve artı değere dönüşen bir yatırım olarak görmeye başlamıştır. Çünkü kapitalistin el koyduğu artı değer üzerinden gerçekleştirdiği sermaye birikiminin tek kaynağı, işçilerin ve diğer işgücü katmanlarının emeğidir. Bu bağlamda sermaye açısından işgücünün emeğine değer katan eğitime duyulan kapsamlı ve sürekli ihtiyacın maddi temelini kapitalizme özgü iflah olmaz kâr ve birikim hırsı oluşturur. Çünkü işgücünün eğitim düzeyinin artışı verimliliğe yansımakta, verimlilik de göreli (nispi) artı değer artışı üzerinden kapitaliste kâr ve sermaye birikimi olarak dönmektedir.
Kapitalizmin, bilim, teknoloji, üretim yöntemleri, eğitim sistemleri gibi insanlığın ürettiği tüm değerleri kâr ve sermaye birikimine dönüştürüyor olması, bu değerlerin bir daha kullanılmaması gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine, insanlık tarihi boyunca üretilen her türlü değer, tüm insanlara, eşitlik, özgürlük, refah, mutluluk sunan daha ileri toplumsal yapılar içerisinde yeniden örgütlenerek kullanılmalı ve insanlık yararına daha üst formlara taşınmaya devam edilmelidir. Bunun için, insanlığa yüzyıllardır, sömürü, sefalet, yoksulluk, eşitsizlik, kriz, savaş ve çevre felaketlerinden başka bir şey sunmayan kapitalizm/emperyalizm bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldırılmalı, yerine tüm dünyayı kapsayan insanca bir düzen kurulmalıdır. Kurulacak olan bu düzen de şüphesiz, insanlığın bugüne kadar bulabildiği en ileri ve hakça düzen olan sosyalizmdir.
Sonuç
20. yy.ın başlarında, Frederick Winslow Taylor’ın işletmelerde verimliliğin arttırılması ve üretimde örgütlenme modellerine ilişkin geliştirdiği ilkelerin iş yaşamına uyarlanması, kapitalizm ve özellikle de sanayi kapitalizmi açısından kâr ve sermaye birikim sürecinde yeni bir sıçrama yaratarak II. Sanayi Devrimini başlatmıştır. Taylorizm ya da Fordizm olarak anılan bu ilkelerin ana hatları şunlardır: İşleri, hassas zaman ve hareket etütleriyle olabildiğince küçük, basit ve rutin işler haline getirmek; üretimi, hızı değiştirilebilen kayan bir montaj hattı (bandı) üzerinde örgütlemek; makineli üretim süreçlerini, tek amaçlı makinelerle, birbiriyle bağlantılı çok küçük ve basit işlemler serisi haline getirmek; işgücü için mümkünse parça başı ve prime dayalı ücret sistemi uygulamak.
1970'lı yıllara kadar büyük gelişme gösteren Fordist Sisteme dayalı ekonomiler, 1970’li yıllardan itibaren temel olarak, Fordist Sisteme özgü sorunlar ve değişen pazar dinamikleri nedeniyle kısa zamanda dünya ekonomik bunalımına dönüşen derin bir krizin içine girmiştir.
Fordist Sistemi krize sürükleyen nedenler ana hatlarıyla şunlardır:
- 1970’li yıllardan itibaren, tüketici tercihlerinin tek tip ürünlerden kişiye özel ürün çeşitlerine kayması nedeniyle hızla değişen pazar dinamiklerine, büyük ölçekli ve tek tip ürünlerin üretimine dayalı Fordist Sistem ayak uyduramaz hale gelmiştir.
- Fordist Sistemde yeni bir ürünün üretimine geçmenin çok zaman alıcı ve maliyetli olması nedeniyle, küçük ölçekli pazarlar karşısında kitlesel üretime ve stoklara yapılan yatırımlar büyük zararlara yol açar.
- Kayan montaj hatlarında kaçınılmaz olan koordinasyon bozuklukları büyük verimlilik ve maliyet kayıpları yaratır. Ayrıca üretimi arttırmak için montaj hatlarının hızının arttırılması, üretimdeki hata oranlarının artışıyla birlikte ürün kalitesinin düşmesine neden olur. Kalite kontrol üretim hattı sonunda yapıldığı için hatalar çok geç fark edilir ve bu yüzden zarar büyük olur.
- Fordist Sistemde, işgücü hiyerarşi piramidi oldukça dikey, iş tanımlarının sınırları katı, öneri sunma ve serbest müdahale mekanizması kapalı bir üretim örgütlenmesi vardır. Bu durum, hatalara, verimsizliğe ve yenilik geliştirme hızının düşük kalmasına yol açar.
- Fordist Sistemde mikro iş bölümü işgücünü işe yabancılaştırır. İşe yabancılaşma, işgücü üzerindeki aşırı baskı ve denetim, üretimin aşırı yoğunlaştırılması, sürekli aynı işin yapılması çalışanların fiziksel ve mental çöküşüne neden olur.
1970’li yılların sonlarından itibaren giderek hâkimiyetini yitiren Fordizmin krizini aşmak amacıyla, üretim süreçleri ve üretim teknolojilerinin geliştirilmesine yönelik yapılan çalışmalar "esnek üretim sistemleri” üzerinde yükselen III. Sanayi Devriminin zeminini hazırlamaya başlamıştır. Mikroelektronik, bilişim, sibernetik, otomasyon, robotik gibi teknolojiler, esnek üretim sistemleriyle birlikte III. Sanayi Devriminin teknik temelini oluşturmuştur.
Kapitalist/emperyalist sistem, bir yandan esnek üretim sistemleriyle sermaye birikim krizine çözüm üretmeye çabalarken, diğer yandan sermaye birikimini daha fazla arttırmanın yolu olarak dünya genelinde neoliberal politikaları hayata geçirmeye yönelmiştir. Neoliberal politikalar özetle şunları hedeflemiştir:
- Yerelleştirme, özerkleştirme, federalleştirme gibi politikalarla, büyük ulus devletler parçalanarak emperyalizm karşısında savunmasız hale gelen mikro devletler ya da federal yapılar ortaya çıkarmak.
- Ulusal pazarları, tüm bağımsızlıkçı ve korumacı önlemler ortadan kaldırılarak uluslararası finans ve sanayi sermayesinin egemenliğine açmak.
- Kamunun/devletin elinde bulunan işletmeleri özelleştirmeler yoluyla piyasaya açarak yerli ve yabancı özel sermaye için yeni kâr ve birikim alanları yaratmak.
- Her türlü sosyal devlet uygulamalarına son vermek, çalışanların istihdam biçimlerini sermayenin lehine yeniden oluşturmak, emeğin örgütlenme olanaklarını ortadan kaldırmak.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelere eşlik eden esnek üretim sistemleri ve III. Sanayi Devrimi, neoliberal politikalarla birlikte, kapitalist/emperyalist sistemin kâr ve sermaye birikimini tekrar yoğunlaştırabildiği yeni bir süreci başlatmıştır. Bu süreç dünya genelinde, üretim güçleri, üretim ilişkileri, üretim örgütlenmeleri, pazar dinamikleri, işletmelerin iç ve dış ilişkileri, işgücünün çalışma koşulları ve nitelikleri gibi birçok alanda önemli değişiklikler getirmiştir.
Esnek üretim sistemlerinin getirdiği en önemli değişikler, işgücü hiyerarşisi, istihdam biçimleri ve işgücünden beklenen niteliklerde olmuştur. Esnek üretim sistemlerinin dokusuna uygun olarak işgücü niteliklerinin de çeşitlenmesi ve esnekleşmesi ön plana çıkmıştır.
İstihdam biçimlerinin ve işgücü niteliklerinin esnekleşme yönünde değişmesi, doğal olarak işgücünün yetiştirilmesinde birincil araç olan eğitimin ve dolayısıyla MTE sistemlerinin dönüştürülmesini zorunlu kılmıştır. Eğitim sermaye açısından temel ve zorunlu faaliyet alanı haline gelmiştir. III. Sanayi Devrimiyle birlikte MTE sistemleri açısından gerçekleşen dönüşümlerin ana hatları şunlardır:
- Eğitim, bireyler ve kurumlar açısından zorunlu ve sürekli (yaşam boyu) bir etkinlik haline gelmiş, işgücünün eğitim sıklığı ve süresi artarken eğitim konuları da çeşitlenmiştir.
- Eğitim kurumlarının bireylere, esnek ve farklı alanlara transfer edilebilen geniş yelpazeli yeterlilikler kazandırma hedefi ağırlık kazanmıştır.
- İşletmelerin dışında faaliyet gösteren resmi MTE kurumlarının işletmelerle iş birliğini öngören eğitim modelleri ön plana çıkmıştır. İşletmeler bünyelerinde eğitim birimi kurmaya ya da mevcut eğitim birimlerine daha fazla yatırım yapmaya yönelmiştir.
- Özellikle sanayileşmiş ülkelerde MTE faaliyetlerinde, eğitim bakanlıklarının dışındaki bakanlıklara, sanayi ve esnaf odaları gibi kuruluşlara, işletmelere, özel eğitim kurumlarına daha fazla yetki ve sorumluluk verilmeye başlanmıştır.
- MTE alanlarının bilimsel ve teknolojik bileşiminin artmasına paralel olarak, MTE öncesinde zorunlu olan temel/genel eğitim süresinin uzatılması (genellikle 12 yıla), MTE’ye başlama sürecinin ise 18 yaş sonrasına bırakılması zorunlu hale gelmiştir.
- Büyük işletmeler, kendileri için olduğu kadar, bağlı işletmelerinin de eğitim ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalmıştır.
- MTE öğretim programlarının içerik ve niteliği, dar kapsamlı uzmanlaşmaya dayalı eğitim anlayışından, genel ve geniş perspektifli mesleki-teknik yeterlilikler kazandırmayı amaçlayan, disiplinler ve mesleki alanlar arasında geçişkenliği kolaylaştıran bir yapıya dönüşmüştür. MTE sistemlerinde, öğretim programlarının esnekleştirilmesini ve değişen ihtiyaçlara uyumunu kolaylaştıran modüler sistem ön plana çıkmıştır.
- İşgücü yeterliliklerinin, standartlaştırılması, belgelendirilmesi, transfer edilmesi ve akreditasyonu için ulusal ve uluslararası düzeyde çerçeve sistemler geliştirilmiştir.
III. Sanayi Devrimi sürecinde MTE sistemlerinin yeniden örgütlenmesine yol açan koşulların temelini, kapitalist üretim ilişkilerinin gerektirdiği insan kaynağının yetiştirilmesi hedefi oluşturmuştur. Sermaye açısından işgücünün emeğine değer katan eğitime duyulan ihtiyacın altında kâr ve birikim güdüsü yatar. Çünkü işgücünün eğitimi verimliliği arttırmakta, verimlilik de göreli artı değer artışıyla kapitalist için kâr ve sermaye birikimine dönüşmektedir.
Kapitalizmin sömürü aracına dönüştürdüğü, bilim, teknoloji, üretim yöntemleri, eğitim sistemleri gibi insanlığın ürettiği tüm değerler geliştirilerek yeni bir toplumsal düzen içinde tüm insanlığın hizmetine sunulmalıdır. Bunun için, bir kötülük düzeni olan kapitalizm/emperyalizm tarih sahnesinden silinmeli, yerine insanca bir düzen yani sosyalizm kurulmalıdır.
Not: Bundan sonraki yazı bu yazının devamı olarak, “IV. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” başlığını taşıyacaktır.
*Dr., Em. Öğretim Üyesi (Ege Üniversitesi)