İnsanlık tarihinin yaklaşık son 500 yılına damgasını vuran toplumsal, ekonomik, siyasal, bilimsel ve teknolojik alanlardaki hızlı gelişmeler özellikle Avrupa’da kapitalizmin gelişim seyrine yön vermiştir. Bu süreçte meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler beden gücünden makine gücüne geçişi olanaklı kılarak dünya tarihinde üretim güçleri açısından çok önemli bir nitel dönüşümün zeminini yaratmış, üretimde ve yaşamın diğer alanlarında artan makineleşme I. Sanayi Devriminin maddi temelini oluşturmuştur. I. Sanayi Devriminin yarattığı köklü dönüşümler üzerinde yeni biçimler alan kapitalist üretim tarzı kendi toplumsal, ekonomik ve siyasal formlarını da yaratarak yükselişini hızlandırmıştır.
Zanaatkârlık üretiminden manüfaktür üretimine geçiş süreciyle tarih sahnesine çıkan sanayi kapitalizmi, fabrika üretimi ve I. Sanayi Devriminin yarattığı olanaklarla sermaye birikimini daha da yoğunlaştırarak başat hale gelmiş, toplumsal yapıların tümünde olduğu gibi mesleki-teknik eğitim sistemlerinde de kendi üretim tarzına uygun dönüşümleri zorunlu kılmıştır.
Manüfaktür üretimi ve sanayi kapitalizmi
Dünya tarihinde ilkel komünal toplumlardan itibaren köleci ve feodal toplumlar da dâhil olmak üzere sanayi kapitalizmine kadar olan binlerce yıllık dönemde üretim, çeşitli alet, avadanlık ve henüz makine özelliği kazanmamış basit tezgâhlar kullanan zanaatkârlar (ustalar) eliyle gerçekleştirilmiştir.
Zanaatkârlık, çıraklık ve kalfalık hiyerarşisi içinde çok uzun süreli eğitim ve deneyim sürecinden sonra elde edilebilen, üretimin planlamadan pazarlama aşamasına kadar tüm süreçlerine hâkim olan kalifiye emeği içerir. Zanaatkâr aynı zamanda çırak ve kalfaların, üretimdeki rollerinin dağıtılmasından, eğitimlerinden ve yeterliliklerinin (unvanlarının) belirlenmesinden de sorumludur. Zanaatkârın mesleki nitelikleri üretimin bütün süreçlerinde yer alan kafa ve kol emeğini birlikte içerir. Üretimin bütününe hâkim olan zanaatkâr bu yönüyle yaptığı işe yabancılaşmamıştır. Ancak zanaatkârlık üretiminde, üretim tamamen basit alet ve tezgâhlarla el işçiliğine dayalı olarak yapıldığı için ürünlerin özellik ve kalitesinde standardizasyon yoktur ve bu yüzden her ürün birbirinden farklıdır. Ayrıca zanaatkâr üretim sürecinde bütün işleri başından sonuna kadar planlayıp çırak ve kalfaların kısmi desteğiyle kendisi yaptığı için ürünün üretim süresi oldukça uzundur.
Zanaatkârlığa dayalı üretim tarzı, köleci ve feodal toplumlarda hem teknik hem de üretim yöntemleri açısından çok fazla değişiklik göstermeden binlerce yıl devam etmiştir. Ancak 12. Yüzyıldan itibaren özellikle Avrupa’da feodal devletçiklerin askeri ihtiyaçların karşılanmasına yönelik üretim faaliyetlerine de ağırlık vermesi nedeniyle, tarımsal alanlara dağılmış olan zanaatkârlar nispeten büyük kentlere toplanarak ortak üretim bölgeleri oluşturmaya başlamışlardır. Bazı kentlerin büyümesine paralel olarak zamanla askeri üretim dışında üretim yapan zanaatkârlar da bu ortak üretim bölgelerine dâhil olmuşlar ya da kendi bölgelerini oluşturmuşlardır.
Kentlerin nüfusunun giderek artması, zanaatkârlık üretiminin daha fazla önem kazanması, kentlerde artan ekonomik ve ticari faaliyetler sonucunda paranın giderek sermaye niteliğine kavuşması gibi önemli gelişmeler, tarıma ve dağınık zanaatkârlık üretimine dayalı feodal üretim ilişkilerinin çözülme sürecinin de zeminini oluşturmaya başlamıştır. Büyüyen Avrupa kentlerinde zanaatkârlığa bağlı üretimin ve ticaretin artmasıyla birlikte, hammadde tedarik ve nihai ürün pazarlama trafiğinin artması, ticari kapitalizmin önemli merkezleri olan, Milano, Ceneviz, Venedik, Floransa gibi şehir devletlerini daha da zenginleştirirken, Liverpool, Amsterdam, Hamburg, Barselona gibi şehirleri de ön plana çıkarmaya başlamıştır.
Hızla büyüyen Avrupa kentlerinde ekonomik açıdan önemi artan zanaatkârlar, özellikle ekonomik korunma ihtiyacı nedeniyle birlikler oluşturarak mesleki kuruluş niteliği taşıyan loncalarda örgütlenmeye başlamışlardır. Loncalar genellikle aynı dalda üretim yapan zanaatkârların bir araya gelerek oluşturdukları meslek örgütleri haline dönüşmüştür. Loncalar zamanla, üyelerinin dış rekabete karşı korunmalarını sağlamak; toplu satın alma yoluyla üyeleri için ucuz hammadde kaynağı yaratmak; üyelerinin ekonomik ve ticari faaliyetlerini belirlenmiş idari ve etik kurallara uygun olarak yapmalarını sağlamak; belli ölçülerde fiyat ve kalite standartları oluşturmak; çıraklık, kalfalık ve ustalık yeterliliklerinin verilmesinde ölçütler belirlemek gibi işlevlere sahip olmaya başlamıştır.
15. Yüzyıldan itibaren loncalar, her zanaat dalında dışa kapalı, ayrıcalıklı bir tekel durumunda olmaları; zanaat dallarına yeni alınacak çırakların ve üretilecek ürünlerin sayısına sınır getirmeleri; tutucu yapıları ve koyulan katı kurallar nedeniyle üretim tekniklerinin geliştirilmesi konusundaki girişimlere engel oluşturmaya başlamaları; üretim kapasitelerinin düşüklüğü nedeniyle gelişen pazarlar ve ticaret karşısında nicel ve nitel olarak talebi karşılayamaz duruma gelmeleri; sermaye sahibi kapitalistlerin lonca dışındaki üretim girişimlerine karşı çıkmaları ve hepsinden önemlisi zanaat üretimine dayalı işyerlerinde işbölümüne olanak tanımayan bir yapılanmaya sahip olmaları gibi nedenlerle üretiminin kapitalistleşmesine engel olmaya başlamıştır. Loncaların artan ticarete ayak uyduramaması yanında, lonca dışında faaliyet gösteren bağımsız zanaatkârların hem zaman sorunu hem de ticaretin gerektirdiği farklı yeterliliklere sahip olmamaları yüzünden, hammadde tedariği ve üretilen ürünlerin pazarlanması işlerini zanaatkârlar adına tüccarlar yürütmeye başlamıştır. Bu süreçte piyasa ile bağları kopan zanaatkârlar, hammaddeyi satın aldığı ve aynı zamanda ürettiği ürünü sattığı tüccar karşısında bağımsızlığını yitirmiş, piyasa taleplerini ve ilişkilerini bilen tüccara bağımlı hale gelmişlerdir. Tüccarlar, zanaatkârların ürettiği ürünün değişim değeri üzerinden elde ettikleri büyük kârlar ile sermaye birikimlerini arttırmaya başlamışlardır. Zanaatkârlar karşısında pazarlara ve ticari ilişkilere hâkimiyet ve sermaye birikimi açısından güçlü konuma gelen tüccarlar, hem loncaların sınırlayıcı etkilerinden kurtulmak hem de bağımsız kazanç alanları yaratabilmek için kentlerde ve kırsal kesimlerde dağınık durumda olan ve çoğunlukla da evlerde çalışan zanaatkârlara iş vermeye başlamışlar, hammaddeleri tedarik etme ve üretilen ürünleri toplayarak pazarlara sürme işini üstlenmişlerdir. Ticaretin gelişmesi, sermaye sahiplerinin zanaatkârların emeği üzerinden sermaye birikimini yoğunlaştırmaya başlaması sanayi kapitalizminin ve yeni sınıfların ortaya çıkışının ekonomik temellerini yaratmıştır.
Dağınık halde faaliyet gösteren zanaatkârlara iş verme sürecini örgütleyerek kapitalistleşen tüccarlar, her bir zanaatkâra ayrı ayrı çok sayıda kalemden oluşan hammadde dağıtımının güçlüğü, üretimin yavaş ve standardizasyondan uzak olması gibi nedenlerle, bağımsız olarak her hanede başından sonuna kadar yapılan üretim süreçlerini birkaç parçaya bölerek haneler arasında paylaştırmaya başlamışlardır. Örneğin bir çizmenin, kösele tabanı, sayası (üst deri kısmı) ve metal parçalarının üretimi ile bu malzemelerin nihai ürüne dönüştürülmesi (montajı) farklı hanelerde yapılmaya başlanmıştır. Kısmi bir işbölümü getiren bu uygulama üretim verimliliği ve üretim kalitesinde artışlar sağlamıştır. Ancak üretim hanelerinin birbirinden farklı ve kimi zaman çok uzak yerlerde olması, hanelerde üretilen yarı mamullerin diğer hanelere uygun zamanda taşınmasının güçlüğü gibi nedenlerle ortaya çıkan eşgüdüm sorunları, kapitalist girişimcileri, üretimin tek bir yerde, atölyeler içinde toplanmasına yöneltmiştir. Üretimin tüm süreçleriyle tek bir yerde yani atölyeler içinde belli bir sistematiğe kavuşturulması, hammadde tedariği, işbölümünün uyumlaştırılması, yarı mamul ürünlerin birimler arası transferi, işgücü, alet ve avadanlıkların planlanması gibi konularda önemli kolaylıklar sağlamıştır. Birbirinden dağınık halde, kendi hanelerinde ve çoğunlukla da kendi üretim araçlarıyla üretim yapan zanaatkârların, kapitalistin mülkiyetinde olan atölye ve üretim araçlarıyla üretim sürecine sokulmaya başlanması yeni bir üretim örgütlenmesi olan manüfaktür üretimini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Karl Marx, manüfaktür üretimini makineleşmenin başlangıcı olarak kabul eden birçok ekonomi-politikçiden farklı olarak manüfaktüre geçiş ile makineleşmeyi farklı süreçler olarak ele almış, manüfaktür terimini “aletli el-üretiminin” (manufacture) karşılığı olarak kullanmıştır. Çünkü manüfaktür terimiyle makineleşme sürecini eşleştiren bir tanımlama yapmak manüfaktür üretimi ile fabrika üretimi arasındaki nitel farkın ortaya koyulmasını güçleştirmektedir.
Manüfaktür üretimiyle birlikte tarih sahnesinde yerini alan sanayi kapitalizmine özgü üretim ilişkileri, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuva sınıfıyla birlikte, mülksüzleşerek kentlere akın eden ve emeğinden başka satacak bir şeyi kalmayan işgücü yığınlarını yani işçi sınıfını büyütmeye başlamıştır. Bu gelişmeler kaçınılmaz olarak zanaatkârlık üretimiyle birlikte feodal üretim ilişkilerinin de tasfiye olma sürecini hızlandırmıştır.
Sanayi kapitalizminin üzerinde yükseldiği bir üretim tarzı olarak ortaya çıkan manüfaktür üretimi, zanaatkârlık üretiminden, makinelerin yoğun olarak kullanıldığı ve kitlesel üretimin yapıldığı fabrika üretimine geçiş sürecinde bir ara model olmuştur. Nispeten küçük atölyelerde, el aletlerinin yanı sıra beden gücüyle çalışan ve henüz makine özelliği taşımayan basit tezgâhlarla üretim yapılan manüfaktürde, zanaatkârların daha önce tamamını gerçekleştirdikleri üretim süreçleri, dağınık haldeki üretim hanelerinde yapıldığından daha fazla parçaya bölünerek işbölümünün sınırları genişletilmiş, bu işbölümü de üretimde dikkate değer verimlilik artışları getirmiştir. Zanaatkârlık üretiminde işlerin gerektirdiği tüm zihinsel ve bedensel yeterliliklere sahip olan zanaatkârlar, manüfaktürde üretimin tümü üzerindeki hâkimiyetlerini yitirerek işbölümü çerçevesinde sınırlı yeterliliklere sahip olmaya başlamış bu da zanaatkârlar açısından işe yabancılaşma sürecinin başlangıcını oluşturmuştur.
Makineleşme ve I. Sanayi Devrimi
Ortaçağa damgasını vuran feodalizmin ve kilisenin sınırlayıcı etkilerinden “Rönesans ve Reform” hareketleriyle sıyrılmaya başlayan Avrupa’da, fizik, kimya, matematik, mekanik, termodinamik, astronomi gibi temel bilimlerdeki gelişmelerle birlikte teknolojik alanlarda önemli sıçramalar gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 18. Yüzyılda giderek artan bilimsel ve teknolojik gelişmeler beden gücünün yerini alacak olan enerji ve üretim makinelerinin yapılmasını mümkün kılacak olgunluğa erişmiştir. Enerji makineleri bir enerji türünü başka bir enerji türüne dönüştüren makinelerdir. Örneğin, buhar makinesi ve içten yanmalı motorlar ısı enerjisini mekanik enerjiye dönüştüren enerji makineleridir. Üretim makineleri ise bir enerji makinesinin sağladığı enerjiyi kullanarak üretimin gerektirdiği işleri yapan makinelerdir. Dokuma, freze, pres, vargel, torna gibi tezgahlar üretim makineleridir.
James Watt'ın 1775'te buhar makinesinin patentini alması makineleşmede önemli bir sıçramanın başlangıcı olmuştur. Buhar makinesi üretimde ve yaşamın diğer alanlarında ilk kez beden gücünün yerini alan ve üstelik ondan çok daha güçlü ve hızlı olan bir enerji makinesi olarak insanlık tarihinde çok önemli bir çığır açmıştır.
Buhar makinesinin, madenlerde suyun boşaltılması ve konveyörlerin çekilmesinde; üretim makinelerinin çalıştırılmasında; gemi, tren gibi ulaşım araçlarının hareket ettirilmesinde kullanılmasıyla birlikte üretimde büyük verimlilik artışları sağlanmıştır. Buhar makinesi yeni kurulmakta olan fabrikalarda makine dizilerine enerji sağlamak için uyarlanmaya başlamıştır. Buhar makinesi üretim makinelerinin de geliştirilmesi konusunda önemli bir itici güç haline gelmiştir. Dünya tarihinde makineleşmeye dayalı sıçramanın en önemli unsuru olan buhar makinesinin bulunması ve manüfaktür tipi üretimden fabrika sistemine geçiş süreci I. Sanayi Devriminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.
18. Yüzyılın başlarından itibaren giderek yaygınlaşan makineleşme, el emeğine dayalı manüfaktür tipi üretimi yavaş yavaş ortadan kaldırırken, üretim sürecinin farklı aşamalarında ya bağımsız olarak çalışan ya da ardışık işleri yaparak birbirini tamamlayan makine sistemlerine dayalı fabrika üretiminin teknik ve ekonomik koşullarını yaratmaya başlamıştır. 18. Yüzyılın ortalarından 19. Yüzyılın sonlarına kadar olan dönemde ağırlıklı olarak İngiltere'de gerçekleşen I. Sanayi Devrimi, üretim örgütlenmesinde ve buna bağlı olarak emek süreçlerinde köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Avrupa’nın bilimsel ve teknolojik birikiminden ve İngiltere'ye göç eden Avrupalı zanaatkârların bilgi ve deneyimlerinden büyük ölçüde yararlanan İngiltere I. Sanayi Devriminin merkezi olmuştur.
I. Sanayi Devrimini karakterize eden makineleşme süreci öncelikle, tekstil, madencilik ve metalürji sektörlerinde başlamıştır. Pazarların büyümesine paralel olarak gelişen fabrika tipi üretim örgütlenmesi, verimi ve standardizasyonu düşük üretim yapan manüfaktürün yerine, birçok işçinin ve makinenin bir arada çalıştığı, beden gücünün daha az kullanıldığı, işlerin giderek basit, rutin işlere dönüştüğü, üretimde standardizasyonunun mümkün hale geldiği ve üretim ilişkilerinin bütünüyle değiştiği yeni bir yapı ortaya çıkarmıştır. Fabrika sisteminin üretim sürecinin örgütlenmesinde yarattığı en önemli değişiklik, teknik işbölümünü daha da genişletebilme olanaklarını arttırmasıdır. Üretimde bilimsel yöntemlerin uygulanmaya başlamasıyla, işgücü verimliliği ve ürünlerin nitelik ve niceliğinin daha fazla arttırılması mümkün hale gelmiştir. Fabrika sisteminde makinelerin ve bilimsel yöntemlerin kullanılması, manüfaktürdeki kalifiye ancak pahalı ve düşük kapasiteli zanaatkârın yerine, kalifiye olmayan, ucuz ama makine sayesinde daha yüksek kapasiteli işgücünü geçirerek kapitalist açısından işgücü maliyetlerini düşüren bir teknik temel yaratmıştır. İngiltere’de fabrika sisteminde ilk başlarda buhar makinesiyle çalıştırılan tezgâhlarda (makinelerde) sanayinin temel ürünleri olan, pamuk ipliği, kumaş, bez gibi tek parça (homojen) ürünlerin üretimi gerçekleştirilmiştir. Üretilen bu tip ürünlerin çok parçalı olmaması üretim sürecinin parçalanmasını gerektirmediği için her ürün ayrı ayrı makinelerde üretilmiştir. Makinelerdeki üretimin basit ve rutin hale gelmesi makine üzerinde çalışan işçinin emeğinin niteliğini düşürürken, makinelerin teknolojik yapısının giderek gelişmesi ve karmaşıklaşması nedeniyle, makinelerin ayar, bakım ve onarımlarını yapan ustabaşıların (formen-master) ve makineleri tasarlayan mühendislerin emeğinin niteliği yükselmeye başlamıştır. Ayrıca üretimin planlanması ve yönetiminden sorumlu yönetici kesimden de beklenen niteliklerde artış olmaya başlamıştır. Üretim hiyerarşisindeki işgücü nitelikleri açısından ortaya çıkan bu belirgin ayrışma aynı zamanda kafa ile kol emeği arasındaki ayrışmayı daha keskin hale getirmiştir. Böylece fabrikalarda, işçi, ustabaşı (formen), atölye şefi, kalite kontrol uzmanı, planlama ve tasarım mühendisi, muhasebe uzmanı, fabrika müdürü gibi farklı nitelikler gerektiren hiyerarşik pozisyonlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Lonca sistemlerinin ve manüfaktür üretiminin dağılmaya başlamasıyla işlerini kaybeden zanaatkârların çoğu makineleşmenin gerektirdiği üst yeterliliklere sahip olmadıkları için köyden kente göçen niteliksiz işgücü yığınlarıyla birlikte fabrikaların potansiyel işçileri haline gelmiştir.
Manüfaktür üretimi üzerinden sermaye birikimini yoğunlaştırmaya başlayan sanayi kapitalizmi, üretimin sınıfsal yapısında, üretim güçlerinde ve üretim ilişkilerinde köklü değişiklikler getirirken, kendi üretim tarzına uygun, toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerin de zeminini yaratmıştır. Bu dönüşümlerin en önemlisi, uluslaşma sürecinin hızlanması ve ulus devletlerin ortaya çıkışıdır.
I. Sanayi Devrimi ve mesleki-teknik eğitim
Sanayi devrimleri, binlerce yıllık zanaatkârlık üretimine dayalı “usta-kalfa-çırak” hiyerarşisi içinde sürdürülen mesleki-teknik eğitimin yapısında önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Zanaatkârlık üretiminde üretim sürecinin bütün aşamalarında yetkin olan zanaatkâr (usta), sahip olduğu bilgi, beceri ve tutuma ilişkin tüm yeterliliklerini yanında çalıştırdığı çırak ve kalfalara kendi belirlediği sistematik çerçevesinde aktarmakta, yaptığı uzun süreli gözlem ve üretime yönelik sınavlar sonucunda onların önce kalfa sonra usta olmalarını sağlamaktadır. Ancak I. Sanayi Devrimiyle birlikte fabrika üretim sistemi üzerinde yükselerek giderek başat hale gelen sanayi kapitalizmi, zanaatkârlık ve kısmen de manüfaktür üretim biçimlerine özgü “usta-kalfa-çırak” temelli mesleki-teknik eğitim yöntemlerini giderek ortadan kaldırırken, kendi yapısal gereksinimlerine daha iyi yanıt verecek kitlesel eğitim kurumlarını ön plana çıkarmaya başlamıştır.
Kapitalizmin gelişimine paralel olarak ortaya çıkmaya başlayan ulus devletlerde, yurttaş statüsüne kavuşan bireylerin kapitalizmin yarattığı toplumsal, ekonomik ve siyasal düzenin öngördüğü politikalar doğrultusunda dönüştürülebilmeleri amacıyla, merkezi ve kitlesel eğitim-öğretimi öngören, resmi okullar biçiminde örgütlenmiş eğitim kurumlarına gereksinim duyulmaya başlanmıştır. Bu süreçte mesleki-teknik eğitimde, önceleri büyük fabrikaların içinde oluşturulan ve resmi genel eğitime eklemlenen, daha sonra ülke genelinde fabrikaların dışında da kurulan mesleki-teknik eğitim kurumları ortaya çıkmıştır. Büyük fabrikaların içinde oluşturulan mesleki-teknik eğitim birimlerindeki eğitimin sorumluluğu giderek profesyonel eğitmenlere verilmiştir. Mesleki-teknik eğitim kurumlarına, artan bilimsel ve teknolojik gelişmeler nedeniyle giderek çeşitlenen ve bileşimi derinleşen mesleklerin öngördüğü istihdam yeterliliklerini işgücüne kazandırmak yanında, genel yeterliliklere sahip yurttaşlar yetiştirmek işlevi de yüklenmiştir. Yani mesleki-teknik eğitim kurumları temel/genel eğitimin de verildiği resmi okullar haline gelmiştir.
Mesleki-teknik okullardaki eğitim programları ve düzeyleri, fabrika üretiminde yer alan emeğin niteliği ve sorumluluk düzeylerine bağlı olarak çeşitlilik kazanmaya başlamıştır. Örneğin, makine başında basit ve rutin işleri yapacak işçilere verilen birkaç haftalık kurslardan, araştırma-geliştirme (ar-ge) laboratuvarlarında çalışacak mühendislerin yetiştirildiği yıllarca süren eğitim programlarına kadar çeşitli düzeylerde okul ve eğitim kademeleri ortaya çıkmıştır.
Sanayileşme süreci içerisinde organize ve kitlesel hale gelen mesleki-teknik eğitim sistemleri, ülkelerin özgül koşullarına bağlı olarak mesleki-teknik eğitimin ağırlıklı olarak, “işyerlerinde” ya da ”okullarda” yapıldığı sistemler şeklinde iki farklı uygulamaya sahip olmuştur. Genellikle, içinde mesleki-teknik eğitim birimi açılabilecek büyüklükte fabrikalara sahip sanayileşmiş ülkelerde birinci model, yeterli büyüklüğe ve teknolojiye sahip fabrikaların az, sanayileşmenin düşük olduğu ülkelerde ise ikinci model benimsenmiştir.
Önce İngiltere’de başlayan I. Sanayi Devrimi, ekonomik ve ticari ilişkilerin artmasıyla hızla, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya gibi ülkelere yayılmıştır. Ancak, buhar makinesinin teknik yetersizlikleri, içten yanmalı motorlar ve elektrik enerjisi alanlarındaki gelişmeler, fabrika sistemindeki işbölümü örgütlenmesindeki yetersizlikler II. Sanayi Devrimine doğru gidişin temel zorunluluklarını oluşturmuştur.
Not: Bundan sonraki yazı bu yazının devamı olarak, “II. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” başlığını taşıyacaktır.
*Dr., Em. Öğretim Üyesi