''İslamcı iktidar, nihayet, dört başı mamur bir DOB yönetimi oluşturmanın huzuru içinde. Genel müdüründen danışmanına ilk kez bu derece Saray uyumlu, tüccar bir Türkiye Yüzyılı ekibi oluşturuldu.''
Melis Gönenç
Gazeteci Melis Gönenç'in geçmiş yıllarda Devlet Opera ve Balesi hakkında soL'da kaleme aldığı yazılar, Yazılama Yayınevi tarafından "İslamcı Yıllarda Devlet Opera ve Balesi" adıyla kitaplaştırıldı.
Ancak kurum, yakın zamanda yine önemli değişiklikler yaşadı. Gönenç, şimdi yeni bir yazı dizisiyle olan biteni irdeliyor.
Bugün, Gönenç'in 7 bölümlük yazı dizisinin yedinci bölümünü yayımlıyoruz.
Dizinin gelecek bölümlerini önümüzdeki haftalarda pazar günleri soL'da okuyabilirsiniz, şimdiye dek yayımlanan yazılarınaysa aşağıdan ulaşabilirsiniz.
DOB’un fiili yönetim şemasını özetleyelim:
Patron katında Bakan Yardımcısı Batuhan delikanlı oturuyor. Saray’da çizilen kültür-sanat politikasını DOB’a uygulamakla yükümlü. Kamu bilinç ve yöneticiliğine uzak, tüccar zihniyetli, tipik Türk usulü liberal.
Bir alt katta Genel Müdür Tan Sağtürk oturuyor. Onun görevi, Batuhan delikanlıdan gelen emirleri harfiyen kuruma aktarmak. Kurum açısından, aktarım kayışı olmanın ötesinde bir işlevi yok. Esas işi ise kendine ait, ülkenin en büyük bale özel şirketine, genel müdürlük olanaklarını kullanarak müşteri devşirmek. Kamu bilinç ve yöneticiliğine uzak, tüccar zihniyetli, tipik Türk usulü liberal.
Bir alt katta iki genel müdür yardımcısı bulunuyor. İlki Arzu kız. İslamcılar iktidarda kalırlarsa, önümüzdeki dönemin genel müdürü olacak. Kamu bilinç ve yöneticiliğine uzak, tüccar zihniyetli, kamu kurumunu arpalık olarak algılayan, tipik Türk usulü liberal.
Diğeri, Cavlak Volkan. Genel Müdür, kurumu tanımadığı ve kamu görevlisi görgü ve reflekslerine de sahip olmadığı için, Batuhan delikanlıdan gelen emirleri ancak onun aracılığı ile uygulamaya sokabiliyor. Cavlak’ın kurum içi, kurum dışı, her durumda yolunu bulabilme becerisinin önünde tek bir biçimsel pürüz kalmıştı: Özlük hakları açısından çok daha elverişli koşullar taşıyan genel müdür yardımcılığına “asaleten” atanamaması. Oysa o postu kabul etmesinin arkasındaki esas beklenti buydu. Yani, yine para işi. Yoksa kurum, yüksek sanat, Laik Cumhuriyet falan umurunda değil. İte kaka ama başardı. Arzu kızdan sonra da olsa, asaleten atandı. Bunun, kuruma en ufak bir olumlu etkisi olmayacak, yalnızca Cavlak’ın cebi daha şişkin olacak. 30 yıllık kamu görevlisi olduğu halde, ilk yıllarında kültürel kromozomlarında uyuyan tüccar zihniyeti, yıllardır bünyesini bütünüyle ele geçirmiş durumda. Tipik Türk usulü liberal.
İşte bu dörtlü, İslamcıların şu ana kadar yan yana getirebildikleri, meşreplerine, siyasi çizgilerine en uygun ekip: Laik Cumhuriyet ve onun yüksek sanat anlayış ve kurumlarına düşman, katıksız tüccar, entelektüel bilgi ve görgüsü düşük, ilkesiz ama fırsatçı, mahşerin dört atlı emir kulu…
Dört atlıya üç de seyis
Yanlarında üç isim daha var: Genel koordinatör Oğuz Sırmalı, Bale Başöğretmeni Armağan Davran ve Başrejisör Recep Ayyılmaz.
Genel Koordinatör Oğuz Sırmalı, Karahan dönemi yadigârı. Bir yıl boyunca değiştirmeye gerek görmediler. Koltuğunu koruyabilmesinin en önemli nedeni, tam bir piyasa kurdu olması. DOB’un her türden organizasyon, festival, sponsor işlerinin piri. Zamanında şirket kurmuş, becerikli, ticari buruna sahip, yasa, yönetmelik filan gibi bürokratik alanlarda dolaşmayı sevmeyen, “iş bitirme” odaklı, sanatın yükseği, ortası, alçağı gibi konulara hiç mi hiç takılmayan, değişik ilişki ağlarında rahat dolaşan, banka hesabına yerleşecek rakamın sevimlilik derecesini kontrol ettikten sonra herkes ile çalışabilecek biri. Tipik Türk usulü liberal.
2019 Mart’ında başlayan genel koordinatörlük dönemi, Karahan yıllarının kara kutusu olduğu algısını yerleştirmiş olmasına karşın, 2023-2024 sezonu festival ve sponsorluk işlerinde sıkıntıya düşülmemesi için yerinde bırakılacak, festival sezonu tamamlanıp, Arzu Kalkan için hazırlanan yeni dönemin otorite normları açısından meşru biri sayılmayacağı düşüncesi baskın çıkınca da, yerine, önceden hazırlanmış daha uygun birinin getirilmesine karar verilecektir. Ekim 2024’te koltuğa oturtulan Kerem İnanç’ın seçimindeki belirleyici etmen, uzun süre Cavlak Volkan’ın dershanesinde çalışmış olup, onun has bahçesindekilerden sayılmasıdır. Sonrasında ise piyasa ile bağını hiç koparmamıştır. Halen Ankara-Kızılay’da bulunan bir müzik-bale okulunun yöneticilerindendir.
Davran ailesinin koordinat sistemi
Bale Başöğretmeni Armağan Davran, nam-ı diğer Bilgiç Armağan, Davran ailesinin, operacı anne, baba ve orkestracı ağabeyin ardından, baledeki etkili üyesi. 35 yıllık DOB sanatçısı. Böyle bir dönemde, Genel Müdürlük’te, Arzu Kalkan gibi birinin astı olmayı içine sindirerek, neden bale başöğretmenliği koltuğuna oturmayı kabul etti?
İki neden öne çıkıyor: Ailenin siyasal kültürü ve kişisel çıkar.
Baba Yalçın Davran, 12 Eylül cuntasının DOB Genel Müdürü. İzmirli. Demokrat Parti (DP) yanlısı bir ailenin siyasal genlerini taşıyor. Konservatuarı (ADK) 50’lerde okuyor. 1961’de DOB’a giriyor. Siyasal bagajını belirleyen iki önemli etmen var:
1) Opera’nın 50’lerde DP-Menderes siyasal meşruluk alanına yazılıp, neredeyse bütünüyle “Vatan Cephesi”ne katılması,
2) 27 Mayıs’ın bunu Opera’ya pahalıya ödetmiş olması.
O tarihte, 1961’de, henüz her iki olay da canlılığını yitirmemiş; bütün kahramanları ve ayrıntılarıyla ortalık yerde. Siyasal antenleri epey duyarlı, 30 yaşındaki Davran, şu siyasal formüle ulaşmakta zorluk çekmiyor:
DP çizgisinden ayrılmadan, asker ile iyi geçinmek.
60’lardan itibaren, o çizginin devamı olan AP-Demirel ekseni, siyasal meşrebinin sınırlarını çizer. Formül çelişik gibi görünse de, 12 Eylül’de hiç de çelişik olmadığı anlaşılacaktır.
27 Şubat 1980’de, Başbakan Demirel, sürpriz sayılmayacak bir kararla onu DOB Genel Müdürlüğüne atar. 12 Eylül generalleri yola onunla devam etmeyi uygun görürler. Cunta, 10 Mart 1981’de, 1963’ten beri kutlanmakta olan 27 Mayıs’ı resmi bayramlar listesinden düşürerek, DP-Menderes yıllarını aklar. Böylece, asker ile merkez sağ barışmış olur. İşte, bazılarının, Yalçın Davran’ın görevde olduğu 1980-1984 arasını DOB’un “altın yılları” olarak tanımlama çabasının altında yatan budur.
Bu barışmanın anlamlı göstergelerinden biri, Davran’ın, “Vatan Cephesi” olayında etkin rolü olan Hüsamettin Ünder ile çalışmayı yeğlemesi olacaktır. 12 Eylül yönetimi Davran’a o kadar güvenmektedir ki, 8 Şubat 1983’te görevden aldıkları DT Genel Müdürü Cüneyt Gökçer’in yerine, 21 Mart 1983’te atayacakları Turgut Özakman’ın koltuğa oturmasına kadar geçen sürede, DT Genel Müdürlüğü makamına da vekâleten onu oturturlar.
Davran ile generallerin aşkı, dolayısıyla, o dönemde Davran’ın neler yaptığı bu yazının konusu değil. Ama şu sorunun yanıtı konu kapsamında: Baba Davran, her iki oğluna da nasıl bir siyasal ve yönetsel rehber bıraktı?:
“Siyasal otorite ile kavga ederek hiçbir yere gelemezsiniz; akıntı yönünde kürek çekerseniz, yorulmadan hız yaparsınız. Uysal görünümlü ama işini bilen, ortalığı velveleye vermeden bildiğini okuyan bürokratlar gibi davranın. Mutlaka yönetim kademelerinde olun. Kamusal alanın dışına taşmamaya özen gösterin. Kazancınızı, kamusal alan içinde kalarak da katlamanın yolları vardır.”
Her iki çocuk da bu şablona fazlasıyla bağlı kalacak, ülkenin ve kurumun en kritik dönemeçlerinde, akıntı yönünde küreklere asılacaktır.
Erdoğan Davran başa güreşmek istiyor
Erdoğan Davran 1985’ten beri DOB çellistidir. Kamusal alan dışına taştığı belki de tek denemesi, 1986-1988 arasında Bilkent Oda Orkestrası’ndaki solo çellistliğinin yanı sıra, aynı dönemde Bilkent’te yaptığı çello yüksek lisansıdır. Baba Davran, 12 Eylül meşruluğu taşıyan, generallerin etkili kırbaçlarından Doğramacı’nın yeni kurulmuş, ülkenin ilk özel üniversitesinde bulunmasını kamusal alan dışı saymamış olmalı. Zaten anne Davran da Bilkent’te ders vermektedir.
Oğul Erdoğan yöneticilik basamaklarını tırmanmaya başlar:
2000-2002; DOB Genel Müdürlüğü Teknik Kurulu orkestra temsilcisi.
2005-2006; DOB orkestra müdürü.
2006-2008; DOB Antalya müdürü ve sanat yönetmeni.
2009-2012; DOB Ankara müdürü ve sanat yönetmeni (2008 Kasım/Aralık’tan itibaren)
Oğul Davran, tıpkı babası gibi, sürüklediği yere bakmaksızın her zaman akıntı yönünde kalmayı “yüksek sanat” felsefesi kabul edecektir:
2006’da, siyasal alana ilk adımı atar; Rizeliler Derneği’nin katkısıyla, Ayder Yaylası’nda bir klasik müzik etkinliği düzenler. Başbakan Erdoğan’ın Rizeli oluşu yeterli nedendir. Ayrıca, o sırada Rizeliler Derneği Başkanı olan Süleyman Basa, sıkı AP’li bir aileden gelmektedir. 15 yıl boyunca Pazarcık’ta belediye başkanlığı yapmış olan baba Macit Fikret Basa, Pazarcık AP ilçe başkanı olup, oğluna Süleyman adını verecek kadar Demirel’e hayrandır. Oğul Süleyman ise, doğal olarak, AKP’ye yakın, Erdoğan’a hayrandır. 9 Eylül 2006’da, DOB’un sisler ve inekler arasında verdiği 70 000 dolarlık konsere 5000 kişi katılır. TRT canlı verir. NTV canlı bağlantılar yapar.
Yoksa Antalya müdürlüğü bunun ödülü müdür?
Hemen ardından, Rize Dernekleri Federasyonu (RİDEF), DOB’a, bir “Karadeniz Rapsodisi” siparişi verir: Karadeniz türkülerinin senfonik düzenlemesi. 6 ay sonra, TRT’nin yine canlı yayımlayacağı konserin tekrarı ekranlarda tamı tamına 200 kez yapılacaktır (Rizelinin Başarı Öyküsü III/Dr. Süleyman Basa, Ajans 53, 3 Ekim 2023). DOB-Rize organik bağı kurulmuştur. İslamcı meşruluk, aynı tarihte, DOB’a, “merkezileştirme” projesi olarak da çökme hazırlıklarını tamamlamak üzeredir.
Oğul Davran, 2007’de, siyasal vitesi daha da yükseltir: Antalya müdürüyken, aşağıda ayrıntıları verilecek olan, sanatsal açıdan zorlama, siyasal açıdan yatırım denebilecek bir onay işleminin imza sahibi olacaktır. Malum, 2007, İslamcıların, Ergenekon hazırlıklarını tamamlayıp, saldırıya geçtiği, FETÖ’nün dinlerarası diyalog’unun doruğa yöneldiği yıldır. Rejisör Recep Ayyılmaz’dan, Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma’sını sahnelemesini ister. Yapıta ezan ve çan sesleri eklenmesini çok olumlu bulacaktır. Ezanlı, çanlı Mozart’ın aynı sezonda üç il müdürlüğünde (Antalya, İzmir, Mersin) sahneye taşınması, İslamcıların gönlünün fethedilmiş olduğunun yeterli göstergesidir.
Bu kez ödül ADOB müdürlüğü olacaktır.
2008 Kasım/Aralık’ında Ankara müdürü ve sanat yönetmeni yapılır. Vatan Cephesi olayından sonra, DOB tarihinin belki de en yıkıcı siyasal faciası olan “merkezileştirme” oldubittisi, İslamcıların, “tek adam” rejimi uygulamasını, Şeyh Rengim Gökmen eliyle DOB’a dayattıkları projenin adıdır. Önceki yazılarda ayrıntılı biçimde ele almıştık. Bu yasadışı projenin yürütülebilmesi için Şeyh’e hizmette kusur etmeyecek bir ekip gerekir. İşte, bu ekibin en sağlam dayanaklarından ikisi, Davran soyadını taşımaktadır.
2008 yılı sonunda, Genel Müdürlük ile ADOB’un ayrılması sonucu, ADOB’un başına çok güvenilir birinin getirilmesi gerekecektir. Şeyh Rengim Gökmen, Mozart’a ezan okutturarak İslamcıların güvenini fazlasıyla kazanmış olan Erdoğan Davran’ı müdür yapmakta zorlanmaz. Zaten baba Davran’a borcu vardır; 1982’de, genel müdürken, 27 yaşındaki Gökmen’i şef kadrosuyla DOB’a alıp, önünü açmış, hızla yükselmesini sağlamıştır. Başka bir ülkede, Şeyh’in böyle bir şansa sahip olmasının hiç de kolay olmayacağını ilerleyen yıllar gösterecektir.
Erdoğan Davran müdür olunca, kardeşi Armağan’ı başkoreograf yapar. 18 -24 Nisan 2009 tarihleri arasında New York'ta düzenlenen “Youth America Grand Prix” bale yarışmasına katılan genç dansçı Kadir Okurer'e eşlik etmesi için de resmi görevle Amerika’ya yollar.
Gözü artık daha yukarıdaki koltuklardadır. Bu amaçla, 2009’da, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) ile Kıbrıs-Lefke Avrupa Üniversitesi’nin işbirliğiyle, 2-5 Kasım 2009’da, üst düzey kamu görevlileri için düzenlenen, “Yönetimde Çağdaş Yaklaşımlar ve Teknikleri” seminerine katılarak sertifika alır.
2008-2012 arası, 21. yüzyıl Cumhuriyet tarihinin en kritik yıllarının başında geliyor. Ergenekon sürecinin başlayıp sonlandığı, FETÖ’nün egemenliğini ilan ettiği, “yetmez ama evet” yoldaşlığının İslamcılarla organikleştiği dönem… DOB için de tam bir dönüm noktası:
Ergenekon sürecine koşut ilerleyen, “Merkezileştirme/tek adam” yapılanması; İslamcıların Osmanlı/alaturka dayatmalarına teslim olma; kurumsal kimliğin hızla törpülenmesi…
Erdoğan Davran bu sürecin önemli oyuncularındandır. Laik Cumhuriyet tasfiye edilirken, DOB’un kültürel altyapısının da tasfiyesi için elinden geleni yapacaktır. 2011’deki kapsamlı bir söyleşisi, bu yöndeki çabasının anlamlı bir örneğidir:
İslamcıların Osmanlı/alaturka müzik ile ilgili düşünceleri belli. Bakın, ADK mezunu müdür Davran, opera ile alaturkayı nasıl benzeştiriyor:
“Mesela çok ağır aryalar var ama onlar bize çok da uzak değil. Türk Sanat Müziğinin akışı da bu şekilde, sözleri uzatma ve birbirine bağlama tekniği, hemen hemen benzerlik var.” (https://lezzetler.com/ankara-devlet-opera-ve-balesi-muduru-erdogan-davran-tarif-70641)
Erdoğan müdür, Atatürk’ün müzik devrimi ve Laik Cumhuriyet’in müzik politikasına kökten karşı. DOB’un tarihsel misyonunu müzik market satıcılığı ile karıştırıyor:
“Herhangi bir vatandaşımız opera ve bale gişesine geldiği zaman kendine uygun bir eser bulmalı. Mesela Türk müziğini seven ve danstan hoşlanan biri Harem balemize geliyor.” (A.g.y.)
Yukarıda belirtmiştik, Harem balesi bütünüyle alaturka müzik eşliğinde bale garabetidir.
DOB, Laik Cumhuriyet’in en önemli çoksesli müzik kurumlarından biri. Kuruluş amaçları arasında, çoksesli müzik ve vokal alanının tanıtılıp, benimsetilmesi gibi çok önemli bir kamusal işlev var. Erdoğan müdür ona da karşı; liberal bir revizyondan yana:
“Biz sanatımızı yapmak istiyoruz, yani sanatımızı sevdirmek gibi bir amacımız olmamalı. Ama bize sanatımızın yanında bir de sevdirme görevi yükleniyor.” (A.g.y.)
İslamcılar yerli ve milli’den, operaların da Türkçe söylenmesini anlıyorlar. Sorun yok. Erdoğan müdür gereğini yapar. Üstelik “yüksek sanat” operaya pop müzik ayarı çekerek:
“Mesela pop müzikte de memleketim şarkısı Yunanca ama Türkçeye çok iyi oturtulmuş. Bence belli başlı klasik olmuş bütün operaların Türkçeleri olmalı.” (A.g.y.)
Memleketim’in Yunanca değil, Sefarad Yahudilerinin Ladino dilinde söyledikleri Yahudi halk şarkılarından biri olduğunu belirtip, Erdoğan müdürün daha da hoş fantezilerinden birine geçelim; hani opera, bale Batı’nın sanatı derler ya; gerçekte öyle değil. Bizim sanatımız. Onlar bizden çalmışlar:
“Derler ki opera, bale sanat dalı bize ait değil. Hayır, bu topraklarda doğmuş ve gelişmiş bir sanat dalı. Antik kenti olan, anfi tiyatrosu olan dünyada başka bir ülke yok. Bizden sonra biraz Yunanistan'da, biraz Ortadoğu'da var.” (A.g.y.)
İnsan ne diyeceğini bilemiyor! Davran ailesinin siyasal oportünizmi hiçbir sınır tanımıyor.
Arya ile gazelin kardeşliği, başta bale olmak üzere, operanın Osmanlı döneminin mirası olacak biçimde birkaç yüzyıllık geçmişi filan… Bu söylemin Batuhan delikanlının ağzından İslamcıların resmi açılımlarından biri olduğunu yazmıştık. Erdoğan müdürün, FETÖ’nün kasırga yıllarında, Emre Aracı arkadaşıyla birlikte bu alanda, İslamcı kültür siyasetinin meşruluğunu ilk dillendirenlerden oluşu sürpriz sayılır mı?
Nitekim aynı dönemde, Erdoğan müdürü bu kez V. Murat balesinin fikir babası olarak görüyoruz. İkinci bölümde ayrıntılarıyla ele aldık. Emre Aracı’nın, klasik Batı müziğinin Osmanlı sarayının resmi müziği olup, Cumhuriyet’e miras kaldığını kanıtlamayı amaçlayan bu siyasal baleyi kotardığı süreçte (2010-2012), Davran kardeşler olayın kalbindeler. Yapıtın iki koreografından biri olan Volkan Ersoy şöyle diyor:
“Bu proje bize, Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürü Erdoğan Davran tarafından önerildi. Kendisinin arkadaşı olan Dr. Emre Aracı’ya Osmanlı dönemine dair müzik çalışmalarından esinlenerek bir bale librettosu çalışması yapmasını rica etmiş ve bu konu ile ilgili de bizimle temasa geçilmesini istemiş.” (V. Murad program kitapçığı, 2012, s.30)
Sanırım, Erdoğan müdürün İslamcı iktidarın sanat politikası hakkında neler söyleyebileceğini tahmin etmek artık zor olmasa gerek:
“Soru: Devletin sanat politikalarından memnun musunuz?
Yanıt: İyi olan ve iyiye doğru giden çok şey var. Mesela Türk eserleri daha çok oynanmaya başladı, daha çok turne yapılıyor, Anadolujet'in sponsorluğu… Bunların hepsi iyi ve güzel şeyler. Ufak tefek sıkıntılar her zaman var, olacaktır da. Devletler halkı için vardır ve halkının refahına çalışır.” (https://lezzetler.com/ankara-devlet-opera-ve-balesi-muduru-erdogan-davran-tarif-70641)
Armağan Davran’ın güzel koltuğu
Erdoğan Davran üzerinde bu kadar durmamızın nedeni, kardeşi Bilgiç Armağan’ın nasıl olup da DOB’un bugünkü yönetimde yer almayı kabul ettiğinin gerekçelerini ortaya koymak.
Davran ailesinin siyasal ve yönetsel kültür algısı, söz konusu kabulün çıkış noktası. Bilgiç için ülkede ve DOB’da para dışında hiçbir önemli sorun yok. Ne İslamcılık, ne Laik Cumhuriyet, ne yüksek sanat, ne kurumsal işleyiş ve saygınlık… Hiçbiri Bilgiç Armağan’ı ilgilendirmiyor. Onu ilgilendiren tek konu, baba mirası rehbere sadakat: “Siyasal iktidarın huyuna gidersen, koltuğun da olur, paran da.”
Bilgiç ile ilgili bilinmesi gereken diğer bir özellik, koreografi işine girmesinin müdür ağabey ve şeyhi Rengim Gökmen sayesinde olduğudur. Aksi halde, o tezgâhı kurabilmesi kolay olmazdı.
Tezgâhı unutmadınız, değil mi?
Hani, baba Davran’ın vasiyetinde yer alan, “kamusal alanın dışına taşmadan da gelirinizi katlayabilirsiniz” formülü…
Cavlak Volkan’ın bölümünde anlattık. Çok kısaca: DOB’un koreograf kadrosunda olanlar, yasa gereği, yaptıkları koreografilerden ek bir gelir elde etmiyorlar. Oysa başka kadroda olup da koreografi yaptığınızda, hatırı sayılır rakamlar telif ücreti olarak hesabınıza yatıyor.
Bu durumda akla şu geliyor: Zaten koreograf kadrosunda, doğal olarak da görevinde bulunmayanlar dışında, yabancılar hariç, kimseye böyle bir ek gelir sağlanmıyordur. Balede başka kadroda olup da koreografiye yönelmek isteyenler, koreograf kadrosuna geçirilerek, yasal işleyişe uygunluk gözetiliyordur.
Yanılıyorsunuz; bu işin de tezgâhı var.
Ağabeyiniz müdür olur. Sizi de balenin yöneticisi olan başkoreograflık koltuğuna oturtur. Ama kadronuz bale öğretmenliğinde kalır. Sonra, koreograflık için cesaretlendirilirsiniz. 2010’da, arkadaşınız Cavlak Volkan ile koreografi yapmaya başlarsınız. İtiraz edenlere, Genel Müdür Şeyh Rengim Gökmen’in sopasını gösterirsiniz. Böylelikle, cebiniz dolmaya başlar. Arkadaşınız Cavlak kadar açgözlü olmadığınız ve babanızın öğüdünü dinlediğiniz için, kamusal alanın dışına taşmayı gerekli görmezsiniz.
Çarkın dönebilmesinin ana koşulu, siyasal iktidarın hoşlanacağı ya da sipariş vereceği işleri yapmak, DOB’un başına yerleştirdiği genel müdürle iyi geçinmektir. Yani, konunun “yüksek sanatı” ilgilendiren hemen hiçbir boyutu yoktur. Bütünüyle siyaseti ve kişisel banka hesabını ilgilendiren bir durumdur.
Bilgiç’in kamusal alan dışında avlanma pratiği yok ama, kamusal alan içinde oldukça cin sayılabilecek ticari girişimleri var. Cavlak Volkan ile 2010’dan bu yana yaptıkları 16 büyük ve bir dizi küçük yapıt koreografisi ile Devlet Balesi’nin, yine onunla birlikte en verimli, kendisine en çok olanak sunulup, alan açılan koreografı sıfatını taşımakta.
Kamusal alanda kalınarak ticari akıl nasıl yürütülür, sorusunun parlak örneklerinden biri, Bilgiç’in, koreografisini tek başına hazırladığı ilk çalışma olup, prömiyeri 27 Nisan 2019’da Antalya DOB’da yapılan Şehrazat balesi.
Siyaset ve ticaretin “yüksek sanat” bale üzerinden nasıl kotarılabileceğine yönelik örnek olay niteliğiyle, konservatuarlarda inceleme konusu yapılabilir.
24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte ülke, Türk usulü başkanlık rejimine geçiyor; Osmanlı Saray rejimi. İslamcıların değil gitmek, daha da güçlendiklerini düşünen Bilgiç, onları memnun edecek, siyasal ortama uygun bir bale düşünüyor. İslam uygarlığı, Şark dünyası, Doğu şiirselliği filan gibi bir anlam alanının olası tüm verilerinin rahatça sergilenebileceği bir yapıt. Dekoruyla, kostümüyle, melodik çizgileri ve dramatik öyküsüyle “bizden” olanın taşıyıcısı, “yerli ve milli” algıya yabancı kaçmayacak bir ürün.
Elbette, Rus besteci N. Rimski-Korsakov’un Şehrazat’ı.
Bilgiç Armağan’dan, İslamcıların 2018 seçim başarısına çam sakızı, çoban armağanı…
Ama ufak bir sorun var: Bestecinin özgün yapıtı 45 dakika. Yani, daha önce de defalarca sahnelendiği üzere tek perdelik bir bale. Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi, DOB Genel Müdürlüğü Telif Ücretleri Değerlendirme ve Tespit Komisyonu, tek perdelik, 75 dakikadan kısa yapıtlara daha az telif ücreti ödüyor. Üstelik bizim ülkede hiç kimse tek perdelik bale izlemeye gitmez. 500 yıllık bale kültürümüz elvermiyor. Salon dolmaz. Dolmazsa, gişe hasılatı üzerinden telif ücreti alan koreografın da cebi dolmaz.
Peki ne yapmalı?
Yapıtı uzatıp iki perdeye çıkarmalı.
Nasıl olur?! Özgün yapıta ek yapılmaz ki…
O “eski Türkiye”deydi. Söz konusu para olunca, kalanı teferruattır. Ayrıca, yapılanın siyasal meşruluğu da var.
Bujor Hoinic’e, Rimski-Korsakov’un diğer bestelerinden ekler yaptırılır ve Şehrazat, “dünyada ilk kez” iki perde olarak sahnelenir.
(buradadansvar.wordpress.com, 6 Kasım 2019)
Merak uyandırana gelince; bu şekilde cebini dolduran Bilgiç, acaba Bujor Hoinic’e, “Ben sana iş getirdim, hanutumu isterim” diye… Neyse, boş verin; “yeni Türkiye”den yüksek sanat bale manzaraları, deyip geçelim…
Sizce, böyle birinin, böyle bir dönemde, DOB Genel Müdürlüğü Bale Başöğretmenliği koltuğunda oturmasında bir tuhaflık var mı?
Sıra, Başrejisör Recep Ayyılmaz’da
Başrejisör Recep Ayyılmaz, nam-ı diğer Hışır Recep, ayrı bir yazıyı hak ediyor. Çok bildik bir azgelişmiş ülke aydını. 30 yıllık DOB kariyerinde, otuzuncu yıla kadar yöneticilik yapmayı hep reddetmiş, her zaman da reddedeceğini belirtmiş; bizde yaygın olan, makam ile kariyer arasındaki doğru orantı anlayış ve pratiğinin dışında kalmaya özen göstermiş biriyken, emekli olmasına bir yıl kala, başrejisörlük koltuğuna oturarak, “Laik Cumhuriyet düşmanlarının resmi işbirlikçisi” nişanını kabul etmesinin altında ne yatıyor olabilir?
Sorunun yanıtı, onun kişisel öyküsünde; belirleyici olarak ise “ideolojik” genetiğinde gizli.
1960 doğumlu. Büyüme, bilinçlenme yaşları, 70’ler, ülkenin toplumsal ve siyasal yaşamının gergin ama çok hareketli yıllarına denk geliyor. Aşırı aile koruması, bu anlamda, ilk “olgunlaşma” sınavını kaçırmasına yol açıyor. Ondan sonrası hemen her şeye geç kalmış, hışırlıktan bir türlü kurtulamamış, ayakları yere sağlam basmayan, hayalleri ile gerçekler arasındaki makasın bir türlü makul açıyı yakalayamadığı, özgüven sorununu çok da sevimli olmayan yollarla aşmaya çalışan biri…
İdeolojik formasyonunu belirleyen verilerle yetinelim:
1) Müzik eğitimi İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’ndan (TMDK). İki anlama geliyor: Zayıf bir eğitime ve hayli gerici, hadi kibarca söyleyelim, liberal bir müzik kültürüne sahip. Defalarca yazdık; “Türk müziği konservatuarı” modeli, 70’lerin ortasında, bütünüyle siyasal bir kart olarak masaya sürülmüş, kültürel anlamda gerici, müzikal anlamda geri bir yapılanmanın adıdır. Soğuk Savaş aparatı olmak dışında hiçbir meşruluk taşımaz. Alaturka müziğin “cemiyet”i, “araştırma enstitüsü” olur, ama konservatuarı olmaz. Hele alaturka ile klasik Batı müziği asla aynı çatı altında bulunamaz. Müzikal algı, kültür ve estetik açısından, buralardan yalnızca liberal çıkar. Yani, alaturkayı ulusal müzik kaynak ve mirasımız olarak kabul eden, doğal olarak da bir adım sonrasında, müzik türlerinin değer eşitliği ve geçişkenliğine biat etmiş, “her türün iyisini severim” cümlesini estetik ölçüt bellemiş tipler. Zaten kuruluş amacı da budur. Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”ne kısa devre yaptırmanın en radikal yolu. 70’lerdeki bu yatırımın meyveleri 90’larda olgunlaşmaya başlamış, 2000’lerin İslamcı iktidarında küfelere sığmaz olmuştur.
Hışır, müzik eğitiminin daha başındaki bu zafiyeti, “tarihsel derinlik” ve “özgün olana sadakat” kaygısı güden, ortodoks çekiciliği yüksek, ama bir o kadar da zor, gerçek bir müzik kültürü ile gidereceğine, en kolay yolu seçip, “çağdaş yorum” adı altında, deneysel/fantezist alana teyellenerek, az gelişmiş ülke aydınlarının sıklıkla düştüğü bir tuzağın kurbanı olmuştur.
2) İstanbul Üniversitesi’nde okuduğu Fransız dili ve edebiyatı bölümü, Fransız kültürünün “toplumsal” duyarlıklı, “tarihselci” gelenek ve yaklaşımıyla, İTÜ TMDK’nın yan sanayi ürünü müzikal estetik anlayışını bir ölçüde dengeye alabilecekken, bölümün iki ağır topu, Tahsin Yücel ve Berke Vardar’ın “yapısalcı” yöntemi benimsemiş olmaları nedeniyle, bu şansı da yitirmiştir. Zaten yine geç kalmış, üniversiteyi 33 yaşında (1993) ancak bitirebilmiştir.
3) Paris Operası’nda, 40 yaşında geçirdiği üç aylık staj dönemi (14/18 Nisan-15 Ağustos 2000), “klasik” kavramıyla tanışma olanağını, paradoksal olarak, tümden yitirmesine yol açar; o sırada, orada, Debussy’nin Pelléas ve Mélisande’ını sahnelemek için bulunan, New York’un çılgın avangard tiyatro yönetmenlerinden Robert Wilson’ı rol model olarak benimser. Wilson, Soğuk Savaş yıllarının etkili Amerikan silahlarından biridir; sahnede ve fantezide sınır tanımayan ağır sıklet liberallerden. Amerikan kültürünün “tarihselcilik” (historicisme) karşıtı doğal ortamına, eşcinsel kimliğinin getirdiği doğal tepkiselliğin eklemlenmesi, “klasik estetik” ile “ortodoks derinlik” kavram ve anlam alanlarını ışık hızıyla terk etmesini sağlamıştır. Hem de nasıl! Öngörülebileceği üzere, bolca ödüllendirilir. Postmodern algısı, tiyatro ile opera arasında var olan “klasik” sınırları kaldırmak, operayı, “müzikli tiyatro” olarak kavramak yönündedir. Hatta daha da ilerisi… Almanya’da çok tutulduğunu belirtmeli.
Öte yandan, sahne tutkusu peşinden Paris’e gidip de, eski 68’li Jérôme Savary’den etkilenmeyen bir az gelişmiş ülke sanatçısı var mıdır acaba? Ferhan Şensoy’un da rol modeliydi. Sahneyi “bayram” yeri gibi düşünen, New York yıllarında cazın yörüngesine oturmuş, sahnedeki “anarşik” dağınıklık ve yığılma izlenimini, sirk, müzikhol ve epik bulamacıyla payandalıyan, her şeyi birbirine karıştırmanın sinerjisinden öngörülemez yaratıcılıklar fışkıracağına inanan bir sahne adamı. “Klasik” kavramını örselemenin, liberal kültür saldırısının en verimli silahı olarak kutsandığı dönemin etkin figürlerinden biri. Özellikle Almanya’da elverişli bir alan bulacak olması, sürpriz değildir. Hışır’ın onun çekim alanına girmesi, elbette ki, hiç zor olmayacaktır.
4) 90’lı yılların neoliberal ortamında, İDOB’da, Yekta Kara’nın kanatları altında palazlanmıştır. Üç yıllık yevmiyelilikten sonra, 1994’te kadroya alınır. Bilindiği gibi, bizim operada “çağdaş sahne” algısı daha ziyade Alman okulu kökenlidir: Feridun Altuna, Mehmet Ergüven, Aytaç Manizade, Yekta Kara… Yekta Hatun’un son derece tartışmalı akçeli işleri, İslamcılar ile yakın ilişkileri sayesinde ayağına dolanmamış, 2015’e kadar DOB’da etkili bir isim olarak kalabilmiştir. Hışır’ın, frankofon olmasına karşın, “toplumsal” aroma ve “klasik” entelektüel duyarlılık taşımayan frensiz “çağdaş”lığı, Yekta Hatun için yeterli güvence olacak, o da müdiresini, 90’larda, Fransa’dan çok Almanya’da tutulan Robert Wilson ve Alman rejisör Willy Decker’den feyz almak suretiyle, yanıltmayacaktır. Nitekim Yekta Hatun, İDOB’un başına geçişiyle birlikte, amacının, “Önümüzdeki yıllarda repertuvarda çağdaş opera ve bale yapıtlarına ağırlık vermek, yenilikçi çalışmalara hız kazandırmak” olduğunu belirtmiştir. (Skylife, Ekim 1994) “Çağdaş”tan kasıt, tiyatro ile sınırları giderek silikleşen bir opera anlayışı, kendi ifadesi ile “Music Theater”dır. Wilson da başka bir şey söylemiyordur zaten. Neoliberal dönem bu anlayışı hızla başat hale getirmeye çalışacaktır. Yekta Hatun, Hışır’ın kişilik ve formasyonunda, döneme çok uygun birini bulduğunu düşünmektedir: Fransız tencere, Alman yemek.
5) Hışır’ın esas amacı tiyatro oyuncusu olmaktır. Yola çıkış noktası budur. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na oyuncu olmak için girmiştir. Damdaki Kemancı, Batı Yakası Hikâyesi, Evita gibi müzikallerde ve bazı tiyatro oyunlarında sahneye de çıkmıştır. Ancak, hırsı ile yeteneği arasındaki ters orantı, zamanla, rejisörlüğe yönelmesini zorunlu kılar. Yıldız Kenter ve Belkıs Aran’ın, Opera’nın bu alanda çok daha bakir olduğunu belirtmeleri üzerine, çadırı oraya kurmaya karar verir.
Dolayısıyla, tiyatro kökenlidir. Robert Wilson, Willy Decker, Jerôme Savary gibi tiyatro kökenli olanlarla, bu açıdan da doku uyuşması doğaldır.
Neoliberal işlemci Hışır Recep
Wilson için, büyük bir ressam olmayı arzuladığı, ancak olamadığı için, tiyatroyu, yarattığı imgeleri resmetmek amacıyla araç olarak kullandığı söylenmiştir. Hışır Recep de, opera sahnesini, teatral imgelemine beden giydirme alanı olarak değerlendirmenin dışına hiçbir zaman çıkamayacak, görsel, teknolojik, plastik yığma refleksiyle, öncelikle bir müzik ve ses sanatı olan operanın ana gövdesine yönelik olgunluğa bir türlü erişemeyecektir. Wilson’a sıklıkla yapılan, “imge fabrikatörü” suçlaması, Hışır için, opera sahnesinin amentüsü yerine geçecek, başta opera, müzik eğitiminin sağlam olmayışı, neoliberal dönemin başat eğilimi postmodern estetiğe kolayca lehimlenmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla, “Opera ile tiyatro arasındaki sınırlar görmezden gelinebilir. Hatta bolca sinematografik malzeme, dans, yüksek teknoloji unsurları falan da katılmalı; bunlar arasında hiyerarşik ilişki bulunmamalı, hepsinin gramajı eşit olmalı. Malum, disiplinlerarası vaziyet…”, biçiminde formüle edilebilecek neoliberal motto, Hışır’ın başucu levhası olacaktır:
“Müzik ve tiyatroyu ayırt etmenin manası yok… Ama “opera sanatı farklıdır” dersen, seyirci sahneden uzaklaşır.” (Milliyet Gencim eki, 7 Şubat 2008)
“Ben tiyatro da, film de yapmak isterim. Siz bir drama ve mizansen ustasıysanız her türlü şeyi sahnelemeniz gerekir diye düşünüyorum.” (Radikal, 3 Şubat 2005)
“Çok iyi bir drama ustasıysan reklam filmi de yaparsın, beş perdelik Wagner operası da. Sadece nüanslar vardır rejiler arasında.” (Milliyet Gencim eki, 7 Şubat 2008)
“Opera oyunculuğu, sinema, tiyatro, reklam filmi, dizi oyunculuğundan farklı değildir… Drama bir bütündür, opera ayrı değildir.” (Diren Sanat, Youtube, 2023)
“İşin tiyatrosu bollaştıkça, söylediğiniz müzik de güzelleşiyor” (TRT 2, Koronun önemi, Youtube)
“Eskiden koca dekorlarla, kostümlerle göz boyanırdı. Sadece şarkı söylemekti bu meslek. İşin drama tarafı eksikti. Benim için asıl olan, bugünkü tiyatro ve müzik anlayışına göre, opera bir tiyatro sanatıdır. Dolayısıyla, tiyatronun neye ihtiyacı varsa, operanın da aynı ölçüde ihtiyacı vardır… Opera, müzikle tiyatro yapma sanatıdır.” (Tele-vizyon, Beykent TV, 26 Haziran 2014)
Bu yaklaşımı haklı çıkarmak için oldukça yalın bir saptama yeterlidir: Klasik opera ölüyor; onu ayağa kaldırmanın tek yolu, teatral dokuyu, eşlik unsuru olmaktan çıkarıp, müzikal doku ile eşit konuma, hatta yeri geldiğinde onun üzerine taşımak. Aksi halde, izleyici kaçar:
“Müziği tiyatroyla ayağa kaldırmaya çalışıyorum” (A.g.y.)
“Yabancı ülkelerde sahneleme sistemleri, kurgular, kostümler ve yeni anlatımlar, seyirciyi opera sanatına çekmekte kullanılan yöntemlerdir” diyerek, kendisinin de bu “trendlerden” yola çıktığını, “konuyla müziği yoğurarak, tiyatroyla, dramayla birleştirerek, ilgiyi arttırmaya çalıştığını” söylüyor. (A.g.y.)
“Görselliği çoğaltarak operayı kurtarma çalışmaları… Sahnede her şey mubahtır, yeter ki ikna edici olsun…” (Radikal, 23 Ocak 2007)
Böylelikle, operanın “yüksek sanat” niteliğini sağlayan o çok hassas ve kendine özgü “müzik-ses-plastik unsur” dengesi, “müzikli tiyatro” tanımıyla seyreltilmeye başlıyor. Bir adım sonrası, “müzikal” ile “opera”nın kol kola girmesi… Tiyatro yetmiyor; sinema ile de eşitleniyor:
“Tiyatro ve sinemada nasılsa, operada da olmalı.” (Diren Sanat, Youtube, 2023)
Yüksek sanat olmayan sinemanın, yüksek sanat olan operaya denkleştirilmesi…
Durum bu olunca, Hışır, fren balatalarını yeniden yakıyor:
“Nasıl ki “yönetmen sineması” diye bir tanım var; “yönetmen operası” da olmalıdır” diyerek, bu türü Türkiye’de kendisinin başlattığını vurguluyor. (A.g.y)
Peki, operada zaten rejisör yok mu?
“Yönetmen ile rejisör aynı değil, bence. Yönetmen, sahneye koyucu, biraz daha karın ağrısı çeken, kendi imzasını atmaya çalışan… Sadece parantezleri sahnelemeyen… Shakespeare ve Verdi’yi çok da umursamayan…” kişi oluyor. (Bir Resim Bir Hikâye, TRT 2)
Peki rejisör?
Besteci veya tiyatro metni yazarının yapıtına sadakat konusunda çok duyarlı olan, yani, sahnenin “trafik memuru” denebilecek kişisi. (Diren Sanat, Youtube, 2023)
Doğal olarak, hiçbir yaratıcılıkları olmayan, burunlarını özgün metin veya besteden dışarı çıkaramayan bu “trafik memurları”ndan “yönetmen operası” beklemek hayal oluyor:
“Tekstlere, müziğe bağımlı kalındığı sürece, yaratıcı olamıyorsunuz…”Ama opera başka bir şey” diyorlar. Opera bu konuda, hiç de başka bir şey değil, bana sorarsanız.” (A.g.y.)
Peki, gerçekten de opera ile tiyatronun sınır çizgileri silikleşebilir mi? Opera ölüyor ya da ontolojik dönüşüm mü yaşıyor? Yönetmen ile rejisör farklı kişiler midir? Sahnede plastik unsur arttıkça, daha mı iyi söylenir? “Yüksek sanat” kavramı artık geçerliliğini yitirmiş bir kabuk mudur? Bu gibi sorulara yanıt aramaya kalkışmak son derece yersizdir. “Tarih artık bir referans, belirleyici olmaktan çıkmıştır” yargısı ne kadar ciddi ise, bu türden sorular da o kadar ciddidir. Ama ciddi olmamak, ideolojik olmamak, ya da moda olmamak anlamı taşımaz. O halde, cevap anahtarı, bu tarz görüşleri ileri sürenlerin ideolojik/siyasal yaklaşımları, konumlarındadır. Önce oradan başlamalıdır.
Başrejisörümüz Hışır Recep’in bu görüşlerinin, önemli ölçüde, idolü Robert Wilson’ın yaklaşımının yansıları olduğunu belirtmeye gerek yok. Wilson’ın tiyatro-opera ilişkisini hangi noktalara taşıyabileceğine yönelik bir örnek verelim.
Gluck’un Alceste operasını sahnelemiş olan Wilson, teatral olan ile müzikal olanın ilişkisine oldukça liberal bakıyor:
“Wilson: Bütün çalışmalarımda, görsel olan kendine yetebilir; Gluck’ta bile. Müziği kaldırarak, sessiz bir yapıt olarak sahneleyebilirim. Sanırım, izlemesi ilginç olurdu.
Soru: Mim gösterisi gibi bir opera mı yani?
Wilson: Evet. Müziksiz, yalnızca ışık ve hareketlere bakarak. Kendine yeterli olabilir. Mimari tasarımı böyle yapıldı.
Soru: O halde, her an var olan müzik ile ilişkinin konumu?
Wilson: Müziğe koşut. Bu bir koşutluk durumu. Müziği güçlendirebilir” (Director Robert Wilson, A Conversation with Bruce Duffie. https://www.bruceduffie.com/wilson.html, 6 sept.1990)
Teatral olanın, müzikal olan ile ilişkisinin bağımlılık değil, yalnızca koşutluk olduğu saptamasını yaptıktan sonra, Wilson, doğal olarak, opera sahnesindeki hareketlerin, müziğin temposuna uyması gerekmediğini, tersine, akışın ve hareketlerin bu tür bir bağımlılık içinde olmasının kendisi için “sıkıcılık” anlamı taşıdığını belirtiyor. (A.g.y.)
Yani, opera sahnesinde, müzik/ses belirleyiciliğinin kalkması.
Bu konunun bizim için önemi nedir mi?
Neoliberal dönemin bizdeki meşru siyasal düşüncesi İslamcılıktır. Soldan sağa, her türden liberal türev İslamcılıkla ilintilidir. Aynı dönemin baskın estetik anlayışının da postmodernizm olduğu dikkate alınırsa, Laik Cumhuriyet’in “klasik” yüksek sanat olarak benimsediği biçimlere yönelik “başkalaştırma” çabalarının, o rejim ve kültüre düşman İslamcıların doğal liberal tepkileri olduğu anlaşılır. Operada “müzik/ses” belirleyiciliğini teatral/plastik unsur ile seyreltmek, bir adım sonra, farklı müzik türleri ve söyleme tekniklerini eklemlemeyi getirir. Aryanın yanına gazel, senfonik orkestraya alaturka sazlar yerleştirmek, klasik baleyi modern dans ile seyreltmek gibi. İşte bu, estetik algı ve beğeninin çok ötesine uzanan ideolojik/siyasal bir tutumdur.
Ya Wilson’ın, sahnenin mesajı konusundaki tavrı? Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” tanımı içinde, “toplumsal eğitim” boyutu bulunduğu için, sahnedeki mesaja yönelik doğal bir duyarlılık vardır. Oysa Wilson için bu bakış açısı faşisttir. Sahnede “toplumsal” kaygının yeri olmamalıdır:
“[Sahnede] Birçok yanıt vardır ancak bizler, tiyatroda, izleyiciye kendi tutumumuzu benimsetmek durumunda değiliz. Bu faşizmdir. Ben izleyiciye nasıl düşünmesi gerektiğini söylemek istemiyorum. Birçok tiyatroda gördüğüm bu tutumu çok rahatsız edici buluyorum. Bence çok faşistler.” (A.g.y.)
Wilson, beklenebileceği üzere, “siyaset”e de uzak duruyor izlenimi vermeye özen gösterir:
“Dünyaya bir bakın; siyaset insanları bölüyor. Oysa şiir, felsefe gibi şeyler daha az bölebiliyor. Hayranlıkla izlenen şeyler. Manevi olan, birleştirenler. Amerikan zenci kölelerin “spritual”lerine bakın; o ağır koşullarda bile hiçbirinde olumsuzluk yoktur, protesto yoktur.” (Comme des pierres ou des poèmes: Heiner Müller selon Bob Wilson, theatre-contemporain.net/, 1 Haziran 2006)
Yoruma gerek bıraktırmayacak kadar açık.
Bu arada, Heiner Müller’i çok beğeniyor. Demokratik Almanya’nın, reel sosyalizmi yerden yere vuran tiyatro adamı.
Bu da çok açık.
“Siyaset”e uzak durmanın içeriği bu oluyor.
Gelelim bizim başrejisör Hışır’a; dedik ya, operaya tiyatro ayarı çekmek, hiç de masum bir estetik arayış değildir. Arkasında ideolojik/siyasal bir tercih vardır. Oysa Hışır da siyasete uzak olduğunu, yalnızca sanat için yaşadığını söyleyip duruyor.
Bakalım, Türkiye’de “yönetmen operası”nı başlattığını söyleyen değerimiz, gerçekten de siyasal olana o kadar uzak mı:
Çağdaş sahneye, çağdaş İslam
2007 yılı; İslamcılar Ergenekon tezgâhını planlamışlar, harekete geçmek üzereler. Antalya DOB Müdürü Erdoğan Davran, Hışır’a, Antalya’da, Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma’sını sahnelemeyi önerir. Antalya’da ilk kez Mozart izlenecek. Müdür Davran “çağdaş” bir şey istememektedir. Malum, bizimkinin freni yok. “Tarihsel bağlam”, “özgün yapıta sadakat” filan gibi olmazsa olmaz ölçütler onu hiç ırgalamıyor; “yönetmen operası” yanlısı ya. İlk kez Mozart izleyecek Antalyalılarda yanlış bir izlenim oluşmasın. Hışır üzülür; en erken 16, en geç 17. yüzyılda geçen olayda, sahneye su kayağı yaparak sokmayı düşündüğü bir Osmanlı paşası ile İspanyol asilzadesi hanımın yaratacağı atraksiyonu ıskalayacaktır (Radikal, 18 Kasım 2007). Ama yine de her şey bitmiş sayılmaz. Örneğin, neden “Ezân-ı Muhammedî” ve “kilise çanları” bir yerlere sıkıştırılmasın?
Ama bu, tam da Laik Cumhuriyet-şeriat kavgasının kızıştığı bir ortamda çok siyasal kaçmaz mı?
Tamam da, İslamcı iktidarın meşruluğu ve sağlayacağı olanaklar dikkate alındığında… Ayrıca, dinlerarası diyalog da gündemde. Malum, FETÖ’cülerin elleri her yere uzanıyor. Üstelik Amerikalıları ve “çağdaş” olanı pek beğeniyorlar.
Nedense, her adımda, “Aman Recep, canım Recep, çağdaşlıkta doz aşımına dikkat Recep” diye kurtlanan Müdür Davran’a, Mozart’a ezan ve çan kaynatmak o kadar da “çağdaş” görünmüyor.
Tesadüf bu ya, Hışır’ın fantezi dünyası ile İslamcı iktidarınki örtüşüveriyor:
“Mozart’ın insanlığa olan mesajlarının altını çizebilmek için İstanbul’un halihazırda var olan kültürel zenginliğinden, mozaiğinden yola çıkarak bazı efektler ekledik… Kilise çanları ve sabah ezanı…” (İstanbul Gazetesi, 1 Aralık 2007)
Peki, “Mozart’ın insanlığa olan mesajları” neler oluyor?
“Affedicilik, hümanizm, insanlık, kardeşlik” (A.g.y.)
Bunların ezan ile ilişkisi?
Hışır’ın zihni pırıl pırıl, maşallah:
“Ezan sesi, Selim Paşa’yı affetmeye yönelten, vicdanı ve insanlığı hatırlatıcı bir unsur olarak kullanıldı… Selim Paşa (…) sert davranmak ister. Ama ezanla bu fikrini değiştirerek, öç almaktan vazgeçip, bağışlayıcılık sergiler… Cezalandırmaya geliyordu. O sahnede ezan sesiyle birlikte bir duygu değişimine uğruyor… Çünkü neden insan birden bire affedici olsun ki. Elinde güç kudret varken neden vazgeçsin? Bir şeyin bu duyguyu tetiklemesi lazım. Ezan sesinin bir devşirme üzerindeki etkisini de göstermek istedim. Alaturka müziğinin ve Sabâ makamının bu etkiyi yaratan bir tetikleyici olduğunu düşündüm.” (Tiyatronline, 10 Haziran 2008)
Hemen ardından da, elbette, Osmanlı övgüsü:
“Soru: Osmanlı her ne kadar sert mizaçlı bilinse de aynı zamanda çokkültürlülüğe özen ve hoşgörü gösterirdi. Oyunda da Selim karakteri böyle betimlenmiş.
Yanıt: Evet” (A.g.y.)
Hışır Recep’in Mozart ve dönemi hakkında, hele ki Saraydan Kız Kaçırma ile ilgili bilgilerinin fantastik hırtlığını tartışmanın yeri burası değil. “Atma Recep, din kardeşiyiz!” deyip, geçelim. Ama İTÜ TMDK formasyonunun liberal açılımının, İslamcı siyasal doku ile ne denli uyuştuğunu göstermesi açısından çok anlamlı bir örnek ile karşı karşıyayız:
Selim Paşa, Belmonte ve Konstanze’yi ölümle cezalandırmaya gelirken, birdenbire sabah ezanını duyar ve o ilahi sesin eşiğinden huşu âlemine geçince, idam cezası yerine af uygulamasının, Cenab-ı Hakk’ın iradesini yansıttığına hükmeder. Zaten Mozart’ın da insanlığa vermek istediği mesaj budur.
Ne diyor Hışır Recep?
“[Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma’sında] Türklerden bahsediliyor olması, Türk karakterlerin operada yer alması ve müziğimizi yansıtması bizi onurlandırıyor.” (Pratik Haber, 30 Kasım 2007)
Belki de Mozart’ın müziğinde alaturkanın makamları tınlıyordur da, bunları duymak her kulağa nasip olmuyordur.
Bu arada, ezan sesinin, tanımını bilmediği için Selim Paşa’yı da dahil ettiği devşirmeler üzerinde daha bir etkili olduğunu göstermek istiyor: Gâvur milletinden İslam’a transfer olanlar ezan sesini duyunca, hoşgörü, affetme duygularına katiyen gem vuramayıp, harbiden “hümanist” oluyorlar.
Merak bu ya, ezanın sözlerini falan anlamadan bu işi nasıl başarıyorlar?
Türk müziği konservatuarında okursan, öğrenirsin; alaturka müziğin makamları, metafizik dalga boylarından beslenen çok derin anlamlar taşır. İlahi kudret ve ilhamı yansıtırlar. Sabah ezanı “Sabâ” makamında olduğundan, “hümanizm”i tetikler.
Hışır Recep’in, operada “çağdaş” yorum olarak, “Mozart-ezan-alaturka” hattını oluşturmasıyla birlikte, DOB tarihinde bir ilk de yaşanır: “Çağdaş” Saraydan Kız Kaçırma, aynı sezonda, aynı rejiyle, üç il müdürlüğünde sahneye taşınır: Antalya, İzmir, Mersin. İslamcılar gereğini yapmış, “çağdaş yönetmen operası”nı ödüllendirmişlerdir.
Ne kadar ilginç; 2007’de, bir başka isim daha ezan ile senfonik ortamı kaynaştırmanın “çağdaş” olacağını düşünür: Alişan. Saray’ın, Batuhan delikanlının, İslamcıların çok beğendikleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın nikâh şahitliğini yaptığı arabeskçi. Yanına Sami Özer’i alarak, Senfonik Çağdaş İlahiler adlı bir albüm yapar. Ezanı 87 kişilik senfonik orkestrayla “çoksesli” okur. Amacının, “dini müziği tekseslilikten çıkarmak” olduğunu söyler. Alişan kıymetlimizin de İTÜ TMDK’nın feyzinden nasiplenenlerden olduğunu söylememize gerek yoktur, sanırım.
2007’de, İslamcıların Ergenekon saldırısına başladığı yılda, ezanın birdenbire “senfonik” ortama teyellenme tutkusunun ardında ne olabilir?
Sakın FETÖ olmasın!
Öküzün altında buzağı arama!
Bakalım:
Alişan’ın, albümü birlikte hazırladığı gazelhan Sami Özer FETÖ’ye hayran. İslamcıların CSO şefi yaptıkları Cemi’i Can Deliorman, nam-ı diğer Şehzade Cemi’i de gazelhana hayran. 15 Temmuz 2020’de, Saray’daki CSO konserini onunla yapacaktır.
2007’de değerli gazelhan kardeşimiz Pennsylvania’ya gidip…
İyisi mi, kalanını kendi ağzından okuyun:
“2007 senesi gibi Pensilvanya'da 3 konserim vardı. Sonra, fakiri de götürdüler Fethullah Hoca Hazretleri'ne. Arkadaşlara dedim ki, ‘Sazları bırakın, öyle girelim. Ayıp olmasın.’ Arkadaşlarımı sordu... ‘Orkestram.’ dedim. Rahatsız etmek istemediğimizi anlattım. ‘Ne münasebet? Hepsi sazlarını getirsin.’ dediler. Hayatımda verdiğim en güzel konserlerden birisiydi. Bir saat 10 dakika kadar sürdü. İlahilerin birçoğu Resulullah Efendimiz'le ilgiliydi. Konserin başından sonuna kadar ağladı Hocaefendi. Çok dualar etti, Allah razı olsun. Bir arkadaşa seslenerek, ‘Sami Bey'e ne istiyorsa verin, odamızdan.’ dedi. Ne hediyeler gelmiş Hocaefendi'ye... Ben de ‘Zeytin bir tesbih var mı?’ dedim. O arkadaş da verdi, sağ olsun. Meğerse çok kıymetliymiş. Böyle bir iltifatları oldu, çok dua ettiler bu fakire, Allah razı olsun. Yatsı namazında bir ezan-ı Muhammedî okuduk, orada. Dedi ki, ‘Sami kardeşimin ezanını kaydettiniz mi?’, ‘Kaydedemedik.’ deyince arkadaşlar, sabah namazına okumaya niyetlendik; ama nasip olmadı. Hocaefendi, Resulullah âşığı bir insan. Allah sıhhatini daim etsin, eksikliğini göstermesin. Böyle insanlar artık az kaldı. Bulunca, kıymetini bilmek lazım. Üzmemek lazım... varlığı bile insanlık için bir nefes kaynağı… Fethullah Hoca'yı seviyorum. Allah dostu biri. İnsanlar saadetli, refah, barış içinde olsun, birbirlerini öldürmesin diye çalışıyor.” (Odatv, 16 Temmuz 2020)
Anlayacağınız, “senfonik tınılı ezan” talimatı yatay kesiyor; Mozart’ından arabeskçisine…
Ardından, apolitik Hışır, çiviyi daha da derine gömmeye niyetlenir.
Neden mi?
2009’a gelindiğinde, İslamcıların eli iyice rahatlamış, Anayasa Mahkemesi bir yıl önce, 30 Temmuz 2008’de verdiği kararla, AKP’nin kapatılmasına gerek görmemiştir de ondan.
“Yaratıcı, özgün” fantezileri hepten coşacaktır:
“Doğru bir kurgu içinde olduğu sürece sahnede her şey mubah. Gerekirse herkesi çarşafa da büründürebilirim; metin bunu kaldırırsa neden olmasın?” (Milliyet Sanat, Nisan 2009)
Bu sözler sürpriz sayılır mı?
Hayır. Hışır’ın kişiliği, entelektüel görgü düzeyi ve hele İslamcı iktidarın has bahçesinden Ömer Çelik gibiler ile ilişkileri dikkate alındığında, hiç sayılmaz.
Daha 2006’nın sonunda, bakın ne diyor:
“Hayat akması gerektiği gibi akıyor ve varmak zorunda olduğu yere varıyor… Bizler birer oyuncuysak ve dünya da bizim sahnemizse, bizi yaratan metafizik ötesi güç bu işin yönetmeniyse, bizlere verdiği roller de bellidir… Bazı şeyler ne kadar çabalasak da olmuyor.” (Hürriyet Keyif, 23 Aralık 2006)
“Takdir-i ilahi”yi bir opera rejisörü daha ne kadar çarpıcı anlatabilir ki?
Peki, peki anladık da, Ömer Çelik bu öykünün neresinde konuşlu?
Bilmem. Hışır’a sormalı. Epey kılçıklı bir durum. TÜSAK savaşları verilirken, 2013’te, projenin sahibi Kültür Bakanı Ömer Çelik’e toz kondurmuyor, “çok yakından tanıdığını, düzgün ve entelektüel biri” olduğunu söylüyordu da. Kim bilir, belki bu övgünün altında başka nedenler de vardır.
Sözde siyasetkaç Hışır’ın siyasal koordinatlarına dikkat çeken bir örnek daha verelim. Hoffman’ın Masalları’nda (2009), Olympia’yı matruşkanın içinden çıkarmasının, rahatlıkla, “Sovyet sosyalizminin gide gide pembe vaatli Amerikan kapitalizmini doğurması olarak” değerlendirilebileceği ileri sürülmüştür. (Ufuk Çakmak, Hoffman’ın Rüyalar Âlemi, Radikal, Nisan 2010)
Bir tane daha: 2006 yılında, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç; uykucu Bakan. İDOB Müzik Direktörü Selman Ada, dâhi Selman, “ulusal opera hareketi” tartışması başlatıp, İslamcıların gözüne girerek genel müdürlük koltuğuna oturma derdinde. İslamcılar zaten gâvurun sanatı deyip duruyorlar; operaların Türkçe oynanması, projenin ambalajını parlatabilir. Hışır Recep, “Sahnede her şey mubahtır, yeter ki ikna edici olsun…” diyerek, Paisiello’nun Sevil Berberi’ni Türkçe sahnelemeyi olumlu karşılıyor (Radikal, 23 Ocak 2007). Aradan iki yıl geçiyor. Yeni bakan, Ertuğrul Günay. İslamcılar Ergenekon’u başlatmış, laik cumhuriyetçi kesime sus payı olarak Samsun’a opera-bale açmış, eski solcuyu bakan yapmış, askeri vesayet, darbeler, işkenceler filan diye gaz verip duruyorlar. Selman Ada da hedefine ulaşamamış, karizmayı çizdirmiş. Bu ortamda, “Türkçe opera”nın hiç gereği yok:
“[Operalar] Türkçeye çevrilerek oynandığında müziğin rengi ve prozodi değişiyor” eleştirisi yaparak, yapıtların özgün dilinde oynanmasını savunuyor. (Milliyet Sanat, Nisan 2009)
Hadi, son bir tane: CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin, Cumhuriyet’in 80. yılı şenlikleri kapsamında, ilk kez gerçekleştirdiği “sokakta opera” projesinin rejisörü oluşu, İslamcıların iktidara yerleşmesiyle birlikte, Hışır’ı siyaseten rahatsız ediyor. Düzeltme yapma gereği duyuyor:
“Cumhuriyet şenliklerinde gerçekleşmesi tesadüftür. Ben Kadıköy Belediyesi ile görüştüğümde aklımda bu yoktu.” (Haber Aktif, TV8)
Hışır Recep’in kavram sözlüğümüze kattığı anlamlı bir terim var: Tatlı muhalif.
“Yetinmemek, tatlı muhalif olabilmek, bıkmamak... Benim başarı formülüm.” (Sabah, 12 Ocak 2003).
Tatlı muhalif’in içeriği, sanırım, yukarıdaki örneklerle yeterince anlaşılıyor. Zaten bizde metrekareye düşen tatlı muhalif sayısı… Neyse…
Sanatçı ile muhalif kimlik arasında kurduğu ilişki ve verdiği örnek de bir hayli aydınlatıcı:
“Benim için sanatçı avangarddır, risk alır, sıra dışıdır, muhaliftir, cesurdur… İşte Semiha Berksoy bütün bunların tamamı, bence. Onu hep hayranlıkla izleyip, örnek aldım.” (EvdeSBopera, Youtube)
Doğru söylüyor; örnek aldığı Semiha Berksoy gerçek bir “tatlı muhalif” idi. Nazi iktidarının en korkunç döneminde koşarak Almanya’ya gitmiş; Nazilerin iltifat ve desteğine mazhar olmuş; en ufak bir rahatsızlık hissetmeden, savaşa kadar orada kalmış; “Ben siyasetle ilgilenmem, sanatıma bakarım” ikiyüzlülük ve pişkinliğini vitrin yapmış bir cesur muhalif…
Hışır Recep Kozmik Beyhan’ı, Milli Tacir’i ve holdingleri çok seviyor
İslamcıların, Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat”ının kamusal alandan önemli ölçüde çıkartılıp, holding/vakıfların yönetim ve denetimine verilmesine yönelik, betonlaşmış, liberal bir anlayışları var.
Hışır Recep daha yolun başında aynı düşüncede olduğunu gizlemiyor.
Türkiye’de operanın belini doğrultabilmesinin en sağlam yolunun liberal yapılanmadan geçtiğine inanıyor. Özel sektörün kamusal yüksek sanata el atmasını istiyor:
“Bu konuda iş adamlarının destek vermesi gerektiğini düşünüyorum." (sabah.com.tr, 19 Ocak 2005)
Daha da ileri giderek, operamızın sanatsal düzeyinin, La Scala, Paris gibi ünlü operalarınkinden aşağı kalmayıp, tek eksiğinin sponsor olduğunu belirtiyor. (Diren Sanat, Youtube, 2023)
Milli Tacir Tan Sağtürk’ün işadamlığına, sanata yönelik liberal değerlendirme ve yaklaşımlarına, doğallıkla, hayran. Zaten sanatsal değer olarak benzeştiklerine inanıyor:
“[Paris Operası’na] Mizansen ve rejisörlük üzerine staj yapmak üzere ilk ben gideceğim. Balede Tan Sağtürk ilk olmuştu.” (Yeni Bin Yıl, 3 Nisan 2000)
2003’te, Pergolessi’nin Serva Padrona (Hanım Olan Hizmetçi) adlı operasını İstanbul-Kadıköy’de, sokakta sergiliyor. Gerekçesi, “Opera kültürü olmayan bir toplumun ayağına gitmek.” Başarılı olduğunu düşünüyor. Kanıtı, “Erkenden taburesini alıp, ön sıralarda yerini alan başı bağlı bir hanım izleyici…” (Cosmopolitan, 2005)
“Operayı sokağa taşıyan adam” unvanını almakta gecikmiyor (Hürriyet, 29 Kasım 2004). Hemen ardından da, “Operayı sevdiren adam.”
Aynı yıl, 2003’te, Milli Tacir Tan Sağtürk de, baleyi halkın ayağına götürmek, topluma yaymak ve sevdirmek amacıyla, “Türkiye'nin en sevdiği kompozitör Orhan Gencebay”ın Bir Teselli Ver’i eşliğinde dans klibi çekiyor. (hurriyet.com.tr, 1 Mart 2003). O gün bu gündür, “Baleyi sevdiren adam” unvanının sahibi.
Hışır Recep’in arabeske bakışı mı?
“Kişi emek sarf edip, imalat yapıp, halkı bir şekilde peşinden sürüklüyorsa, yapacak hiçbir şey yok. Saygı duyuyorum… Türkiye’de Orhan Gencebay dinleyip bir büyük devirenle, Finlandiya’da Sibelius’la dertlenen arasında bir fark göremeyiz. Sanat, özellikle müzik işte böyle bir şey. Söz konusu topraklardan çıkan armonilerin, melodilerin halkın ruhsal durumunu ne hale getirdiğini sorgulayamayız.” (14 Haziran 2020)
Daha liberal nasıl olunabilir ki!
Sonuçta, her ikisinin de “yüksek sanat” anlayışı, Laik Cumhuriyet’inki ile hiç mi hiç örtüşmüyor.
Hışır Recep’in çok beğendiği biri daha var: Kozmik Beyhan. Bayılıyor ona. Müthiş yaratıcı buluyor. “Türkiye’nin en önemli koreografı” kabul ediyor (Diren Sanat, Youtube, 2023). O kadar ki, rejisini yaptığı Orphée ve Eurydice (2009), Faust (2016) ve Don Kişot (2019) operalarına, onun hazırladığı koreografileri kaynatmakta epey ısrarcı oluyor.
Neden mi?
Kozmik yanıtlasın:
“Normalde opera koreografileri yapmıyorum ama Recep, işlerini çok takdir ettiğim biri. Bir de beni rahat bırakıyor. “Uç şekerim!” diyor. O beni rahat bıraktığı için ben de istediğim gibi uçuyorum.” (hurriyet.com.tr, 11 Şubat 2016)
Kozmik’in Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” anlayış ve kurumsallığının ne kadar dışında olduğunu, İslamcı iktidar ile yakınlığını uzun uzun anlatmıştık. Hışır ile karşılıklı hayranlıkları tesadüf olabilir mi?
Hayaller Paris, gerçekler…
Hışır Recep büyük hayallerle yola çıkıyor:
“Hedefim ise çalıştığım sektörde dünya starı olabilmek. Paris Operası kulislerinde “A!... Bu çocuk Türkiye’denmiş…” dedirttiğim gibi, bu lakırdıları sektörün en iyilerinin diline pelesenk etmeyi ve vazgeçilmez olmayı amaçlıyorum.” (Sabah, 12 Ocak 2003)
Nasıl?
Örneğin, Serva Padrona (Hanım Olan Hizmetçi)’yı Paris ve Roma’da, İstanbul’da olduğu gibi, sokakta oynatarak. Zaten başından beri bu yapıtı sokak için düşünmüş, salondaki tasarımı bile sokak modeli üzerinden oluşturmuş. (Haber Aktif, TV8 )
Rabbim, Başrejisör Hışır Recep’e dünya starlığı yolunu açmadı. Ama onun, şu ölümlü dünyada, olağanüstü bir olayın tanığı olup, sıra dışı tatmin duyguları yaşamasını sağladı:
“Dünyada ilk opera 1597’de Floransa’da. Bizde 1940’larda. Kat ettiğimiz yol muhteşem. 60 yılda Türk operası muhteşem yol kat etti. Şarkıcılar, rejisörler, orkestra şefleri, hepsi dünya çapında. Aynı şey bale için de geçerli. Paris ile aramızdaki tek fark, teknik imkânlar ve finansal durum. Avrupalı’nın 600 yılda yaptığını biz 60 senede yapmışız. Seyirci adına hiçbir sıkıntı yok; tıklım tıkış oynuyoruz. 60 senede Türk opera, klasik müzik seyircisi neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlıyor; alkışlayacağı yeri biliyor. Bunlar çok önemli şeyler.” (Tele-vizyon, Beykent TV, 26 Haziran 2014)
“Bizde olağanüstü şarkıcı, dansçı, bale koreografları var. Olağanüstü mizansenler yapıldı. Eğer yetenekse, bizde müthiş. Dünyaya bu kadar çok şöhret kazandırmış hiçbir ülke yok. Selman Ada diye dünya çapında bir müzisyenimiz var.” (Diren Sanat, Youtube, 2023)
“Türk opera izleyicisi muhafazakâr değil. Avangardizmi kolay algılayacak bir seyirci var. Özellikle son yıllardaki genç izleyicilerden çok memnunum. Yurt dışında en genç izleyici 55-60 yaşında. Bizde böyle değil.” (EvdeSBopera, Youtube)
Hışır Recep gerçekten de Rabbimin kayırdığı kullarından. Keşke biz de onun yaşadığı, böylesine olağanüstü, sıra dışı bir kültür olayına sahne olan o şanslı ülkede doğup, büyüyebilip, o muhteşem sahne ve izleyicilere hayranlık ve gıpta ile bakabilseydik.
Avrupa ile aramızdaki o uzun yüzyılları birkaç on yılda kapatmamızı sağlayan ve bizi onların önüne geçiren özelliğimizi merak ediyor musunuz?
Söyleyelim: Itri:
“Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, sinema, tiyatro, hepsi bizi besliyor. Bizimki muhteşem zenginlik, müzikte. Bu zenginliğin önüne kimse geçemez. Biz bundan yararlanmalıyız. Bu, çizgisizlik gibi görünse de, bence, stilize olmaktır. Londra’da, Paris’te Bach, Beethoven çalınır, belli bir durum söz konusudur. Bizde öyle değil; Itri, Bach, Beethoven, Mozart, Berlioz, her şey. Bu müthiş bir zenginlik. Lütfen hepimiz sahiplenelim.” (Tele-vizyon, Beykent TV, 26 Haziran 2014)
İslamcıların yıllardır anlatmaya çalıştığı “muhteşem zenginlik”imiz. Opera, bale, senfonik müzikte dünyayı hayrete düşüren düzeyimiz… Türkiye Yüzyılı’na ne kadar güzel bir armağan.
Şimdi başa dönüp, bitirelim. 30 yıl sonra, ilkesel olarak reddettiği yöneticilik koltuğunu neden kabul etti, diye sormuştuk.
Yanıt:
1) Yukarıdaki veriler dikkate alındığında görüleceği üzere, ilk kez kendine bu denli uygun bir yönetici ekip ve ortam oluştuğu için.
2) Emeklilik sonrasını garantiye almak için. İslamcıların kalıcı olacağı yönünde bir değerlendirmeye sahip olduğundan, DOB’a yönelik hain projelerini gerçekleştirmede onlara destek olursa, emeklilik sonrasında “yönetmen operacılığı”na devam edebileceği gibi, şimdiye kadar bir türlü kabul ettiremediği Alban Berg’in Wozzeck, Ambroise Thomas’ın Hamlet’i türü sınırsız uçabileceği yapıtları sahneleme olanağı bulabileceğine inandığı için.
Hadi, kendi sözleriyle bitirelim:
“Biz sanatçılar açgözlü ve arsızızdır.” (Sabah, 12 Ocak 2003)
Türkiye Yüzyılı’nın diğer müdürlükleri
DOB tarihinde ilk kez, genel müdür, yardımcısı ve üç ilin (Ankara, İzmir, Mersin) müdürleri baledendir. Bir diğer ilk, “danışman” sıfatıyla kullanıma sokulan, Genel Müdürlükte bir, İDOB’da iki kişinin de baleden oluşudur. Baleci yoğunluğunun siyasal karşılığını ve İslamcı liberalizm ile örtüşme gerçeğini, yazının ilk bölümünde ele almıştık. Diğer üç ilin (İstanbul, Antalya, Samsun) müdürlerine gelince; liberal kumaşları dikkate alındığında, balecileri aratmayacak nitelikte oldukları hemen görülüyor.
Ankara’dakinden başlayalım.
Müdürler arasında bir viran: Volkan Kıran
Volkan Kıran, nam-ı diğer Gestapo Volkan, DOB’un, aklı yönetimde olan 35 yıllık bale sanatçısı. Ama sade suya yönetimde değil, paranın geçtiği güzergâhlardaki yönetimde. O da iki şapkalılardan: Özel bale okulu işletmecisi olarak liberal şapka, kamu görevlisi olarak kamusal şapka taşıyor. Her iki şapkayı da milimetrik bir alanı bile boş bırakmayacak biçimde yerleştiriyor.
Arzu Dirin Bale Akademi’nin yöneticisi. Temeli, neoliberal dönemin ta başında, 1991’de atılan bu okulun sahibi Arzu Dirin DOB’da balerin. 1999’da Gestapo Volkan ile evlenince, bizimki hazır bir özel sektör yönetici koltuğu buluyor. Paranın uğrak yerlerinden biri olan bu piyasa dershanesini, beklenebileceği üzere, çok beğeniyor; ADK mezunu Gestapo için, gelecek, zaten liberal piyasada:
“Soru: Kendinizi Gelecekte Nerede Görüyorsunuz?
Yanıt: 26 yıldır Devlet Opera ve Balesinde çeşitli görevlerde bulundum. İlk kez Arzu Dirin Bale Akademi ile devamlı eğitim sürecine dahil oldum. Ülkemize daha fazla sanatçı adayı sanatı seven çocuk yetiştiren okulun üyesi olmak amacındayım.” (https://www.5n1kgelisimakademisi.com/tr, 2016)
Yani, Gestapo için özel okul ile kamu kurumu/ işlevi arasında fark yok. İkisinden birini seçmek durumunda kalmamalı, aksi halde, gelir kapılarından diğeri kapanıyor. Reva-yı hak mıdır?
Akıllı adam! “Eski Türkiye”nin “kamusal değerler”, “etik”, “Cebeci ruhu ve misyonu” türünden demode lakırdılarına takılmıyor. Doğrudan “Gazi Mustafa Kemal Atatürk”ten feyz alarak, yoluna devam ediyor:
“'Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür' demiş olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatları olarak, üzerimize düşen görevi ülkemizin sanat gelişimi için yerine getirmeliyiz.” (A.g.y.)
Nasıl mı?
Dedik ya; liberal piyasa ile kamusal olanı iç içe geçirerek. Özel okulumuz ile yüksek sanat kamu kurumumuz arasında köprü kurup, her iki cebimizi de şenlendirerek. Aynı zamanda, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün evladı” olarak, kamusal alanda bireysel kazancı artırma konusunda uzmanlaşmayı “yüksek sanat” icrasının temel amacı yaparak.
Anlatalım:
Ortalama bir dansçı olan Gestapo Volkan, ADK’daki öğrenciliğinden bu yana MHP ideolojisine eğilimli biridir. Belki de bu nedenle, kamu yüksek sanat kurumlarından biri olan DOB’un bekası için, bir de kendi ifadesiyle, “Oğluna doğru bir manevi miras bırakma çabasında olan bir baba olmaya çalıştığı”ndan (A.g.y.), DOB’da üstlendiği yöneticilik görevlerinde epey parlayacaktır:
1) 2004 yılında ilk yöneticilik görevini MDT’de üstlenir: Teknik koordinatörlük. 2003’te ise, Şehir Orman’da dansçı olarak yer almıştır. İslamcıların iktidara gelişi ile birlikte, Kozmik’in liberal dünyasına gönüllü yazılıp, MDT’si ile buluşması tesadüf değildir. Orası, dönemle oldukça uyumlu bir anlayışın staj yeridir; Kozmik’in öğretisini hiç unutmayacaktır: Yönetim piyasa, piyasa ise para demektir.
2) 2005’te, DOB Festivaller, Yarışmalar, Turne ve Organizasyonlar Koordinatörü yapılır. DOB yönetiminde, parayla temasın doğrudan olduğu ön cephe koltuklarından biridir. Gestapo, kurumun ve yüksek sanatın bekası için gereğini yapmaktan çekinmeyecektir:
“Aspendos’ta opera değil yolsuzluk sahnelendi.
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün düzenlediği 13. Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali’nde ödeme skandalı yaşandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı müfettişleri, sekiz personele, ulaştırma hizmet alımında kamuyu zarara uğrattıkları gerekçesiyle 305 bin YTL ceza kesti.” (www.hurriyet.com.tr/gundem/aspendos-ta-opera-degil-yolsuzluk-sahnelendi, 25 Ekim 2008)
Müfettişler, 4 Haziran 2008 tarihli raporlarında, 2006 yılında 13.sü düzenlenen Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali kapsamında, 10 ayrı taşıma hizmeti için, Betur adlı bir firmaya, piyasanın 4 katı fazla ödeme yapıldığı, parası ödenen otobüslerden bazılarının hiç kullanılmadığı, bu yolla kamunun 305 bin YTL, yani, yaklaşık 213 bin dolar zarara uğratıldığını kayıtlara geçirirler.
Yapılan ödemelerin ayrıntıları ilgili haber linkinde.
Bu işin sorumlularından biri, “satın alma ve ihtiyaç belgelerini düzenleyen” Gestapo Volkan’dır.
Güzel para, değil mi?
Vatan sağ olsun, Gestapo, vatan..!
Gerçekten de öyle olur: Bakan Ertuğrul Günay, Genel Müdür Şeyh Rengim Gökmen’in, “Volkan iyi çocuktur, başına buyruk DOB’un zapturapt altına alınabilmesi için bize lazımdır” referansıyla, 2012’ye kadar onu aynı görevde tutacaktır.
28 Ağustos 2012’de, ödül olarak, Samsun DOB’a asaleten müdür ve sanat yönetmeni olarak atanır. Genel Müdür Şeyh’in oldukça farklı bir “kamu yararı” anlayışı olduğundan söz etmiştik.
3) Samsun’daki yerel kulis bilgileri, orada da akçeli işlere yönelik sıra dışı ilgisinin devam ettiği, hatta, Şeyh’in sağlam müridi olmasına ve asaleten atanmış bulunmasına karşın, istifa etmek zorunda kaldığı yönünde (2014).
Peki, onun döneminde, Samsun’daki sanatsal ibre neyi gösterir?
Klasik balede ulusal gururumuzu:
“[Müdür Volkan Kıran:] Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sene Paris’te, Londra da, Berlin’de ve New York’ta ‘Uyuyan Güzel’ balesi neyse Samsunlu sanatseverler de aynısını seyredecek. Bu bakımdan Türkiye’de standartların ilerisinde işler yapıyoruz. Biz kendimizi diğer operalarla kıyasladığımız zaman çok başarılı temsiller yapıyoruz, bu konuda iddialı konuşabilirim. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da opera ile yarışır durumdayız” şeklinde konuştu.” (Bafra Ajans, 6 Eylül 2013)
Anladınız, değil mi?
Cavlak Volkan ile Bilgiç Armağan’ın “düzenledikleri”, dünya klasik bale repertuarının zor yapıtlarından biri olan Uyuyan Güzel’i, Gestapo’nun Samsun’u, 2013-2014 sezonunda, dünyanın en iyi bale topluluk ve solistlerinin performansları düzeyinde sahneleyecekmiş. Ayrıca, opera konusunda da, Avrupa ile başa baş durumdaymış.
Mademki Samsun DOB, kuruluşundan yalnızca dört yıl sonra, klasik balede dünya standardına ulaştı, o halde artık modern dansta rahatlıkla söz sahibi olabilir. Gestapo, prömiyeri 29 Nisan 2013’te yapılan Bach alla Turca’yı Samsun’un alamet-i farikası yapıp, ihraç ürünü olarak, 13. Uluslararası Bodrum Bale Festivali’ne (2013), 4. Eskişehir Opera ve Bale Günleri’ne (2014), 4. İstanbul Bale Yarışması ve Festivali’ne (2014) götürür. Elbette, Şeyh Rengim Gökmen’in onayı ve desteğiyle. Kozmik Beyhan’ın yanındaki stajı meyvelerini vermektedir. This is Your Life-Troy Game sıraya girer.
Batı Yakası Hikâyesi müzikali, Samsunluların gerçek opera-bale kültürüyle tanışmalarını sağlayan diğer bir fırsat olacaktır.
“Yerli ve milli” olunur da, Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi’nin Segâh Yürüksemâîsi “Tûti-i Mucize Gûyem” bestesini de içeren, başka bir MHP sempatizanı Okan Demiriş’in Doğu-Batı sentezi IV. Murat’ı sahnelenmez mi?
Biraz da Turan aroması; TÜRKSOY’un desteğiyle, Birjan ve Sara operası. AKP’li Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’dan Gestapo’ya, yemekli özel teşekkürler.
Bu arada, Cavlak ve Bilgiç’in, Paris, Londra, Berlin ve New York’takini aratmayan Uyuyan Güzel “düzenleme”lerine, Üç Silahşor koreografilerini de ekler. Muhteşem ikilinin yaptığı ilk koreografidir. 10 yıl sonra, adaşı, onu ADOB müdürlüğüne getirirken, bu kıyağını dikkate almış olmalıdır.
4) 2014’teki zorunlu istifasından sonra, “herhalde artık kızağa çekilir” beklentisinde olanlar avuçlarını yalarlar; Gestapo’nun Ankara’nın başına getirilme olasılığı basına bile yansır (cumhuriyet.com.tr, 11 Ağustos 2014). Çok istediği Ankara’nın başına getirilmez ama, 2015’te, Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtma Genel Müdürlüğü eşgüdümünde, Türkiye’de Avustralya/Avustralya’da Türkiye yılı kapsamında, Sydney’de konser organizasyonları işi verilir. Buna da şükür; yeter ki organizasyon olsun. Malum, organizasyon piyasa, piyasa para demektir.
5) 2018’de, Genel Müdür yapılan Murat Karahan, onu, genel müdürlük başkoreograflığı koltuğuna oturtur. Kuramsal olarak, ülkedeki balenin başındadır. Ama ne sanatsal, ne de yönetsel açıdan kendini kabul ettirebilecek bir otoriteye sahiptir. Zaten Karahan da, sırf koltuklar boş kalmasın diye atamalar yapar. Şeyh’in oturttuğu “tek adam” rejimi, genel müdür koltuğu dışındakileri onursal hale dönüştürmüştür. Gestapo, paraya pula dokunamadığı, lafının sözünün dinlenmediği koltukta oturmayı zül addedenlerden olduğu için, hır çıkarıp istifa eder. İşin ilginç yönü, hır çıkardığı konuda haklı oluşudur. Ünlü bir magazin figürü olmanın dışında, ne dansçılık, ne koreograflık, ne de eğitmenlik açısından baleye hiçbir katkısı bulunmayan, 50 yaşındaki bir büyük tüccarın, Tan Sağtürk’ün, yalnızca “popüler” diye DOB’a alınmasına, başkoreograf sıfatıyla karşı çıkar. Emrin Saray’dan geldiğinin, genel müdür yapılmak üzere DOB’a yerleştirileceğinin henüz farkında değildir.
6) 2023 Eylül’ünde, nihayet ADOB Müdürü yapılır. Atama kararının altındaki imza, birkaç yıl önce, DOB’a alınmasına şiddetle karşı çıktığı Milli Tacir Tan Sağtürk’e aittir. Şimdi, Milli Tacir onunla çalışmayı arzulayıp, Genel Müdürlüğün bedeni olan ADOB’un başına getiriyor. Bir tuhaflık yok mu?
Hayır, yok. Üç nedenle:
a) Milli Tacir’in o koltuğa oturtuluşu yalnızca simgeseldir. Ne kurumu tanır, ne de yönetebilir. Zaten bu yönde bir isteği de, çabası da söz konusu değildir. Fiilen yönetecek kişi Cavlak Volkan’dır. Siyasal doğrultu ve rötuşları ise Batuhan delikanlı üstlenmiştir. Milli Tacir’in tek amacı, o makamı kullanarak, PR’ını arttırmak ve bu yolla, özel şirketinin müşteri sayısını katlamaktır. Cavlak Volkan, Gestapo’yu, tıpkı kendi gibi becerikli bulmaktadır. Nitekim güzergâhları da benzeşir: Samsun müdürlükleri, DOB Festivaller, Yarışmalar, Turne ve Organizasyonlar Koordinatörlükleri, tescilli “kamu zararı”na yol açmış olmalarına karşın, sürekli ödüllendirilmeleri, piyasacılıkları, siyasal otorite ile ilişkileri… Dolayısıyla, Cavlak, Ankara’nın başına kendi dilinden anlayan birinin getirilmesinde epey yarar görür. O dilin ne olduğunu anlatmıştık. Unutmamalı ki, Gestapo, Samsun müdürüyken, Cavlak-Bilgiç koreografilerini repertuara alarak, bunların ceplerine para da koymuştur.
Milli Tacir’e yalnızca atama kararını imzalamak kalır.
b) Milli Tacir, bu işlemin bile kişisel PR’ı için artı puan getireceğini düşünmüştür. Akılcı, kişisel duygularla karar vermeyen, uzlaştırıcı, çözüm odaklı, nesnel kararlar verebilen, güven aşılayıcı üst kademe yönetici profili. Kendisine muhalif olanla bile, “kurumsal yarar” ölçütünü temel alarak çalışmayı, duygusal kararların önüne geçirebilen soğukkanlılık vb.
Bildik açgözlü işadamı görseli…
c) Gestapo’nun MHP sempatizanlığı, dönemin Genel Müdür Yardımcısı Solmaz Haberal’ın da desteğini almasına yetecektir. Yani, işin siyasal ayağı da meşruluk sınavını başarıyla verir.
Gestapo atanır atanmaz harika çalışmalara başlar. İlk grupta, doğal olarak, yine akçeli işler yer alır:
İl Özel İdaresi’ne ait olup, DOB’a tahsis edilmiş bulunan Leyla Gencer Sahnesi, kurumdan alınarak, 2023 Haziran’ında Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün kullanımına verilir. Kulis bilgilerinden bazıları, burada bulunan, ADOB’a ait bilgisayarlar, masalar, ofis malzemeleri, klimalar, sahne muşambaları, televizyonlar, headsetler, ses mikserleri, kondüvit masası, değişik ses ve görüntü ile sahne üstü sistemleri gibi birçok malzemenin, kuruma teslimi sırasında ya kayıp gösterildiği, ya da üç imza ile hurdaya çıkarıldığı yönünde. İşlem 2023 Ekim ayında, yani, Gestapo’nun müdürlüğü sırasında yapılıyor. Bu esnada İdare Müdürü Cengiz Karaahmetoğlu, şef Mustafa Yurtseven. İlgili yönetmeliğe göre, malzemenin hurda niteliği kazanması, pahalı ses ve görüntü sistemleri tamire yollanıp, onarılamaz raporu alındıktan sonra kurulacak komisyon kararı üzerine gerçekleşiyor. Söz konusu hurdalar ise MKE’ye gönderiliyor. Bu yasal prosedüre uyuldu mu? Kayıp olan malzeme var mı? Eğer var ise, nasıl kayboldu? Yoksa bazı savlara göre, piyasada mı satıldı? Hurda denilen malzeme gerçekten öyle miydi?
Aralık ayında, hurdaya çıkarılan bu malzemeler yerine kalantor rakamlar ödenerek yenilerinin alındığı da aynı savlar arasında.
Bu kulis bilgisi doğruysa, Gestapo’nun, gerekçelendirmekte zorlanacağı bir kararı daha ortaya çıkıyor: Sözü edilen Cengiz Karaahmetoğlu’nu Mali İşler Müdürü; Mustafa Yurtseven’i ise İdare Müdürü yapıyor.
Cengiz Karaahmetoğlu’nun, eşi ile birlikte, Ömer Elvani Derneği’nin müdavimlerinden olduğu; kurumdan bazılarını da oraya götürdüğü savlanıyor. Yanı sıra, FETÖ’den soruşturma geçirdiği de yine kulis bilgileri arasında.
Mustafa Yurtseven ile ilgili savlara gelince; yazın, Opera tatildeyken, otoparkı, Gençlik Parkı’na kiraya verip, şikâyet üzerine açılan dava sonucunda ceza aldığı yönünde.
Bir de kereste işimiz var: Ekim ayında, Gestapo’nun kurum için aldığı kerestelerin, piyasa fiyatının epey üzerinde olduğu söyleniyor. Belgesiyle ispat edilebileceği de.
Her iki konu için açıklama yapılsa da ayrıntıları öğrensek.
Gestapo’nun, Gestapo adını haklı çıkarmak için olsa gerek, başka türden kararları da var: Ankara’da otoritesi sınırlı olduğu için, kendini saydırabilmek amacıyla, adeta içtima düzeni kurmaya çalışıyor. Neredeyse yoklama alacak.
Ama kuruma uğrama alışkanlıklarıyla göz doldurmayan MDT’deki bazı yakınlarını kayırdığı da söylentiler arasında.
Salonda, sanatçılara ayrılmış olup, indirimli bilet ile oturabilecekleri K sırasındaki 25 koltuğu iptal edip, onları balkona şutluyor; sanatçı girişindeki bankları kaldırtıyor falan.
“Tek adam”lığa çok yatkın. Her şeye tek başına karar veriyor. Ne de olsa, Şeyh’in müridi. Yönetim şemasındaki diğer kişiler süs çiçekleri gibi. Bir süre sonra, başrejisör, başkorrepetitör ve il koordinatörü istifa ediyorlar.
Şeyh Rengim Gökmen’e sadakatini ise her defasında göstermeyi neredeyse varlık nedeni sayıyor. Orkestra müdürü yaptığı Bertan Öngören de Şeyh’in müritlerinden.
Ve geliyoruz Temmuz 2024’e. Yine istifa etmek zorunda kalıyor. Bu kez özel yaşama ait bir konu nedeniyle. Gerçekten rezalet ötesi. Ama her zaman olduğu gibi, siyasal açılımı olmadığı için girmiyoruz.
Sizce, Gestapo’nun, İslamcıların DOB’da oluşturdukları Türkiye Yüzyılı ekibinin organik unsurlarından biri olmasında tuhaflık var mı?
Ha, bu arada, o gidince yerine yine baleden birini getirmek, yönetsel dengeler açısından akılcı ve gerçekçi olmayacağından, boşalan koltuğa Mithat Karakelle büyüğümüz oturtuluyor. 1998’den beri Rabbimin inayetiyle neyzenliğe de yönelmiş olan Karakelle, yöneticilik işinde deneyimli olduğu gibi, tasavvufun ulvi âlemini ziyarette de kusur etmeyen kıymetlerimizdendir.
Yerlerinde kalanlar: Antalya, Mersin ve Samsun
Bu üç ilin müdürünün değiştirilmesine gerek duyulmadı; ya da emir o şekilde iletildi. Her ikisi de aynı kapıya çıkıyor: Üç müdür de Türkiye Yüzyılı ekibi ve zihniyetiyle tam bir uyum içindedir.
Antalya Müdürü Akın Ulutaş, nam-ı diğer Mevzuat Akın 2019 Aralık’ından beri müdür ve sanat yönetmeni. 2002’den beri de Antalya DOB orkestrasında klarinet sanatçısı. Tam bir bürokrat. “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer” düsturuyla yetişmiş, bir sanatçı için yasa/yönetmelik/genelge filan gibi konuların, nota/şan/koreografi türü işlerden çok daha önemli olduğuna inanan, bu nedenle de, DOB Genel Müdürlüğü makamı için yanıp tutuşan bir kardeşimiz.
Menzile erebilmek için, bazı siyasal taktikler geliştirmiş durumda:
1) AKP il yöneticileriyle sıkı fıkı olduğu, bulunduğu masada içkiye falan zinhar tahammülü olmadığı, AKP il yönetiminin destek ve referansına sahip olduğu, DOB kulislerinin dışına taşmış bilgilerden. “Full” AK Müdür.
2) Her konuşmasında besmele niyetine, “Sayın Cumhurbaşkanımız, Sayın Valimiz, Sayın İl Milli Eğitim Müdürümüz, Sayın Genel Müdürümüz…” mutlaka yer alıyor.
3) Bizim bakan büyük turizmci ya, AK Müdürümüz adamcağızın dikkatini çekip, gözüne girebilmek için, Antalya DOB’un en önemli özelliğini şu şekilde belirtiyor:
“Genel müdürlüğümüze bağlı 6 operadan en çok turist ağırlayan operayız. Bu da ayrı bir gurur ve mutluluk.” (AA, 10 Nisan 2024)
Yetmiyor; ülkede opera ve balenin gurur verici sanatsal bir tabloyu yansıttığını söylerken, doğal olarak, siyasal iktidarın yüksek sanat politikasında hiçbir sorun olmadığını da ima etmiş oluyor:
“Türkiye'de opera ve baleye gittikçe artan bir ilgi var. Bu oldukça gurur verici bir tablo.” (A.g.y.)
Peki, artan ilgi, sanatsal düzeyin yükselmesine mi bağlı?
Hayır. Bilet satışlarına. Bakanlık ve Genel Müdürlüğümüzü ilgilendiren de zaten bu:
“Bu yıl 6 operamızın da biletlerine yoğun ilgi var… Hemen hemen bütün operalarda biletler çıktığı anda tükeniyor. Biz en büyük keyfi seyircilerimizin alkışlarından aldığımız için bilet satışlarıyla da çok mutlu ve gururluyuz." (A.g.y.)
AK müdürümüzün liberal yaklaşımı esas bizi gururlandırmalı.
4) Mevzuat Akın için yüksek sanat ile turizm arasında doğru orantı var; Antalya turizm beldesi olduğuna göre, buradaki DOB’un da turistik olması son derece doğal, hatta zorunlu. “Sayın Bakanımız” açısından da tercihe ve teşvike şayan olmalı ki, DOB sanatçılarının turistik ve lüks mekânlara sürekli “ekstra”ya gidip, yasal görevlerini neredeyse “istisnai/angarya” kabul etmeye başlayacak ölçüde bir yaşam pratiğinde bulunmaları, AK Müdür için hiçbir sorun yaratmıyor. Bizimki bu açıdan da tam bir liberal.
5) Liberal demişken; Mevzuat Akın’ın en sevdiği uğrak yerleri arasında, Batı Akdeniz Sanayi ve İş Dünyası Federasyonu (BAKSİFED), Antalya Sanayi ve Ticaret Odası türünden para akış ve kokusunun baskın olduğu kuruluşların yer aldığını da belirtelim.
6) AK Müdür, 2022-2024 arasında, DOB’un sıkı tüccarları Cavlak Volkan ile Bilgiç’in cebini doldurmayı, sanat yönetmenliği faaliyetinin ana başlıklarından biri kabul etmiş görünüyor: Romeo ve Juliet, Kamelyalı Kadın, Fındıkkıran, Şehrazat baleleri. Akıllı yatırım; günü gelince koltuğu teminat altına alma poliçesi. Hele Kamelyalı Kadın tam bir operasyon; o sırada genel müdür yardımcısı Cavlak’tır ve DOB’a ileri bir yaşta alınmış Milli Tacir’in durumu, şaşkınlık ve huzursuzluk kaynağıdır. “Tam bir liyakat örneği; 50 yaşında bile dans edebiliyor” PR’ıyla, acele sahnede görünmesi gerekmektedir. Cavlak ile Bilgiç formülü bulurlar: Kamelyalı Kadın’ın kaynağı olan romanın yazarı Alexandre Dumas’yı başrol yapıp, içine de Milli Tacir’i yerleştirerek sahnelemek. Suç ortağı müdürlük için Mevzuat Akın zaten gönüllüdür; amirlerine ne kadar boyun eğerse, koltukta o kadar uzun kalır. Bir koltuk da diğer koltuğu getirir.
7) AK Müdür’ün siyasal esintilere pek bir duyarlı olduğu, 10 Kasım 2022’de de görünürlük kazanmıştı. Genel Müdür Murat Karahan, Saray’a sırnaşacağım diye, DOB’un her 10 Kasım’da düzenlediği özel etkinlikler öncesindeki saygı duruşunun o kadar da gerekli olmayabileceğini dokundurunca, bizimki sinyali hemen kapmış ve saygı duruşunu programdan çıkartıvermişti.
8) AK Müdür’ün müzik anlayışı da İslamcılarınkine epey yakın. Hani şu, “Müziğin doğulusu, batılısı olmaz, müzik müziktir, hepsi de eşdeğerde ve geçişkendir” neoliberal yaklaşımı var ya, alaturkayı rehabilite etme taktiği; müdürlüğü döneminde kanıtlarını sıralar:
*”Barok Müzikten Türk Müziğine” konseri (14 Ocak 2020). Klasik Batı müziği ile alaturka sazlar birlikte.
* “Halita” konseri (7 Mart 2020). Şöyle açıklıyor:
“Klasik batı müziği enstrümanları ve klasik Türk musikisi sazları ile ortak gerçekleştirilen konser “Halita” kelime olarak da birden çok öğeden oluşmuş karmaşık bir bütün, karışım anlamına gelir. Konser, her türlü müziğin her enstrüman ile ahenk içinde çalınabileceğini gösteriyor.”
*”Divan-ı Yunus” (Anadolu Nefesli Beşlisi-27 Kasım 2021). Klasik Batı müziği üflemeli sazları ile tasavvufi ilahiler.
* “Dostlar Beni Hatırlasın” (Senfonik Âşık Veysel türküleri-11 Ocak, 19 Kasım 2022). Bağlama ekli senfonik orkestra.
* “Senfonik Neşet Ertaş Türküleri” (5, 7 Ocak, 19, 20 Nisan 2023). Senfonik orkestraya bağlama kaynatılmış.
Sizin anlayacağınız, hem İslamcılar, hem de DOB’un tüccar üst yönetimi nezdinde, Mevzuat Akın Antalya için rüya müdürdür.
Mersin’de bir Çorumlu ağa: Serbülent Biçer
Serbülent Biçer, nam-ı diğer Serbülent Ağa, Mersin DOB’un dans kökenli ağası. Baleden oluşu, DOB’un tüccar üst yönetimi için zaten yeterli meşruluk nedeni. Ama daha fazlası da var:
1) Devamlı olarak “siyaset üstüyüz” demesine karşın, siyaset içiliğini vurgulamaktan kaçınmıyor. Mersin DOB’un resmi instagram hesabında, yaptığı ziyaretler ve makamında kabul ettiği resmi görevliler ile ilgili siyasal tonu belirgin PR fotoğrafları var: Erdemli Kaymakamı, Silifke Kaymakamı, Tarsus Kaymakamı, Niğde Valisi, İl Jandarma Komutanı, Akdeniz Bölge ve Garnizon Komutanı, Sahil Güvenlik Akdeniz Bölge Komutanı, Sahil Güvenlik Mersin Grup Komutanı, Mersin İl Kültür Turizm Müdürü vb. CHP’li belediye başkan ziyaretleri ile ilgili tek bir fotoğraf yok. Oysa Mersin Büyükşehir ve birçok ilçe belediyesi CHP’de. Üstelik, “Yerel yönetimlerle iyi olmalısınız. Çok şükür, hepsiyle iyiyiz” demeyi ihmal etmediği halde (Sanat İyileştirir, Toros UniTV, Mart 2019).
“İlçe sınırlarında bulunan ören yerlerinde düzenlenebilecek etkinliklerle ilgili fikir alışverişinde” bulunmak üzere koca çiçek buketleriyle, Silifke ve Tarsus kaymakamlarını ziyaret ediyor, ama aynı ilçelerin CHP’li belediye başkanlarını pas geçiyor, ya da onlarla çektirdiği fotoğrafları yayımlamaktan kaçınıyor.
Eskişehir Opera ve Bale Günleri kapsamında, Eskişehir valisini ziyarete gidiyor, ama etkinliğin düzenleyicisi CHP’li Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı’na ya yüz vermiyor, ya da birlikte fotoğrafının görülmesini istemiyor.
Buna, “siyaset üstü” sanat yapmak diyor.
Mersin’de sanatın “siyaset üstü”lüğünü çok sağlam biçimde temellendiren kültürel göstergenin kent mezarlığı olduğunu belirtiyor:
Şaka mı?
Yoo… Oku:
“Bu sene 22’incisi düzenlenen Mersin Müzik Festivali’nin en önemli özelliği, Festival Kurulu’nda parti ve siyasetten bağımsız olarak, sanat adına ne yapabileceğini düşünen insanların olması. Bunu konuşabiliyoruz. Siyaset üstü bir kurum. Tıpkı mezarlığımız gibi; herkes iç içe.” (Adab-ı Sanat, NİLRTV, 12 Mart 2024)
“Herkes”ten kasıt?
Müslim ve gayrimüslim.
Mademki söz konusu opera ve bale olunca, şeriatçı ve Laik Cumhuriyetçi siyasetler “iç içe” olabiliyorlar, o halde aynı birliktelik müzikte de olamaz mı? Alaturka ile senfonik olan bal gibi “iç içe” olabilir.
2) İslamcıların ve onlarla birlikte tüm liberal kesimin nefretini mucip, Laik Cumhuriyet ve Atatürk’ün “müzik devrimi”ne karşı en radikal çıkışlardan birini yapıyor: Alaturkayı Mersin DOB’un simgesi haline getiriyor. Hem de sunturlu bir siyasal arsızlıkla: Senfonik İncesaz.
29 Ekim 2020’de, “Cumhuriyet Konseri” afişiyle, alaturkayı senfoni orkestrasına teyelleyerek, Laik Cumhuriyet’in kültür atılımına posta koyuyor. O ucube orkestrayı yönetmek için de yanına, İbrahim Yazıcı adlı, şef mi, rakkase mi hâlâ belli olmamış bir Şarlo’yu alarak…
İşte bu “İncesaz”ı, Mersin DOB’un adeta kimlik kartı olarak sürekli dolaşımda tutmayı, siyasal teminat poliçesi sayıyor: 26 Ekim 2021, 6 Kasım 2021, 9 Aralık 2021, 9 Haziran 2022 (Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında), 25 Mayıs 2024, 14 Eylül 2024 vb. konserleri… Uzayıp gidiyor.
Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”ne yönelik çukur kazma etkinliği bununla da sınırlı değil. Bir kamu yüksek sanat kurumu olan DOB’u, caz, pop, tango, türkü, müzikal kurumu haline dönüştürüp, İslamcılar ile DOB’un piyasacı tüccar yöneticilerinin rüyasını harfi harfine gerçeğe dönüştürüyor: Akdeniz Esintileri (Funda Uyanık-Hakan Aysev, 3, 4 Temmuz 2020), Jazz Konseri (26 Eylül 1920), Müzikal Renkler (Caz, pop vb.) (12 Kasım 2020, 31 Mart 2022), Yerelden Evrensele (19, 21 Kasım 2020), Senfonik Neşet Ertaş Türküleri (24 Nisan 2021), Kadın’ım (6 Kasım 2021), Allegro Ensemble (23 Mart 2022, 9 Mayıs 2023), Dostlar Beni Hatırlasın (Senfonik Aşık Veysel Türküleri-2 Nisan 2022), Caz konseri - The Beatles meets Jazz (14 Ocak 2023), Erol Erdinç& Kerem Görsev Duo (15 Nisan 2023), Caz Konseri (11 Mayıs 2023), Türkü-Caz Emprovizasyon (20 Şubat 2024), Damdaki Kemancı, Muhteşem Gatsby, Evita vb.
İncesaz, Akdeniz Esintileri, Damdaki Kemancı, Muhteşem Gatsby, Evita gibi yüksek sanat (!) ürünleri, kurumun ihraç malları arasında yer alıyor.
Serbülent Ağa, “Biz bir eğlence kulübü değiliz, yüksek sanat kurumuyuz” diyor (Adab-ı Sanat, NİLRTV, 12 Mart 2024). Oysa yukarıdaki tablo, Mersin DOB’un bütünüyle “eğlence kulübü” olma yolunda epey mesafe aldığını gösteriyor.
3) Serbülent Ağa tam bir köylü kurnazı. Çorum’un Osmancık ilçesi Başpınar Köyü çıkışlı 13 dansçıdan biri. 1977 doğumlu. İlkokuldan sonra, 1987’de ADK’ya girip, 1997’de mezun olur olmaz, 1998 başında Mersin’e geliyor. Geliş o geliş. İlk yöneticiliği 2014’ten, 2019’a kadar 6 yıl sürecek olan başkoreograflığı. Ardından müdürlük. 26 yıldır Mersin’de. Geçmediği kapı, doldurmadığı ibrik yok… Sonunda, gözlerden ırak Mersin’de ağalığını ilan etmiş durumda.
Yöneticilik ilkesi epey yalın: “Hem Genel Müdürlük, hem Bakanlığımızla uyumlu olmalıyız” (Sanat İyileştirir, Toros UniTV, Mart 2019).
Köylü kurnazlığı ise en yüklü mirası: “Sabırlı ol, amiri hoş tut.”
Uyguladı, uyguluyor, uygulayacak…
İki biçimde yapıyor: Para kazandırarak ve yağ çekerek.
Uyuyan Güzel ve caz adımlı Muhteşem Gatsby ile Cavlak ve Bilgiç’in cüzdanlarını şişirir.
Milli Tacir Genel Müdüre gelince;
“Genel müdürümüz yıllarını bu işe vermiş, yurt dışında bizi temsil etmiş biri. Kendisi çok pozitif… Özel ricası, “Türkiye’de opera, balenin gitmediği her yere gidin.” Yazın gideceğiz.” (A.g.y.)
Turizmci Bakanımızın hatırı kalacak ama!:
“Mersin sanata değer veren şehir olduğu için, yöneticileri de öyle… İl Kültür ve Turizm Müdürümüz de çok ilgili… Ören yerlerinde konser verip, turizme katkı yapmak istiyoruz… Ören yerleri projemize çok önem veriyorum. Şehrin tanıtımı… Aspendos’umuz yok ama, Kız Kalesi, Cennet Cehennem, Anamurium var. Buraları, sanat yoluyla turizme katkı…” (Sanat İyileştirir, İçel TV, Kasım 2021)
Hadi, az biraz daha liberal söylem:
“Kurumu ne kadar büyük marka haline getirebiliriz, çabamız bu.” (Adab-ı Sanat, NİLRTV, 12 Mart 2024)
Saray’a da selam duralım ki…:
“Ülkemizde sanata ve sanatçıya büyük saygı var; sözlerimiz dinleniyor.” (A.g.y.)
4) Çorum’un Başpınar köyünden olmanın, kurnazlık bağlamında başka bir ayrıcalığı daha var. Yarın öbür gün, “Sen Laik Cumhuriyet düşmanı bu İslamcılar ve holdingci tüccar ekiple nasıl iş tuttun?” dendiğinde, “Ben halk çocuğuyum. Laik Cumhuriyet’in Cebeci ruhunu taşıyorum. Beni bu Laik Cumhuriyet okuttu. Hiç öyle şey yapar mıyım; toplumsal genetiğime aykırı” diyerek, sıyırma olanağı sağlıyor. Cavlak nasıl Yozgatlılık kamuflajıyla iş çeviriyor; aynen öyle.
5) Ankara rüzgârları, Serbülent Ağa’nın ilk duyumsadığı esintiler oluyor. 2022’de, 10 Kasım etkinlikleri öncesi saygı duruşunda bulunma geleneğinin, “eski Türkiye”ye ait bir zorunluluk olabileceği yönündeki genel müdürlük kanısını derhal uygulamaya aktarıp, saygı duruşunu iptal ettirmişti. Birilerinin gönlünü kazandı ama… Neyse…
6) Biraz da kulis bilgileri verelim. Malum, ağanın eli tutulmaz. Mersin DOB liberal Serbülent Ağa’nın çiftliği olduğuna göre, hasetinden çatlayanlar bir dizi dedikodu çıkarıyorlar: Yok efendim kurumun başta Steinway piyanosu olmak üzere, birçok malzemesini piyasadakilere kullandırıyormuş. Örneğin, cazcıların provasında bu piyano kullanılmışmış.
Eğer doğruysa, mutlaka hayrınadır; Serbülent Ağa’nın sanat tutkusu şehirlerarası üne sahip.
Yok evini ve arabasını değiştirince, ev eşyalarını, DOB’a bile yetmeyen resmi depoda, Temmuz 2022’den beri tutuyor, üstelik dekorculara taşıtıyormuş; yok Büyükşehir, Akdeniz, Mezitli, Tarsus belediyelerine ücret karşılığı özel iş yapıyor, bunun için DOB’un malzeme ve insan gücünü kullanıyormuş; yok 2022 yazında, Opera tatildeyken, makinistleri çağırıp, Tarsus Belediyesi’ne malzeme yükletmiş; yok ehliyetine el konmuş da, resmi aracı ehliyetsiz kullanıyormuş; yok Ekim 2023’te Ankara’ya giderken, resmi aracı teknik ekipten biri kullanmış, fakat arabada uygunsuz bazı keyif verici tüketim maddeleri varmışmış falan filan.
Meyve veren ağacı taşlarlar kardeşim!
Siz Laik Cumhuriyet’in müzik kültüründen hazzetmeyen bir İslamcı, ya da onun tüccar işbirlikçisi olup, yetkili bir koltukta otursaydınız, Serbülent Ağa’yı müdürlükten alır mıydınız?
Samsun’da bir pisi müdür: Barış Salcan
Samsun DOB Müdürü Barış Salcan, nam-ı diğer Pisi Barış, Karahan dönemi müdürlerinden. Trombon sanatçısı. Çok uslu çocuk; amirlerinin sözünden hiç çıkmıyor. Samsun’a DOB’un kuruluşunda, 2008’de geliyor. 16 yıldır orada. 2020’den bu yana da müdür.
Samsun’un özelliğini belirtmiştik; 6 DOB arasında, İslamcıların kurduğu tek opera-bale. Ergenekon sürecine başlarken, siyasal taktik olarak kurdular; ilerici/laik kesime ödün biçiminde pazarladılar. Oysa zehirli bir armağandı. Laik Cumhuriyet için simge değeri taşıyan bir kent olan Samsun’da, o Cumhuriyet’in “yüksek sanat” algısını seyreltmek için en koyu reçeteler devreye sokulacaktı. Hem yönetim, hem repertuar açısından. İşin tarihsel boyutu çok daha anlamlı: Bir Karadeniz çoksesli müzik kurumu oluşturarak, Kuzey rüzgârlarının taşıdığı kültürdeki ortodoksluğu, Sovyetler sonrası dönemin liberal olanaklarıyla seyreltmek. Ayrıntılı öyküsünü anlatmak gerek. Ama yazının konusu o değil. Yönetsel ve sanatsal açıdan İslamcı liberalizmle örtüşen hatlara işaret edelim:
Samsun DOB’un kısa süreli kurucu müdürlüğünü yapan Kerim Soysal’dan (kontrbas) sonra, arka arkaya gelen üç müdürün (Erdoğan Şanal, Volkan Kıran, Volkan Ersoy) baleden, izleyen Mehmet Ortaç’ın ise İTÜ TMDK’dan olduğunu yukarıda belirtmiştik. Sonraki müdür Özgür Aslan’a gelince; Konya-Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuarı’ndan. 1991 yılında, yani, neoliberal dönemin başında kurulup, 1993’te, Sahne Sanatları Bölümü Tiyatro Anasanat Dalı ve Türk Müziği Bölümü olarak eğitime başlıyor. 1995’te Opera Anasanat Dalı ekleniyor. Klasik Batı müziği eğitimi ise yaylı çalgılar, piyano-gitar olarak ancak 2007’de başlıyor. 2008’de Dilek Sabancı Devlet Konservatuarı adını alıyor. 1991’de açılmış olan Türk Müziği Bölümü’nün adı, 2006’da, Geleneksel Türk Müziği Bölümü olarak değiştiriliyor ve o tarihe kadar yalnızca Türk Sanat Müziği Anasanat Dalı varken, Türk Halk Müziği ve Türk Halk Oyunları Anasanat Dalı da ekleniyor.
Bu ayrıntılar neyi mi anlatıyor?
DOB’un, özellikle neoliberal yıllarda yetişmiş insan malzemesi iyi tanınmazsa, sanatsal düzeyinin neden bu kadar düşük olduğunun anlaşılamayacağını.
Konya-Selçuk Üniversitesindeki bu ucube konservatuar, klasik Batı müziği eğitimi olmadan opera eğitimi veren bir okul olmanın ötesine geçip, o müziğin yerine alaturkayı koyabilmiştir. Yani, çıkış noktası, alaturka ile operayı aynı çatı altına almaktır. “Türk Müziği”, bu zihniyet için alaturka demektir. Nitekim ilgili bölüme, alaturka eğitimine başlanmasından tam 13 yıl sonra halk müziği ekleniyor. Tarihe dikkat edilirse, önemli bir siyasal dönemece denk geldiği görülecektir.
Bu zihniyetin taşıyıcısı olmak ne Konya-Selçuk Üniversitesi için, ne de Sabancı için sürpriz bir gelişme sayılır.
İşte, Özgür Aslan bu tornadan geçmiş biri. Çok doğal olarak, şunları söyleyebiliyor:
“Müzik ayrımı yapılmamalı. Müzik evrenseldir… [12 Mayıs 2018’de prömiyeri yapılacak] Kanlı Nigâr çok önemli bir müzikal. Buna gelenler daha sonra merak edip Sevil Berberi, Carmen, Tosca’ya geliyorlar.” (Haberin Sesi, Haberaks, Mart 2018)
Kanlı Nigâr ile Tosca’yı aynı sıklete almak… Bu, kişileri çok aşan, belirli bir tarihsel dönemin getirdiği estetik çöküşün eğitim kurumlarına yansıyıp, ağır bir entelektüel görgü sorunu yaratması demektir.
Devam edelim:
“Buralara [Karadeniz, Doğu Anadolu] gidip, örneğin “Senfonik türküler” ile, “Biz buyuz, sizden farklı değiliz” turneleri yapıyoruz. Senfonik türkülerde insanlar ağladılar. Çaldık ve söyledik, “Bir” olduğumuzu gösterdik. Devletimizin bize verdiği görev de bu. Trabzon’da “Karadeniz Rapsodisi” yapacağız. Karadeniz türküleri… Karadeniz’de üç büyük “Seslerle Anadolu” turnesi yaptık. Türküler, danslar… Diğer operalardan bir tık yukarıdayız.” (A.g.y.)
“Yunus Emre Oratoryosu’nu biz istedik, Genel Müdürlüğümüz uygun gördü. “Allah aşkı”. Ramazan projemiz; dini duygular yoğun…” (A.g.y.)
Laik Cumhuriyet’in “müzik devrimi”, resmi “müzik” anlayışı, DOB’un kuruluş amacı, görevleri, bir opera-bale sahnesinde nelerin olup, nelerin olamayacağını falan, neoliberal tornadan çıkmış uslu çocukların anlaması hiç kolay değil.
Bir önceki müdür, yine bir alaturka müzik konservatuarı diplomalı Mehmet Ortaç’ın yüksek sanat anlayışı daha da ateşli:
“Bizim inanışımıza göre zaten opera sadece elitlerinin entelektüellerinin takip ettiği bir sanat değil, halkın operası. Bu bağlamda Samsun Devlet Operası Bahar şenlikleri yapacak. Açılışını 19 Mayıs’ta Cumhuriyet Meydanı’nda yapmak üzere, daha sonra bir haftalık süreçte Batı Park’ın olduğu alanda açık hava konserleri yapacağız. Bunlar tabii halkımızın da beğenisine zevkine uygun tipte eserler olacak. Aile pikniğe gider gibi ailece en uçtaki köylerden, varoşlardan belediyemiz ve valiliğimizin tam desteğini aldık. Bu konuda halkımız oraya getirilecek. Kendilerine müzik ziyafeti yanında ufak ikramlarımız da olacak. Mayıs ayının ikinci yarısına doğru biz opera bale olarak Batı Parkta belediyemizin kuracağı sahnede orkestramız, koromuz, dansçılarımız, önemli konuk sanatçılar, çocuk koromuzla 5 akşam üst üste aktivitelerimiz olacak. Bahar şenlikleri halkımızın tümünü kucaklayacak. Orkestramızla çocuk koromuzla birlikte konserler yapacak, Türkiye çapında önemli bir star gelecektir. Bir kaç alternatif isim var. Opera ile daha önce çalışma yapmış Ferhat Göçer gibi Burak Kut gibi isimlerden birisi olacak.” (Bafra Haber, 15 Ocak 2015)
Opera ve baleyi halk sanatı yapma yöntemi, köfte ekmek ya da top kek-meyve suyu ikramıyla, DOB Orkestrası eşliğinde, Burak Kut’tan türküler dinletmek…
Ne diyelim?
Alaturka müzik konservatuarında alaturka kültür öğrenilir.
Samsun DOB, bütünüyle İslamcı iradenin ürünü olduğundan, oradaki yönetici kadro ve repertuar da o zihniyetin “sanat” algısına en yakın olanı yansıtıyor.
Pisi Barış bu geleneğin şu anki müdürü. İncileri parlıyor:
“Batı müziği, Doğu müziği diye ayrılmamalı. Müzik evrenseldir.” (Samsun E-Dergi, 2022, sayı 6)
“Opera, tiyatronun orkestralı halidir.” (A.g.y.)
Madem öyle, müzikal de aynı tanıma girmez mi?
Enstrümanların da evrensel olduğuna, her müziğin her enstrümanı kullanabileceğine örnek olarak, trombon-alaturka ilişkisini gösteriyor:
“Trombon bilinmiyordu. Şimdi Türk müziğinde de kullanılıyor. Çünkü perdesiz.” (A.g.y.)
Pisi’ye, kazın ayağının öyle olmadığını, enstrümanların evrim ve yapılarının, oluşturdukları tarihsel ses belleğinin, müzik türleri ile doğrudan ilişkili bulunduğunu nasıl anlatmalı ki?
Neyse, boş verin. Böyle bir anlayış ile yönetilen yüksek sanat kurumunun nasıl bir repertuara sahip olabileceğinin örneklenmesi, uzun açıklamalardan daha çarpıcı ve anlaşılabilir olmalı:
Hisseli Harikalar Kumpanyası müzikali; en çok ilgi gören simge ürün. Aynı zamanda ihraç malı. (Eylül 2021, Mayıs, Aralık 2022, Ocak, Mart 2023, Ocak, Nisan 2024 vb.) Bir opera sahnesinde hiçbir koşulda yer alamayacak bir yapıt.
Çalıkuşu balesi; bütün müzikleri alaturka olan ilk klasik bale yapıtı. Tam bir siyasal çıkış. Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu eşliğinde. (Aralık 2023, Ocak 2024 vb.)
Afife balesi; alaturka-klasik Batı müziği bulamacı. (Nisan, Aralık 2023 vb.)
Güz Türküleri konseri; klarinet, davul, keman. Samsun Klasik Türk Müziği Korosu’ndan vurmalı saz sanatçısı takviyesiyle. Türkülerin yanı sıra, Turgay Erdener besteleri de seslendiriliyor. (Aralık 2021, Şubat 2022 vb.)
Dostlar Beni Hatırlasın-Senfonik Âşık Veysel; Ankara Türk Dünyası Müzik ve Halk Dansları Topluluğu’ndan takviyeyle. (Kasım 2021)
Bir Napoli Akşamı, Dünya Folk Müziği türü konserlerde, caz, türkü, Napoliten, arya, müzikal vb. artık Allah ne verdiyse…
Pisi Barış’ın bir de Milli Tacir’e selamı var: Karışık Hisler balesi (Kasım 2022). Bu kolajın afişinde, koreograf olarak belirtilen Mehmet Balkan ve Zeynep Bengier’inkinin yanında, Tan Sağtürk adını da okuyorsunuz.
Pisi’nin, İslamcıların kültürel yaklaşımıyla son derece uyumlu görüş ve tutumu, siyasal olarak da fire vermiyor:
10 Kasım 2022’de, bizim müdür, samsun DOB sahnesinde ne bir saygı duruşu, ne de bir etkinlik düzenlenmesini gerekli buluyor. 6 DOB içinde hiçbir etkinlik düzenlemeyen tek müdürlük, Laik Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ilk durağı olan Samsun’unkiydi.
Pisi’yi koltuğundan etmenin âlemi var mı?
İzmir’de bir organizasyon gediklisi: Tolga İyiuyarlar
DOB üst yönetiminin, 18 Aralık 2023’te İzmir’in başına getirdiği Tolga İyiuyarlar, nam-ı diğer TolgaFest, baleden. Tek başına bu özelliği müdürlük için yeterliyken, yan kulvardaki niteliği o koltuğa çok hatırlı bir destek sağlıyor: Organizasyon becerisi. Bu oğlan organizasyon için doğmuş denebilir. Baleye, fizik özellikleri nedeniyle sanatçı olarak ciddi bir katkısından söz edilemezse de, organizatör olarak rahatlıkla edilebilir. O kadar ki, bir süredir, İzmir Devlet Opera ve Balesi adının, onun organizasyon becerisi sonucunda, İzmir Devlet Bale ve Operası biçiminde değiştirilmesinin daha uygun olacağı yüksek sesle ifade edilir durumda.
Bakın neden:
İzmir DOB’un, 2019’da, Elhamra’dan Bornova Kültür Merkezi’ne taşınması, İzmir Devlet Balesi için rahat ve geniş yerleşim, çalışma alanları sağlarken, Opera için aynı olanakları getirmemiştir. Zamanın müdiresi operacı Aytül Büyüksaraç, İzmir’in sayılı zengin ailelerinden birine mensup olduğundan, yanı sıra Bornova’ya gidiş olasılığını düşük gördüğünden, oda, salon, tuvalet, mutfak falan gibi basit konulara ilgi göstermeye tenezzül buyurmamış, TolgaFest organize bir çalışmayla, baleye, bulabildiği her yeri tahsis ettirmeyi başarmıştır. Sahnenin hemen yanında, içine neredeyse mutfak yerleştirilmiş kocaman soyunma odası, üst katta yine büyük bir salon vb. Operacılara ise eksi 2’de, penceresiz mekân.
TolgaFest’in iş bitiriciliği, hırslı kişiliği, organizasyon becerisiyle örtüşünce, 2021’de il koordinatörü yapılışı, eşyanın doğasına epey uygun düşer.
Ancak yöneticilik görevleri bununla sınırlı değil: 2013-2016 ile 2021-2022 arasında Bale Başöğretmenliği, 15 Eylül 2023’ten itibaren Bale Başkoreograflığı.
Bale yöneticiliğini gölgede bırakacak olan Festival yöneticiliği ise onun piyasa ile yakın ilişkiler kurmasının temel aracı oluyor:
2019: 7. Uluslararası Bodrum Bale Festivali ile 1. Bodrum Konserleri Festivali Festival Başkan Yardımcısı.
2020: 2. Bodrum Kaleiçi Konserleri Festivali Başkanı.
2021: 18. Uluslararası Bodrum Bale Festivali ile 3. Bodrum Konserleri Festivali Festival Başkanı.
2022: 5. Uluslararası Efes Opera ve Bale Festivali ile 19. Uluslararası Bodrum Bale Festivali ve 4. Bodrum Konserleri Festivali Festival Başkanı.
2023: 6. Uluslararası Efes Opera ve Bale Festivali Festival Başkanı.
Festival demek piyasa demektir. Festival işinde pişmek, piyasada pişmek anlamına gelir. Bunun sahne karşılığı, “Bilet satılsın, salon dolsun da, nasıl olursa olsun”dur. Bu ülkede, yüksek sanatlarda, bu anlayışın bu kurumlara, Laik Cumhuriyet’in tarihsel ve kültürel kimliğini torpillemeden yerleşmesinin olanaksız olduğu ne kadar yinelense azdır.
Bu arada, piyasa demişken; orada, sakalsız, komisyonsuz, avantasız iş yapılmayacağını bilmek gerekir. Buna bir de “siyasal” uyumluluk zorunluluğunu eklediniz mi, ideal repertuarı bulmanız hiç de zor olmaz. Yeter ki, Laik Cumhuriyet, yüksek sanat, kamu görevi, kamusal etik filan diye tutturmayın.
Balenin tüccarlarının, Cavlak’ın, Gestapo’nun, en sevdikleri koltuklardan birinin, piyasa-kamu köprüsü olan Festivaller, Yarışmalar ve Turne Organizasyonu Koordinatörlüğü olduğunu tekrar anımsatalım. Abad edici koltuklardan…
Bale işine girmeseydi, İzmir’in hatırı sayılır işadamlarından olabilirdi. Dedik ya, TolgaFest çok becerikli. Örneğin, size acilen bale patiği mi gerek, TolgaFest rekor sürede bulur, buluşturur. Ama üzerinizde nakit yok. Hiç önemli değil; cebinden hemen pos cihazını çıkarıp, kredi kartınız ile ödemenizi sağlar.
Anladınız, değil mi?
Hadi, kısaca repertuara da göz atıp, TolgaFest kardeşimizi yoğun işleriyle baş başa bırakalım:
Jazz Ensemble (28 Aralık 2023).
Folklorama 2024 müzikali (Nisan 2024 vd.). Alaturkalı, türkülü, danslı manslı…
Kuğu Gölü (Nisan 2024 vd.). Cavlak&Bilgiç koreografisi.
Notre Dame’ın Kamburu (Şubat, Mart 2024 vd.). Cavlak&Bilgiç koreografisi.
Aspendos Ensemble-Dünya tangolarından (Mayıs 2024).
Tango Tango (Ağustos 2024)…vd.
Sizce de, “TolgaFest’den iyisi, Şam’da kayısı” değil mi?
İstanbul’da holding âşığı bir müdür: Caner Akgün
Caner Akgün, nam-ı diğer Opet Caner, hemen her şeyini halası Nurten Öztürk’e borçlu. Bolu’nun Mengen ilçesi Kavacık köyünden. Tıpkı Nurten Hanım gibi.
Nurten Hala çok uyanık, pek becerikli bir kadın. Tam “bize özgü” bir tip. 68 kuşağından. Babası Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmen. Kızı da onun izinden giderek öğretmenliği seçiyor. İ.Ü. Fen Fakültesi’ni 1971’de bitirip, biyoloji öğretmenliğine başlıyor. Aynı yıl, okuldan arkadaşı Fikret Öztürk ile evleniyor. Fikret Bey fizik öğretmeni. Gaziantep-Nizipli. Her ikisi de, Fikret Öztürk’ün deyişiyle, “sosyal demokrat” görüşlü. 12 Eylül’e kadar mütevazı öğretmen yaşamlarını sürdürüyorlar. 12 Eylül’den sonra, yine Fikret Bey’in anlatımıyla, “sosyal demokrat” oldukları için, ayrı yerlere atanıyorlar. Bunun üzerine, 1982’de, Fikret Bey öğretmenlikten ayrılıp, ticarete atılmaya karar veriyor. Mersin’de, Öztürkler Petrol Ltd. şirketini kuruyor. Akaryakıt ve madeni yağ dağıtım işi. 1984’te de Nurten Hanım öğretmenliği bırakıp eşiyle çalışmaya başlıyor. Özal liberalizmi Öztürk çiftine çok yarıyor. Kısa sürede Mersin’de 17 akaryakıt istasyonu işletir hale geliyorlar. 1992’de, neoliberal fırtınanın başında, İstanbul’a taşınıp, Öztürkler Petrol’ü, ülkenin ilk “yerli ve milli” akaryakıt şirketi Opet Petrolcülük A.Ş’ye dönüştürüyorlar. Büyüyüp zenginleşmeleri o kadar hızlı oluyor ki, 2002 sonunda Koç Holding Enerji Grubu, Opet’in %50’sine 125 milyon dolarla ortak oluyor. Yıllık 11 milyar dolarlık ciro; 1800’den fazla akaryakıt istasyonu, binlerce çalışan… Doğal olarak, diğer sektörlere de el atıyorlar. Bunların başında otelcilik geliyor. Gayrimenkul, inşaat, otelcilik markası olarak Regnum’u seçiyorlar. Yüksek kaliteli konut ve ticari projeler ile lüks oteller, dünya standartlarında golf kulüpleri yapımına giriyorlar. Nizipli Fikret Bey öğretmen maaşından milyar dolara geçince, golf oynamanın önem ve değerini kavrayıp, tam bir golf çılgını oluyor. En yakın golf arkadaşları Mustafa Koç ile Ali Ağaoğlu.
2020’den bu yana TOBB Kadın Girişimciler Kurulu Başkanı olan Nurten Hanım’a ise, 2000 yılından itibaren, giderek artan hız ve kalibrede, ulusal ve uluslararası ödüller yağıyor. Bunlardan biri ilginç; İslamcıların, 2007’de, Ergenekon saldırısına başlarken, TBMM eliyle sundukları, “ülke yararına karşılıksız hizmette bulunan kişi ve kurumlara verilen “Üstün Hizmet Ödülü”.
Bu ödül, aynı yıl, bir başka holding patronuna daha veriliyor: Gedik Holding’in kurucusu Halil Kaya Gedik’e.
Her iki isim de Opet Caner için neredeyse ontolojik değere sahip. Birazdan geleceğiz…
Sözünü ettiğimiz Regnum marka otellerden biri, Antalya Belek’te bulunan, Öztürk ailesinin 2007’de %72’sini, 2013’te ise tamamını satın alıp, 250 milyon dolar yatırımla, 2014’te hizmete soktuğu Regnum Carya Golf&Spa Resort. Bölgenin en lüks oteli; en az üç kat daha pahalı. “Lüks segmentte” bulunan yerli ve yabancı turistlere yönelik. 2015 yılındaki G20 zirvesi burada yapılıyor. 2019’da Jennifer Lopez, Tom Jones falan gelip, sahneye çıkıyorlar.
“Sosyal demokrat” Fikret Bey portresini biraz daha ayrıntılandırırsak;
2022 Temmuz’unda, akaryakıta zam yapılır. Benzin 25,20 TL, motorin 26,60 TL olur. 6 Temmuz 2022 tarihli yandaş medya organları, Fikret Bey’in demecini manşete taşırlar:
“Bundan 15 sene önce Avrupa’nın en pahalı benzinini satıyorduk. Bugün ise Avrupa’nın en ucuz benzinini satıyoruz.”
Öztürkler Holding’in sponsorlukları da, neoliberal/İslamcı döneme epey uygun:
İKSV-İstanbul Tiyatro Festivali, Zeki Müren’i Okumak, Zeki Müren’le Okumak anma etkinliği (2016), 11 ve 14. İstanbul Bienali, David Guetta Konseri (2013), Mersin Uluslararası Müzik Festivali, Safiye Ayla ve Zeki Müren Ses Yarışması (2006, 2009), Mahsun Kırmızıgül’ün Beyaz Melek filmi, Tarkan (2003, 2004), Cem Yılmaz (2005, 2006) sponsorlukları, 31. İKSV Uluslararası Müzik Festivali İlahiler ve Nefesler Dinletisi (2003)…
Kısacası, Öztürk çifti sanat ve siyaset çevrelerinde tanınan, kapıları sık sık çalınanlardan. Eh, elbette, ağırlıkları ölçüsünde, ufak tefek ricaları olacaktır.
İşte, Opet Caner’in öyküsünü yazan bu iki holdingi, Öztürkler ve Gedik’i çıkardığınızda, Opet’ten geriye hemen hiçbir şey kalmıyor.
1981 doğumlu olan Opet Caner’in kimlik ve kişilik bulma yılları, bütünüyle neoliberal döneme, 90’lara denk geliyor. Rol modeli Nurten Hala gibi “öğretmen” sıfatını taşıyacak. Daha doğrusu, ailedeki “öğretmenlik” geleneğinin markalaşmasına katkı sağlayacak. A.Ü. Fen Fakültesi Matematik Bölümü’ne giriyor. 3. sınıfa geçtiğinde, müziğe yönelmenin daha “gerçekçi” bir seçim olacağını düşünüyor. Matematik öğretmeni sıfatı, hırslı Opet’i kesecek iş değil. Hani, sonunda bakanlık filan olsa neyse de. Ayrıca, müzik alanında da, örneğin, konservatuarda eğitimci olunabilir. Arkasında holding kraliçesi bir hala var. Ne sürünmenin anlamı var, ne de arzularına gem vurmanın. Okulu bırakıp, H.Ü. Ankara Devlet Konservatuarı’na (ADK) giriyor (2001). 2007 Eylül’ünde de İDOB’a. Nurten Halanın TBMM’den “Üstün Hizmet Ödülü” aldığı yıl.
ADK’nın neoliberal dalga etkisindeki çöküş yıllarında okuduğu için, kültürel altyapısı epey cılız biçimde mezun oluyor. Buna, ortalama yeteneği eklenince, sanatsal anlamda parlak bir geleceğe aday yazılamayacağı kendiliğinden ortaya çıkıyor. 2005, 2006-2008 yıllarına sıkışan Terni (İtalya) ve Salzburg (Avusturya)’daki birkaç yaz atölyesi durumu değiştirmeye yetmiyor ama, havalı bir yüksek lisans tez konusu bulmasına yardımcı oluyor.
“Benim hedefim, Türkiye odaklı, yurt dışına gidip gelen bir sanatçı olmaktı” (Klasik Yolculuk, Habitat TV, 8 Nisan 2021)
Yurt dışında var olamayıp, hedefi tutturamamasına karşın, bizim Opera’mızda hızlı yükselmek ile sanatsal parlaklık arasında her zaman doğru orantı olmadığını bir kez daha kanıtlıyor; İDOB’daki yükselişi epey hızlı oluyor. Üç özelliğiyle: Çalışkanlığı, işletmeci kafası, Nurten Halası.
Nurten Hala yurt dışı sahneleri için ne yapabilir ki! Bu iş yüksek sanat. Ama ülkedeki durum elbette daha farklı.
Üç yılı aşkın bir süre, İDOB’da Sanat Yönetmeni Yardımcılığı ve Sanat Danışmanlığı yapıyor. Bu konumlar bizde “müdüre yakınlık” derecesini gösteren sıfatlardır, opera sanatının kendisi ile ilişkili değildir. Nurten Halanın holding öğretisi içinde yer alan, “otorite ile iyi geçinme zorunluluğu” ilkesini yaşam felsefesi yaptığından, Müdür Suat Arıkan’a, Genel Müdür Selman Ada’ya çok yakın oluyor. Hatta Dâhi Selman onu bir ara Antalya müdürü yapma girişiminde bile bulunuyor. Mersinli Dâhi, Öztürkler Holding’in Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nin uzun yıllar sponsoru olduğunu bilmez mi? Ne tesadüftür ki, Opet Caner de bu festivalin Sanat Kurulu üyesi yapılacak, hatta 21’incisinin (21-24 Eylül 2023) program içeriğini sunma “onuru” kendisine verilecektir. Bu arada, 2017’nin Mayıs’ında, Astana’da (Kazakistan) yapılan 20. TÜRKSOY Uluslararası Opera Sanatçıları Festivali’ne, Dâhi’nin, ülkeyi temsilen Opet’i gönderme kıyağını da anımsatmadan geçmeyelim.
Yekta Kara’yı da unutmamalı. ADK’nın son yılında tanıştığı Yekta Hatun’dan epey destek görüyor. Yüksek Lisans tezinin jürisinde bile o var. Başka jürilerde de. Bir yerden holding meltemi esecek ve Yekta Hatun’un duyargaçları harekete geçmeyecek… İnanın, fili uçarken görmek daha gerçekçidir.
Nurten Halanın “aile geleneği öğretmenlik” konusundaki duyarlılığı, Opet Caner’in 2011 Eylül’ü ile 2014 Haziran’ı arasında, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda, 2013 Eylül’ü ile 2019 Haziran’ı arasında ise MSGSÜ Devlet Konservatuarı’nda öğretmenlik yapmasını gerekli kılıyor.
Tıpkı Halamız gibi; önce öğretmenlik, sonra holding…
Hangi holding?
Gedik Holding.
Ama önce iki önemli konu: Yüksek lisans tezi ve Opera Trio TR.
Tez mi? Çeviri mi?
Ocak 2012’de MSGSÜ’de başladığı yüksek lisansını, Haziran 2015’te verdiği ve ilk okuduğunuzda nasıl kabul edildiğini anlamanın hiç de kolay olmadığı, “VINCENZO BELLINI “ODA ŞARKILARI”NIN METİN VE MÜZİK BAĞLAMINDA İNCELENMESİ” başlıklı tezi ile tamamlıyor.
Tez danışmanının Gülper Refiğ, nam-ı diğer Zirgüle Gülper, üç kişilik jürinin ikinci değerinin de Yekta Hatun olduğunu öğrendiğinizde, “Tamam, şimdi anladım” dememeniz için hiçbir engel kalmıyor.
“…birikimlerini benimle paylaşıp sanatsal bakış açımın gelişiminde büyük katkıları olan değerli danışmanım Prof. Gülper Refiğ’e teşekkür ederim.”
Zirgüle’nin “birikimleri”nin neye karşılık geldiğine daha önce değinmiştik. Opet’in “sanatsal bakış açısının gelişimindeki büyük katkısı”nın asla yadsınamayacağı o kadar açık ki.
Tezin başlığı çokça havalı. Kravatlı bir ciddiyet, derinlikli bir hâkimiyet izlenimi uyandırıyor. Seviniyorsunuz; nihayet bizde de sahne sanatçıları akademik ölçüt ve derinlik türü kavram alanlarının farkına varmaya başlamışlar, diyorsunuz.
Heyhat!
Toplam 208+XI sayfa olan tezin omurgasını oluşturan 134 sayfalık (19-152), “Vincenzo Bellini Oda Şarkılarının Metin ve Müzik Olarak İncelenmesi” başlıklı bölüm, Elio Battagli’nin 2004’te Ricordi’den çıkan Bellini şarkılarının eleştirel basımının (Vincenzo Bellini, Canzoni per voce e pianoforte; revisione citico-tecnica di Elio Battaglia; presentatione di Dietrich Fischer-Diskau) bütünüyle çevirisi. Opet’in tek satır katkısı yok.
Dolayısıyla, bu bir tez olamaz, çeviri olur.
Peki, tez olması için ne gerekir? Kendi yorumlarınız, düşünceleriniz. 34 yaşında, yaklaşık 4 yıldır öğretmenlik yapan birinden, mucize beklemeseniz bile, en azından birkaç özgün değerlendirme bekliyorsunuz. Öte yandan, akademik etik ve entelektüel görgü kuralların da en azından ilk basamağının çıkılmış olması, doğal beklentileriniz arasında.
Nedir o ilk basamak?
Alıntı yaptığınız kaynakları mutlaka belirtmeniz. Başkalarının düşünce ve değerlendirmelerini kendinizinkiler gibi pazarlamamanız.
Oysa söz konusu 134 sayfalık bölümün ne başında, ne ortasında, ne de sonunda Battaglia edisyonuna herhangi bir atıf var. Şu türden yüzlerce maddi bilgi/yorum ve değerlendirme, Opet’inkilermiş gibi sunuluyor:
“Melankoli burada içsel bir meditasyondan çok, dramatik huzursuzluğun bir belirteci olarak görünür. Bunu yorumlamanın sırrı, baştan başa yakıcı bir kaygının belirsiz duygusunu körükleyen şiir dizeleri ile aniden gelip onları ayıran 16’lık eslerin etkileşiminde gizlidir.
Sanatçı, bestecinin belirttiği şekilde legato cümlelerini anlaşılır bir biçimde vermeye riayet ederken sesleri doğru çıkarmayı, her kelimeye uygun olan ağırlığı nasıl vereceğini öğrenmek zorundadır. Piyanist bas partisindeki 8’lik esleri incelemelidir; sadece fa majör kısmında, tüm ölçü boyunca pedalda baskın bir “do” notası tutmak gerekmektedir. Tınıyı arttırmak için pedal idareli kullanılmalıdır.
Tempo belirtecine bakmaksızın, M.30’daki acciaccatura “e” sesine doğru olabildiğince hızlı ve kati bir şekilde bastırınız, M.32’deki süsleme için de aynı durum geçerlidir. Ton değişmeden evvelki iki ölçüde (M.36-37) aynı şekilde piyanist tarafından bu notalar sanki evrende yankılanıyormuş gibi gösterilerek uygulanmalıdır. M 45’de devinim finaldeki “mai” de (asla) pianissimoya düştükten sonra, tiz la notasına çıkan ses ile birlikte dramatik bir crescendo başlar ve kararlı bir şekilde tekrarlanan “no” da forte olur. “ (s.50)
Ya da:
“Zalim yıldız Nice’nin baş kahramanı olduğu bu şarkı dramatik gücünü (Bellini’nin operaları gibi) ilk ve üçüncü bentte yer alan ıstırap dolu “ah!”tan alır ki ikinci bentte bu, yakarış belirten bir “deh!”e dönüşür. Bu iki ünlemdeki fermatalar, anlamlı biçimde üstü kapalı olan melodinin yorumunda özgür olması adına, yorumcunun hayal gücü için yeterli bir işarettir.” (s.60)
“Tre Ariette (üç şarkı)’nin sonuncusu 1837 yılında Ricordi tarafından yayımlandı. Bu şarkı 1833 civarı Londra’da bestelenmiş ve Milanolu Giulietta Pezzi’ye ithaf edilmiştir. İlk olarak 15 Şubat 1836 tarihinde “Glissons n’appuyons pas” (Yıl III, no.4) dergisinin ek kısmında “Milano’da G.Ricordi’nin imalathanelerinde basılmış “Romanzetta” adıyla yer aldı. Parça anında başarıya ulaşmış ve daha sonra Viyana’da Mechetti, Londra’da Mills ve Boosey, Mainz’de Schott, Berlin’de Schlesinger, Paris’te Pacini gibi bir çok yayımcı tarafından da basılmıştır; ve en son olarak gene Paris’te, ünlü şarkıcı ve eğitmen Pauline Viardot-Garcia (1821-1910) tarafından yapılmış bir revizyon kapsamında Durand Schönewerk tarafından yayımlandı.” (s.83)
“Piyanist, kapanış arpeggiosunu en ufak bir duraksama ya da yavaşlama yapmadan ve muazzam bir dışa vurum ile çalmalıdır; 76.ölçüdeki akoru kesinkes vurgulanmalı ve sondaki pp’nin ppppp olduğu düşünülmelidir.” (s.109)
“Bu şarkı, bestecisi öldükten sonra ve muhtemelen ilk olarak Bernard Latte tarafından Paris’te yayımlandı. Kapağındaki belirsiz alt yazı bunu “Bellini’nin ilk ve son kompozisyonu” olarak tanımlarken, Ağustos 1835 tarihli ilk sayfada “Bellini’nin son kompozisyonu Madame Countess ’in albümünden Romanza” diye yazar. “Fransızca Metin: M.Crevel de Charlemagne” diye yazması da her şeyi biraz daha karmaşık hale getirir. Belki de bu şarkı Bellini’nin Napoli’deki öğrencilik 117 günlerinden kalmadır ve sonunda İtalyanca ve Fransızca metinlerle birlikte “son kompozisyonu” olarak öldükten yaklaşık 1 ay sonra basılmıştır.” (s.116)
“Yorumcu, Bellini’nin şan oda müziğini gayretli bir şekilde çalışıp, onun dramatik tarzını tam olarak idrak ettikten sonra bu şarkıyı ele almalıdır.” (s.132)
134 sayfanın tamamı bu biçimde akıp gidiyor.
Opet Caner’in Türk usulü liberallikle semiren uyanık işletmeciliği, “Yahu bu tezin tamamı çeviri oldu. Sağına soluna bir şeyler ekleyelim de hem kalın görünsün, hem de ‘oğlan araştırmış canım!’ densin” dürtüsüyle olsa gerek, 155-171. sayfalara “Terimler Sözlüğü” diye bir şey sıkıştırmış. Konunun uzmanlarına, konunun terimlerini açıklayan bölüm!
172-204. sayfalar arası, işlevsizlik abidesi; Bellini operalarından bazı bölümlerin, Chopin’in bir iki balad ve etüdünün notaları filan. Battaglia’nın metninde adı geçenlerden bir şeyler yığmış. Tez ile organik bağ aranması boşuna zaman kaybı oluyor.
Geriye kaldı 2-18. sayfalar arasında yer alan “Belcanto” ile ilgili genel bilgiler. Herhalde bundan bir yüksek lisans tezi çıkmaz. Daha doğrusu, “eski Türkiye”de çıkmazdı.
Peki, tez jürisindekiler bu tezi okumadılar mı ki, “aferin”i basmışlar.
Ya okumadılar, ya da “prof” unvanı taşıyan bu üç jüri üyesi bir akademik çalışmanın en basit kurallarından bile habersiz. Ama önemli olan, Opet’in, böyle bir metnin reddedilemeyeceği güvencesine sahip oluşu. Yoksa Nurten Hala… Yok artık, daha neler!
Bir holding bulaşığı: Opera Trio TR
2014 yılı, Opet Caner’in, holding dünyası, yani, piyasa ile doğrudan ilişkiye geçip, “kamu hizmeti”, “kamu yararı”, “kamusal etik” gibi kavramlardan fiilen hızla uzaklaşmaya, doğal olarak da Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” algısını çok Ortodoks bulmaya başladığı yıldır.
Neden 2014?
Nurten Halanın holdingi, Antalya’da, Regnum Carya Golf&Spa Resort adlı oteli 2014’te hizmete açıyor da ondan.
Nurten Hala, bu otele gelecek “üst segmentteki” insanların, deniz ve güneş banyosu ile renklendirilen golf seanslarından sonra, ılık Akdeniz akşamlarının dingin havasında, o harikulade havuzun kenarındaki masalarda bir şeyler yiyip içkilerini yudumlarken, güzel şarkı ve ezgileri hak ettiklerine inandığından, Opet’i işe koşar. Aryalar, Napolitenler, tangolar, müzikallerden sevilen parçalar… Rahat bir ortam, zengin bir repertuar, nefis yemekler, harika içkiler, hatırlı ilişkiler, çok çok güzel paralar, paralar…
Opet Caner’in yıllardır beklediği an. Bu kartı gerçekten iyi kullanacaktır. İlk adımda, kendi gibi, hırsı ve yeteneği arasındaki makasın epey açık olduğu iki ismi yanına alır: Eşi Dilruba Bilgi, nam-ı diğer Dilruba Sultan ve Caner Akın, nam-ı diğer Ergen Caner. Opera Trio TR adıyla holdingin kırmızı halısına çıkarlar. O kadar yağlı bir iştir ki, kısa sürede, Opet’in ekibine katılmak için can atan bir dizi insan kuyruğa girer. O artık diğerlerine iş veren patrondur ve yönetici konumunu hak etmiştir. Regnum Carya Nisan 2014’te açılır. Müdür Suat Arıkan Opet’i hemen “Sanat yönetmeni yardımcısı” yapar (2014 yazı). Yani, kendi yardımcısı.
İşte, o gün bu gündür, neredeyse her hafta sonu senin Trio Regnum’da hizmet veriyor. Yaz sezonunda daha da fazla. Çok maaşlı İslamcı bürokratlar örneği, çok maaşlı DOB sanatçıları…
Bir dakika! DOB’un yasal çerçevesi içkili yerlerde sahneyi yasaklamıyor mu? Ayrıca, kurum dışı etkinlikler müdürün onayına bağlı değil mi? Düzenli biçimde, yıllar süren böyle bir işe müdür nasıl izin verebiliyor?
Anlamadın galiba; holding diyoruz, nakit diyoruz, piyasa, PR diyoruz… Sen bize “eski Türkiye” sazı çalıyorsun. Senin müdür dediğin, Regnum olayının gemi azıya aldığı dönemde, bırak izni falan, Opet’i kendine “sanat danışmanı” atıyor (2016-2018).
Hadi, kutuyu açmayalım; henüz yaşanan rezilliği ölçecek “birim” icat edilmedi, deyip geçelim. Ama şunu ekleyerek: Holding yasalarının Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” kültür ve kurumlarını nasıl kemirdiğinin muhteşem örneklerinden biridir bu olay. Öztürkler Holding’in Regnum’unda başlayan bu yürüyüş, 2018’de Gedik Holding ile ete kemiğe bürünecek, 2023’te Opet’in İDOB’un başına yerleştirilmesi suretiyle de İslamcıların Laik Cumhuriyet düşmanı kültür politikalarının zaferi ilan edilecektir.
Opera Trio TR’nin Ergen Caner’inin ne tür bir yaratık olduğunu daha önce ayrıntılı biçimde anlatmıştık. (M. Gönenç, İslamcı Yıllarda Devlet Opera ve Balesi, Yazılama Yn., İstanbul, 2023, s.203-319). Son bölümde biraz daha değineceğiz.
1985 doğumlu Dilruba Sultan’a gelince; en dikkate değer yönü, İTÜ TMDK’da eğitim görmüş olması. Yani, alaturka kökenli oluşu. Ut sazında epey yol almışken, Erol Sayan’ın teşvikiyle MSGSÜ Devlet Konservatuarı’nda, “Biraz da opera eğitimi alayım” der. Doğal olarak, opera ve çoksesli Batı müziği kültürü oldukça cılız. Eğitimindeki bu boşluğa, sanatsal kapasitesinin dikkat çekici düzeyde olmayışına karşın, dikkat çekici düzeydeki hırsı eklenince, İslamcı rejimin neoliberal estetik anlayışına çok uygun bir figür ortaya çıkıyor: Şekilsiz bir müzikalite, yığılmış abur cubur. Ne stil, ne kimlik… Ciyak ciyak…
Opera Trio Tr, Nurten Halanın holdingi finansmanında işi o denli büyütür ki, bir ara Regnum’daki romantik geceler için, 18 kişilik orkestra ve şefli mefli konser formatına sıçrar.
Şef mi kim?
Cemi’i Can Deliorman. Nam-ı diğer Şehzade Cemi’i. İslamcıların, CSO’nun başına uygun gördükleri isim. Öncesinde, çok anlamlı bir projede daha yer alacak; Gedik Holding olayında.
Opet Caner artık iş dünyasından biridir. “Kamu”ya ,“kamusal” olana bakışı, zihniyeti, tavırları bütünüyle bu eksendedir. Banka hesabı kabardıkça, para torbası anlamı taşıyan “klasik müzik-holding” ilişkisinin değer ve meşruluğunu, bir kamu yüksek sanat kurumu sanatçısı olarak köpürtmeyi görev saymaya başlar. Birkaç örnek:
“Regnum Carya vizyonuyla tasarlanan Regnum Classical Night” Regnum Carya’nın büyülü imbiğinden süzülen ne kadar lezzetli bir öneri, değil mi?: “Savaş yapma, sanat yap!”
“Opera Trio Regnum Carya’da 6. sezonuna başladı. Her hafta bu muhteşem atmosferde, opera sanatının en seçkin eserlerini sizlerle paylaşacağız.” (Instagram, 31 Temmuz 2020)
“Regnum Magazine için gerçekleştirdiğimiz röportaj çok keyifliydi. Güzel müzik Regnum Carya’da” (A.g.y., 1 Ağustos 2020).
Ama yalnız klasik müzik ve opera ile sınırlanmamalı:
“[Regnum Carya’daki Tom Jones konseri] Tom Jones harikaydı. Efsaneydi… Tanrı onu korusun” (A.g.y. 31 Temmuz 2018)
2018 Ağustos’unda, Opera Trio adıyla bir Youtube kanalı açar. Nurten Halanın holdinginin devrede oluşu, piyasa açısından, bizim Trio’nun tüm sanatsal etkinlikleri için başlıca teminattır. Konserler, davetler ardı ardına… Bahçeşehir Üniversitesi (BAU), Sabancı Üniversitesi, TRT Radyo 3, TRT Radyo 1, Pera Müzesi, Beylikdüzü Klasik Günleri, Bodrum Zai vb.
22 Şubat 2020’de Pera Müzesi’nde gerçekleştirdikleri konserin adı, “Tanzimat Dönemi Operaları”. Laik Cumhuriyet’in opera-baleyi Osmanlı’dan kültürel kopuş simgesi olarak meşrulaştırmış olmasının İslamcıları rahatsız ettiğini, bu nedenle, Osmanlı’da köklü opera ve bale geleneği olduğunu kanıtlamak için her türden fanteziye başvurduklarını belirtmiştik. İşte, Opera Trio’nun bu konseri, bütünüyle, bu siyasal projenin bir parçasıdır. O kadar ki, konser öncesindeki “sohbet”te, Osmanlı güzellemesi temelinde, sarayın opera tutkusundan falan bolca dem vurulur. Aynı yıl, Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma’sının ilk kez Osmanlıca oynandığını, rejisörünün de Opera Trio’nun elemanı Ergen Caner olduğunun altını çizelim.
Bu arada, Gedik Holding süreci başlayalı bir yılı aşkın zaman geçmiştir.
Gedik Holding’in müzik işine girmesinin siyasal arka planı
İslamcılar, Ergenekon süreciyle Laik Cumhuriyet’in askeri güvenlik sübabından, Gezi ile sivil güvenlik ayağından, 15 Temmuz ile de kardeş FETÖ rekabetinden kurtularak, 31 Mart 2017’de yaptıkları şaibeli referandum sonucu başkanlık/Saray rejimine geçeceklerini ilan edeceklerdir. Laik Cumhuriyet’in siyasal modelini hedefleyen ağır bir saldırıdır.
Aynı yılın aynı ayının başında (3-5 Mart 2017) ise kültür yaşamında Laik Cumhuriyet’in tasfiyesi girişimini resmiyete dökme işine tanık olunur: III. Milli Kültür Şûrası.
Siyasal ve kültürel alanlara yönelik olmakla birlikte, ideolojik açıdan aynı liberal içeriğe sahip bulunan her iki girişimin aynı tarihe denk gelmesi tesadüf değildir.
Şûrada karar altına alınan üç temel yönelimi anımsatalım:
“Ulus devlet kavrayışını aşan… tarihiyle barışık bir kültür.” (s.7)
Oysa Laik Cumhuriyet “ulus devlet” kavrayışına oturan, bu niteliğiyle de siyasal ve kültürel açıdan Osmanlı modelinden kopuşu kendi varlık nedeni yapmış bir oluşumdur. Şûra, globalizm çerçevesinde, kopuşun yadsınması, devamlılığın vurgulanması gerektiği düşüncesindedir. Böylece, “çağdaş” denilen deneysel alan genişletilirken (globalizm), Osmanlı kültürü ile sarmalanması (Osmanlıca, dincilik, alaturka vb.), meşruluğunun doruk ölçütü kabul edilir. Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat”ı açısından tam bir başkalaştırma/seyreltme girişimidir.
“Disiplinlerarası eserlere ve sanatsal hareketliliğe destek.” (s.8)
Yani, türler arası geçişkenlik/cohabitation; ortaya karışık. Bu yolla da tarihsel bellek ve oluşturduğu estetik alanın daraltılması. “Yüksek sanat” kavramını tanımlayan ayrıştırıcı etmenlerin arılıklarını, nitelik ve nicelik farklılıkları taşıyan diğerleriyle zoraki yan yana getirerek, kaybetmesi gerektiği anlamına gelmektedir.
“Sponsorluk ve finansörlük çok önemli…”, “Kültür girişimciliği ve markalaşma…”, ”Kamu kurum ve kuruluşlarının kültür ve sanat niteliği olan mal ve hizmet ürünlerini özel sektörden doğrudan satın alabilmesine imkân sağlayacak…”, ”Özel sektörün sponsorlukları ve finansörlüklerinin vergi muafiyeti ve istisnaları gibi araçlarla özendirilmesi…” (s.11)
İslamcı iktidar ürünü 10. Kalkınma Planı (2014-2018) ile 65. Hükümet (24 Mayıs 2016-10 Temmuz 2018) Programı’nda da hararetle vurgulanan sponsorluk, yani, kamu “yüksek sanat” kavram ve kurumlarının liberalleştirilmesi; özel sektör yönlendirmesine açık hale getirilerek, “şirket” zihniyetiyle ilişkilendirilmeleri. Doğal olarak da, yöneticilerin holdingler ile çalışan ya da şirket sahibi olanlar arasından seçilmeleri. Bu durum, yüksek sanatın orta ve uzun vadede piyasa koşullarına teslim edilmesi anlamına gelir. Bizim piyasamızın değer ve düzey ölçütleri her aklı başında insanın malumu olduğundan, sürecin nasıl bir “yüksek sanat” yıkımına yol açabileceğini öngörmek hiç de zor değildir. İslamcı liberalizmin, müzikte, Laik Cumhuriyet’in tarihsel kültür koordinatlarına dönük aşındırma çabasını çeken katırların, alaturka, deneysel müzik ve caz olduğunu tekrar anımsatalım.
Gerek 2017 referandumu, gerekse III. Şûra kararları bağlamında, Saray, başkanlık rejiminin bu kez hukuken de devreye gireceği 2018’deki seçimlerin hemen ardından, “klasik müzik açılımı” çalışmalarına başlar. Siyasal matematik açısından olağan bir karardır. Laik Cumhuriyet’in temellerine müdahale edilirken, gerçekte onun korunuyor olduğu izlenimi verilmesi çok önemlidir. Bunun en kestirme yolu, Laik Cumhuriyet’in simgeleşmiş bazı içerik ve biçimlerini öne çıkarmaktır. Tabii, kimyalarına yapılacak müdahale ile. Hani, Ergenekon saldırısı başlarken Samsun Opera ve Balesi açılmıştı ya, o türden.
*İlk adım, 25 yıl sürüncemede kalıp, bitirilememiş olan CSO konser salonu yapımını 2018’de hızlandırıp, iki yıl içinde bitirme kararıdır.
Salonun yapımı bitip, kullanıma açıldığında, İslamcı tuzak bütünüyle görünür olacaktır: Artık o salon da, o orkestra da Laik Cumhuriyet’in öngördüğü “müzik devrimi”nin tam tersi yöndeki etkinlik ve sunumları meşrulaştırmanın basit araçlarına dönüşmüştür; klasik müzik, alaturka, dinsel müzik, caz, arabesk vb. hepsi bir arada, iç içe.
*Ardından, CSO resmi sezon açılışının 10 Ekim 2018’de, ilk kez Saray’da, Cumhurbaşkanı ve özel davetliler önünde yapılması gelir. Cumhuriyetçi gelenek, CSO sezon açılış konserine, halk ile birlikte, cumhurbaşkanı ve ilgili bakanların katılmaları biçimindedir. Oysa burada, halka kapalı, Saray’a özel bir konser söz konusudur. Şekil şartı dışında, içerik ile ilgili de ağır bir kimyasal müdahale gizlenemez durumdadır. Saray için hazırlanan repertuar, İslamcıların klasik Batı müziği ve çokseslilik konusuna yaklaşımlarının özlü bir ifadesidir. CSO’nun başındaki Şeyh Rengim Gökmen’in, “Özel bir konser olacak. Cumhurbaşkanımızın huzurlarında sahne alacağız” diyerek (T24, 8 Ekim 2018) gurur ve heyecan ile tanıtımını yaptığı konserde, Kaptanzade Ali Rıza Bey’in Denizde Akşam’ı, Kürdilihicazkâr Longa, Neşet Ertaş’ın Neredesin Sen, Yazımı Kışa Çevirdin, Zahidem’i, Ben Seni Sevdiğimi Dünyalara Bildirdim ile Mozart, Brahms, Borodin kol kola girecektir.
*Majestelerinin muhalifi Fazıl Say ile devam edilir. Say, Erdoğan’ı 18 Ocak 2019’daki konserine davet eder. Tezgâh önceden kurulmuştur. Fazıl’ın para kokusu alması yeterlidir. Üstelik III. Şûra’nın düşlediği “sanat” anlayışını liberal Say o kadar yetkin biçimde ete kemiğe büründürmektedir ki, artık Cumhurbaşkanına düşen, Majestelerinin Muhalifi’ne yalnızca sipariş vermekten ibarettir. Öyle de yapar.
Ancak, konsere gitmeden önce, 8 Ocak 2019’daki Grup Toplantısı’nda, “Bu ülkenin meşrebi ve duruşu belli olan Cumhurbaşkanını Mozart dinlemeye zorlamak faşistliğin dik âlâsıdır" demeyi de ihmal etmez.
*10 Şubat'ta, "Opera Binası" adıyla sunumu yapılan yeni AKM’nin temel atma töreni. Erdoğan, 25 Mayıs 2019’da Dolmabahçe’de sanatçı ve sporculara verdiği iftarda da belirteceği gibi, yapılacak olanın opera binası olacağını ısrarla vurguluyor. Malum, DOB Laik Cumhuriyet’in saf kan kurumlarından.
Ancak sahnede ne DOB, ne de klasik Batı müziği dünyasından bir isim var. Cumhurbaşkanı ile birlikte düğmeye basanlar, Sibel Can, Orhan Gencebay, Yavuz Bingöl… Nitekim AKM’nin açıldıktan sonra ne tür bir sanat anlayışına hizmet ettiği çok kısa sürede ortaya çıkacaktır.
*TRT'nin yıllar boyu yayımladığı çoksesli müzik konserlerinin, milli ve manevi değerlerimize aykırı bulunarak kaldırılmasının üzerinden 9 yıl geçtikten sonra, 22 Şubat'ta, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın (İDSO) konseri ile yeniden yayın akışına dahil edilmesi.
Yerel seçimlere yalnızca 5 hafta vardır. İslamcılar, 2017 referandumundan itibaren, her seçimde meşruluklarının daha da azaldığını görmektedirler. Siyasal dengeler karşı kampa açılımı zorunlu kılmaktadır.
*Mart başında Devlet Opera ve Balesi (DOB) ve CSO’dakiler başta olmak üzere, üç bine yakın süreli sözleşmeli "taşeron sanatçı"nın özlük haklarının düzeltileceği müjdesinin verilmesi...
31 Mart’ta, Saray için büyük önem taşıyan yerel seçimler yapılacak; özellikle İstanbul, Ankara gibi zengin büyükşehir belediyeleriyle ilgili anketler İslamcıları ürkütmekte.
*AKP'nin İBB başkan adayı olan eski başbakan Binali Yıldırım’ın, 16 Mayıs'ta, Haliç Kongre Merkezi'ne, iftar nedeniyle ancak ikinci perdesinde yetişebildiği Yeniden Doğuş operasına gelişi...
İBB Seçim sonuçlarını iptal ettiren Saray, 23 Haziran’da seçimlerin yinelenmesine karar veriyor. Tek oyun bile önem taşıdığı seçim çalışmalarına, İslamcı aday operayı da katıyor.
*Pekinel kardeşlerin ardından, klasik müziğimizin “Harika Çocuk”larından Hüseyin Sermet’in devreye alınışı. Uluslararası kalibrelik piyanistimizin İslamcılara arka çıkmasının, İslamcı kültür siyasetinin laik cumhuriyetçi/ilerici kesim nezdindeki meşruluk sorununa çözüm getirebilecek etmenlerden biri olabileceği düşünülmüştür. 50 yıl Fransa’da yaşayıp, bunun 28’inde Türkiye Cumhuriyet’inden maaş alan, 2019 Mart’ında birdenbire Türkiye’ye kesin dönüş yapmaya karar veren “devlet sanatçısı” (1991) unvanlı Sermet, çıtayı, Pekinel kardeşlerinkine göre çok daha yukarı koymaya hazır olduğu mesajını verecektir. 6 Haziran 2019’da, yinelenecek İBB seçimlerine iki hafta kala çıkarıldığı HaberTürk TV’de, İslamcı yüreklerin yağını eritir. Laik Cumhuriyet ve Atatürk’ün kültür atılımlarını yerden yere vurur; harf devrimi, halifeliğin kaldırılması, laiklik, “müzik devrimi”, hepsini hedef tahtasına koyar:
“Atatürk Allah olmadığı için, bir kul olduğu için çok ciddi hatalar yaptı; biri harf inkılabı. Türkiye bir çırpıda 600 yıllık geçmişi sıfırladı… En büyük hatalardan biri, halifeliğin kaldırılmasıdır. Din yaşam tarzıdır. Yaşam tarzı başlı başına bir kültürdür. Dini sıfırlamaya çalışmak cumhuriyetin ilk yıllarında seküler projeydi… Atatürk’ün hilafeti kaldırmasını destekleyenler bugün Vatikan’a neden ses çıkarmıyor?” (Kübra Par’la Açık ve Net, HaberTürk.TV, 6 Haziran 2019)
Neler, neler; Laiklik, İngilizlerin bizi rahat sömürebilmek amacıyla, öz kültürümüze yabancılaşmamız için kurdukları tuzakmış; “60 İhtilali”nden sonra devşirilmiş aydınlar, emperyalizmin bilinçli ya da bilinçsiz hizmetkârlarıymış; Kanal İstanbul çok önemli bir projeymiş, mutlaka hayata geçmeliymiş falan filan.
İş müziğe gelince, kolayca öngörülebilir olanları sıralar: Sokaktaki insana “klasik besteci” adı sorulduğunda, Mozart, Beethoven, Chopin, Brahms deyip, asla Dede Efendi, Itri demeyeceği, oysa bu ikisinin “muhteşem ötesi besteciler” olduğu, kendi kültürüne karşı bu savrulmanın nedeninin, “Atatürk devrinden bu yana gelen ceberrutluk” ile açıklanabileceği, “tekses-çokses lüzumsuz didişmeleri”nin son bulması gerektiği… (A.g.y.)
Laik Cumhuriyet’in, bugün beğenmediği o “müzik devrimi”nin sağladığı olanaklar ile küçük yaşlarında yurt dışına eğitime yollanmış, oralarda kendine yer edinince, ülkesine dönmeyi aklına getirmemiş, 36 yaşında, yurt dışında yerleşik iken “devlet sanatçısı” yapılıp, maaşa bağlanmış bir “Harika çocuk”, nasıl olur da 64 yaşında, ailesinin saraylı olup, Humbaracı Ahmet Paşa’ya uzandığını ileri sürerek, Laik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının safında yer alır?
Sağlam bir nedeni olmalı.
Bu televizyon programına çıkmadan önce, Saray’ın, Sermet’e, Erdoğan’ın danışmanlarından Fecir Alptekin aracılığıyla bir “15 Temmuz” bestesi siparişi verebileceğinin ifade edilmiş olması, yeterli neden olabilir mi?
Mutlaka besteci olarak tanınma arzusuna bir türlü gem vuramayan Sermet için, beste siparişinin, şişkin egosunu okşayıcı bir işleve sahip olacağı kesindir. Ancak şaftı bu derece kaydırıp, yolun sonuna gelmiş siyasal İslamcılığın dümen suyuna girecek ölçüde kör müdür? Üstelik söyledikleri kendisinin çoksesli müzik dünyasının gayri meşrular listesine yazılmasına yol açacağından, İslamcılar açısından kullanışlı aparat olma özelliğini yitirme riski de taşımaktadır. Bunu da öngöremeyecek kadar sağduyu kaybına mı uğramıştır?
İntiharı göze aldığına göre, çok daha büyük bir pasta söz konusu olmalıdır.
Sermet, Erdoğan’ın 25 Mayıs 2019’da Dolmabahçe’de sanatçı ve sporculara verdiği iftara, doğal olarak, tıpkı Pekinel kardeşler gibi, davet edilir. Burada Erdoğan’a yanaşarak, kendisinden randevu ister. “Türkiye’ye sanat alanında çağ atlatacağını düşündüğü projesine” destek peşindedir.
6 Temmuz 2019’da yandaş basından Star’da yayımlanan söyleşisinde, Erdoğan için, “Türkiye’nin şansıdır bu lider, bunu iyi bilmemiz lazım… AK Parti iktidarının Türkiye’ye dehşetengiz faydaları oldu” dedikten sonra, kısa bir peşreve dalar:
“Türkiye’de bizim geleneksel musikimiz var. Bu musikimiz bir takım sebeplerden dolayı bir dönem radyolarda yasaklanmıştı. Bu olmuş, bitmiş bir olay. Peki bugün hâlâ musikimizin bir tarafta Fenerbahçe bir tarafta Galatasaray gibi alaturka ve alafrangacılar olarak ayrılmasının izahı var mı? Akıl ermiyor.” (star.com.tr, 6 Temmuz 2019)
Artık Saray’dan beklentisine, müziğe “çağ atlatacak” projeye geçebilir:
“Benim düşündüğüm proje sadece Türkiye’yi kapsamıyor. Biz Müslüman toplumlar arasında her şeye rağmen en ileri olanlardan biriyiz. İstanbul’da kurulacak tüm dünyaya açık ama bilhassa Müslüman ülkelerin yaratıcılığını ortaya çıkaracak bir enerjiye ihtiyaç var. Nedir bu? Dünya çapında bir orkestra kuracaksınız. Bu orkestra kurulurken kendisine güvenen Çin, Japon, Koreli’den tutun da Fransız, İtalyan neyse gelsin, bizimkilerden de kendisine güvenen varsa imtihanına girsin. Çünkü maaşı devlet kurumlarındaki gibi olmayacak ve ayrıcalıkları olacak. Ama rahat da olmayacak çalışmaları ve üretmeleri gerekecek. Oraya orkestra şefi olarak alacağınız dünya çapında isimlerin de sayısı onu geçmez. Ama bu ciddi bir bütçe gerektirir. Biz böyle bir oluşum kurduğumuz andan itibaren Türkiye’nin dünya çapında ilk defa bir sanat ve musiki merkezi olacak. Yine ilk defa evrensel ölçekte plak, stüdyo, kayıt yapılabilecek bir merkeze sahip olacağız ve onun etrafında yer alacak bir festival düzenlenebilecek. Malezya, Endonezya ve diğer Müslüman ülkelerden sanatçılar da yeni eserler üretmeye teşvik edilecek. Biz bunu yaptığımızda Türkiye dünyadaki sanat merkezlerinden biri haline gelecek… Berlin Filarmoni seviyesinde bir orkestra. Dünyanın en üst seviyedeki sanatçıları geliyorlar, en başarılı şefler yönetiyor, çağdaş ve modern musiki alanındaki yetkin isimlere besteler sipariş ediliyor, seslendiriliyor, kaydediliyor.” (A.g.y.)
Doğal olarak, böyle dev bütçeli bir işin başında kendi olacak. Eh, bu durumda, İslamcı da olunur, 750 rekât namaza da durulur. Sadrazam müşaviri büyük dedeler de bulunur. Pasta gerçekten büyük.
Yorum mu?
Caz delisi babanın deneysel müzik bestecisi oğlu zavallı Hüseyin Sermet için ne kötü bir ölüm!
*30 Eylül’de, CSO’nun sezon açılış konserinin, Pekinel kardeşlerin piyanistik ve siyasal katılımıyla yeniden Saray’da yapılması. Şef, Şeyh Rengim Gökmen.
Erdoğan konserden sonra kulise gidip, “Dileyin benden ne dilerseniz!” diyor. Zaten her şey önceden hazırlanmış. Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy yerlerini almışlar. Hep bir ağızdan, “CSO’ya kadro, Sayın Cumhurbaşkanım!” deniyor. Bir hafta içinde Maliye 33 kadro vizesi veriyor.
CSO’ya çıkan borç mu?
Laik Cumhuriyet’in getirdiği kimyasal dönüşümü terk edip, Osmanlı sarayının hanendeli, sazendeli Muzikâ-i Hümâyûn’unun genlerine sarılmak. Ayrıntıları CSO yazımızda vereceğiz.
Gedik Holding-İslamcı hükümet işbirliği
İş çevrelerinde “Hanımağa” olarak adlandırılan Hülya Gedik, babası Halil Kaya Gedik’ten (1933-2012) miras kalan holdingi tıkır tıkır işleten akıllı bir kadın. Baba da çok akıllıydı. İlk kaynak mühendislerimizden. Almanya’da kaynak konusunda devlet olanaklarıyla eğitim görmüş, birkaç yıl devlette çalıştıktan sonra, 30 yaşında, özel sektörün cazibesine dayanamayarak, hızla zengin olmanın daha iyi bir seçenek olduğunda karar kılmış: Elektrot, döküm, vana, kaynak makinesi fabrikaları… Neoliberal dönemin başlarında, 1994’te, Gedik Eğitim Vakfı’nı kurmakla birlikte, okul, üniversite filan açmak için nedense İslamcıların iktidara gelmesini beklemiş. Kritik yıl 2007’de, İslamcılarla yakınlaşıp, işbirliğine yönelmesinin ilk ürünü, aynı yılın “TBMM Üstün Hizmet Ödülü”; ardından, 2009-2010’da eğitime başlayan Pendik Halil Kaya Gedik Metal Teknolojisi ve Teknik Anadolu Lisesi ile, bir yıl sonra, 2010’da kurulan Gedik Üniversitesi.
Babasının izinden yürüyen Hanımağa, 2017 şaibeli referandumundan 6 ay sonraki bir söyleşisinde, İslamcı yönetimden gayet memnun olduğunu belirtiyor:
“Hükümetlerimiz Ar-Ge ve inovasyona çok büyük kaynaklar ayırmaktadır. Ülkemiz son 15 yılda, düşük teknolojiyle ürün üreten ülkeden, orta teknoloji üreten ülkeye dönüşmüştür. Hedefimiz, kısa sürede, orta teknolojiden yüksek teknolojiye geçmek olmalıdır… Türkiye ekonomisi seçimlerden yorulmuştur. Daha şimdiden seçimlerin öne çekilmesinden bahsedilmektedir. Ülkemizin hızla normal gündeme dönmesi ve ekonomiyi odağına alması gerekiyor… Fırsat olarak, hükümetimizin verdiği çeşitli teşvikleri ve KGF garantisini söyleyebilirim.” (thebrandage.com. 17 Ekim 2017)
Kadıncağız daha ne desin?! “İslamcı hükümetimiz teşviklerimizi, kredilerimizi bol tutup, vatana millete hayırlı kârlar elde etmemizi sağlıyor. Karıştırmayın şimdi haksızlık, hukuksuzluk, laikliğe aykırılık, seçim meçim işlerini…”
En beğendiği işadamları kimler dersiniz?
Eskilerden Vehbi Koç, yenilerden Hamdi Akın. İslamcı dönemin İDO, Şehir Hastaneleri gibi birçok yağlı ihalelerin şampiyonlarından Akfen Holding’in patronu. Hani şu Paradise Papers’ta adı geçen, vergi cennetlerindeki hatırlı off-shore hesapların sahiplerinden…
Sürpriz sayılır mı?
Peki, Hanımağanın, İslamcıların III. Şûra kararlarını ve Saray rejiminin gerekliliklerini dikkate alıp, olup biteni gayet iyi okuyarak, klasik müzik açılımı katarına binmenin akıllıca bir yatırım olacağını düşünmesi sürpriz sayılır mı?
Bir holdingci hala, bir holdingci hanımağaya demiş ki…
Hanımağa klasik müzik işine girecek ama nasıl? Bu konuya o denli yabancı ki. Çıkış noktası, elbette, her iş insanınınki gibi yalnızca para kazanmak.
İyi de, bu işten nasıl para kazanılır?
Eczacıbaşı-İKSV olayını mercek altına almak, sorunun yanıtı için yeterlidir. Klasik müzik gibi “ciddi sanat” ile ilişkilenen holdinglerin bu toplumda nasıl bir koruma kalkanı edinebildiklerinin en parlak kıdemli örneği Eczacıbaşı Holding’tir. Zaman içinde birçoğu onun izinden yürüdü. O kadar elverişli ve risksiz bir iş ki… Holdingin reklamını yaparsın; klasik müzik doğrudan “çağdaş Türkiye/Atatürk” anlam alanına eklemlendiğinden, bir ordunun sağlayamayacağı güvenlik ve meşruluk olanaklarına kavuşursun; basının, aydın çevrenin gözü kapalı desteği, faullerini, elle oynamalarını görünmez kılar; harcamaları vergiden düşüp, neredeyse bedavaya getirir, hatta kâra bile geçersin; kamuya ait kültür kurumlarının insan ve malzeme olanaklarını kullanarak, kendi markanı yaratmaya yönelir, PR’ına bol gaz verirsin; özel üniversiten falan varsa, oraya bolca öğrenci çeker, kasanı doldurursun; bazı etkili ilişki ağlarında daha kolay dolaşırsın… vb.
Çok güzel de, bu işi kim örgütleyebilir? Sonuçta Hanımağa kaynak, vana, döküm sektörünün etkili ismi. Yüksek sanat taraklarında bezi yok ki. Çok güvenilir birini bulmalı. Yani, holding-piyasa-kâr üçgeniyle organik ilişkide, ama bir ayağı da kamuda olan liberal memur biri.
Nurten Halanın yeğeni Opet Caner ne güne duruyor?!
Hem holdingci, hem DOB’çu. Her şeyiyle dönem insanı. Ver parayı, ne istersen söylesin, yapsın. Üstelik, III. Şûra’ya bizzat katılmış, havayı koklamış.
Haziran 2018 seçimlerinden sonra, Saray’ın klasik müzik açılımı hazırlıklarına yönelmesine koşut olarak, Hanımağa da girişimlerine başlar. Opet Caner’i bulmak kolay olur; Nurten Hala sağ olsun.
Sanatsal rotanın III. Şûra kararları çerçevesinde çizilmesi konusunda zaten bir tartışma yok. Opet Caner şûraya bizzat katılmış. Kuracağı ekip şûra kararlarını yaşama geçirecek uyumu gösterebilmeli.
Hiç zorlanmaz: Cemi’i Can Deliorman, Onur Türkmen, Cem Önertürk, Önder Baloğlu, Murat Erginol.
O kadar anlamlı bir bileşim, o kadar siyaset kokulu bir eşleşme ki…
Opet Caner, Şehzade Cemi’i ve Murat Erginol kamu “yüksek sanat” kurumlarının liberal memurlarından, Onur Türkmen ile Cem Önertürk Bilkent’ten, Doğramacı Holding’in liberal civcivlerinden, Önder Baloğlu ise bir ayağı Almanya’daki piyasacılardan.
2018’de kurulan Gedik Sanat, 2019 Şubat’ına kadar kurumsal bir yapıda değildir. “Gedik Üniversitesi Kültür Sanat Etkinlikleri” başlığı altında verilen birkaç oda müziği konseriyle yola çıkılır. Malum, ya Saray klasik müzik açılımından vazgeçerse? Riske değmez. 2019 başında, Saray iradesinin kalıcı olduğu anlaşılınca, Gedik Sanat, Gedik Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı çatısı altına alınarak, kurumsal yapıya kavuşturulur. İlk başta, sanat danışmanı unvanına sahip Opet Caner de, genel sanat yönetmeni makamına terfi eder.
Saray’ın, 2019’a klasik müzik açılımını sığdırma kararlılığı sürdükçe, Gedik Holding’in atılımları da sürer:
2019 Şubat’ında, Gedik Üniversitesi bünyesinde, Gedik Üniversitesi Korosu’nun temeli Volkan Akkoç ile atılır.
Gedik Radyo’da, Opet Caner’in hazırlayıp sunduğu Con Fuoco klasik müzik programı başlar.
2019 Mayıs’ında, Gedik Oda Orkestrası, Gedik Filarmoni Orkestrası’na (GFO) evrilir.
2019 Ekim’inde Gedik Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerine, Opet’in opera konulu dersi yazılır. Zaten Haziran ayında 6 yıldır ders verdiği MSGSÜ Devlet Konservatuarı Opera Bölümü’nden ayrılmıştır. Holding üniversitelerinin getirisi çok daha sevimlidir.
Cemi’i Can Deliorman rotayı çiziyor: Çağdaş sanat; alaturkalı, cazlı falan…
Bu sürecin üç figürü, yapılmak isteneni yetkin biçimde göz önüne sermeye yetiyor: Şehzade Cemi’i, Onur Türkmen ve Opet Caner. Üç figür, üç ayrı işleve koşulmuş: İlki sanatsal yön ve biçemi belirliyor, ikincisi ona beden giydiriyor, üçüncüsü ise yapılanın %100 Atatürkçü olduğuna inandırmaya çalışıyor. Sırasıyla, şef, besteci, yönetici…
Şehzade Cemi’i’den başlayalım; onun gerçek öyküsünü CSO yazımızda anlatacağız. Burada çok kısaca, neden bu oluşumun içinde yer aldığıyla ilgili birkaç veriyle yetinelim.
Şehzade katıksız bir liberal. Şu an bulunduğu yeri iki otoriteye borçlu: Borusan Holding’in finansal, İslamcıların siyasal otoritesine. İki vazgeçilmezi; holdingler ve siyasal iktidar. Bu yaşam eksenine oturmasının altında yatan, aşırı hırsına karşın, yeteneğinin oldukça sıradan oluşu. Aradaki boşluk, Şehzade’de ne ideolojik, ne de etik omurga bırakıyor. Cumhuriyet dönemi CSO tarihinin en düzeysiz, en utanç verici sayfaları onun imzasını taşıyor. Ne kadar derin bir Laik Cumhuriyet düşmanlığı, ne kadar iğrenç bir işbirlikçilik!
Anlaşılması zor değil; 1984 doğumlu; yetişmesi bütünüyle neoliberal yıllara denk geliyor. O değer ve normlara karşı denge oluşturabilecek özel yaşam olanaklarına sahip değil. 13 yaşında, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Keman Bölümü’ne giriyor. Kısa sürede, virtüöz olma rüyasının rüyada bile gerçekçi olmadığını anlayınca, zorunlu olarak şefliğe yöneliyor. Keşke müzikolojiye yönelse, ama ille sahnede olmak, görünür olmak istiyor. Sorun şu ki, şeflik yeteneği de sıradan. Tek bir kurtuluş yolu var: Bizimki gibi az gelişmiş ülkelerde çarpan etkisi çok yüksek olup, CV’de göz dolduran herhangi bir yabancı okuldan diploma tedariki. Ardından da siyasal nüfuzu yüksek birilerinin desteği. Fakat para yok. Sorunu Borusan Holding çözüyor: Avusturya-Graz Müzik Üniversitesi’nde şeflik eğitimi bursu. Okulu bırakıp, Avusturya’ya gidiyor. Sonrasında bir yıl kadar da Amerika’da geçirecek.
Bu zaman dilimi, Şehzade’nin formasyonunda üç ayaklı bir algı dünyası, dolayısıyla da, ideolojik hatları belirgin bir koordinat sistemi oluşturuyor:
1) Ülkede, müzik ile kişisel yaşamı ve oylumlu beklentileri arasında kurmuş olduğu köprünün bir kamu yüksek sanat eğitim kurumu oluşu (Anadolu Üniv. DK) ve sonrasında orada yaşadığı başarısızlık, doğal olarak, kamusal olana yönelik tepkisel bir mesafe almasıyla sonuçlanıyor. Bu, Laik Cumhuriyet’in kamusal olarak tanımladığı “yüksek sanat”a karşı çok daha liberal bir yaklaşım geliştirmesini kolaylaştıracaktır.
2) Kamusal alanda yaşadığı başarısızlık, umutsuzluk, sıkışmışlık duygusunu, kurtarıcı konumdaki holding sermayesinin (Borusan) gidermiş oluşu, Şehzade’nin liberal eğilimlerini çok daha kalıcı kılacak, kamu kurumlarının özel sermaye ile halvet olması, şirket zihniyeti edinmelerinin gereğine hepten inanmasına yol açacaktır.
3) Bu iki etmenin taşıdığı “kamusal Ortodoksluk” karşıtı yaklaşım, Graz ve ABD’de edindiği postmodern/heterodoks estetik algısıyla adeta kemikleşecektir. Graz Müzik Üniversitesi’nin, Viyana Müzik Üniversitesi’nden temel farkı, Graz’ın caz, pop gibi yüksek sanat dışı türlere daha açık oluşudur. Buna, ABD’de Pierre Boulez ile Mahler üzerine çalışıp, yüksek lisans tezini (Graz) de o etkiyle Mahler üzerine yapmış olması eklenince, hem çağdaş/deneysel müzik, hem yüksek sanat dışı müzikler, hem de mistik/dinsel olanın, neoliberal dönemde, geçerlilik ve meşruluk alanının sonsuz genişliğini ezber etmiş biri olarak ülkeye dönecektir.
İşte bu üç özellik III. Şûra’nın üç kararıyla birebir örtüşmekte, İslamcı siyasetin yüksek sanata yönelik ajandasına bütünüyle uymaktadır:
*Laik Cumhuriyet’in “ulus devlet” kavramı çerçevesinde şekillenen kamusal yüksek sanat anlayışına karşı, liberal bir anlayış. Liberalin içinde Osmanlıcı, alaturkacı, cazcı, deneyselci, mistik vb. eğilimlerin fazlasıyla yer aldığını belirtmiştik.
*Mutlak sponsorluk biçimi veya kamu malzeme ve olanaklarına yaslı özel sektör kurumsallığı yöntemiyle, özel sermayenin yüksek sanatı kuşatması.
*Disiplinlerarasılık mottosuyla, yüksek sanat ile olmayanı aynı teraziye alma, aynı sahnede iç içe geçirme.
Kısacası, Şehzade Cemi’i Gedik Holding için dört dörtlük bir seçimdir. Bir ayağı kamuda, diğeri özel sektördedir. Piyasa deneyimi ile siyasal iktidar ilişkileri çok doyurucudur: 2010-2017 arasında Devlet Çoksesli Korosu’nun başına geçirilmiş, ama eşzamanlı olarak, 2012-2013 arasında Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO) şef yardımcılığı, 2015-2017 arasında ise Bahçeşehir Üniversitesi Oda Orkestrası Müzik Direktörlüğü yapmıştır. 2017 Temmuz’unda, İslamcılar onu bu kez CSO şef yardımcısı yapacaklardır. Ayrıca, Opet ile Regnum Carya işinde çalışmış, Öztürkler Holding portföyünde de yer edinmiştir.
Böylece, Şehzade’nin GFO’nın kurucusu ve şefi olması, Gedik Holding için hem sanatsal, hem de siyasal olarak son derece meşrudur.
Nitekim Opet bu konuda açıktır:
“İlk başlarken, kurucularından Cemi’i Can Deliorman’ı anmadan yapamam. GFO için çok güzel bir kimlik ve yol çizdi bizlere… [Kurduğumuz] oda müziği topluluğu [da onun] önerilerinden bir tanesiydi. Benim gelenek ile gelecek arasında kurduğum köprüyü, Cemi’i Can Deliorman’ın sanat vizyonu çok iyi oturttu, çok iyi bir yola doğru sürükledi.” (Klasik Yolculuk, Habitat TV, 8 Nisan 2021)
Şehzade’nin Gedik Holding için çizdiği sanatsal “kimlik ve yol” nedir?
Kendisinden dinleyelim:
“Antik Anadolu’dan günümüze, birbirinden doğmuş, birbirinin etkisiyle gelişmiş ve zenginleşmiş, kimi kırılmalarla karşılaşsa bile kendini koruyabilmiş… binlerce yıllık bir ses ve söz geleneğinin mirasçılarıyız. Daima kadim tarihi ile birlikte anılması gereken bu eşsiz miras en değerli hazine. Bu değerli hazinemize, geleneğimizin ve kültürümüzün dününe ve bugününe sahip çıkmayı…
Yeni bir orkestra oluşumunun ana fikri, müzik yaşamına yenilikçi bir bakış açısı getirme amacına dayanıyor… Özgür ve cesur yeni müzik fikirlerinin doğması… farklı tınısal bir tecrübe… çağdaş müzik yaklaşımını teşvik etme arzusu duyuyoruz.”
Şehzade’nin kıvranan söylemini yalınlaştıralım:
Bilindiği gibi, İslamcıların Laik Cumhuriyet düşmanlıklarının müzikteki karşılığı, Osmanlı saray müziği olan alaturkanın “milli” kabul edilmesini sağlamaktan geçiyor. Laik Cumhuriyet, “ulus devlet”in çoksesli “milli” müziğinin kaynakları arasında, “milli” olmadığı gerekçesiyle, alaturkanın yer alamayacağına karar vermiştir. Bu nedenle, alaturka “milli”dir demek, siyaseten, “ben Laik Cumhuriyet kültürüne karşıyım”, demektir. Alaturkayı bireysel olarak sevmek başka bir şey, “milli” olduğunu savlamak çok başka bir şeydir. Biri kişisel, diğeri siyasal bir tercihtir. Sorun da burada düğümleniyor: Yüksek sanat kültür ve kurumları Laik Cumhuriyet’in meşruluğunu taşıdığından, bu alandaki kişilerin bodoslama alaturka savunuculuğuna soyunmaları, kişisel meşruluklarının tartışılmasına yol açıyor. Bundan kaçınmak için, neoliberal dönemde, daha önceleri marjinal denebilecek nitelik taşıyan bir yaklaşım rehabilite edilerek geçer akçe kılınmaya çalışılmıştır. İşte, Şehzade’nin, “Antik Anadolu’dan günümüze” diyerek tanımladığı kültürel coğrafya, “Anadolu” odaklı masum ve gerçekçi bir söylem gibi durmakla beraber, gerçekte alaturkayı “milli” ve meşru kabul ettirmek için kurulmuş entelektüel bir tuzaktır. Nitekim, “kimi kırılmalarla karşılaşsa bile kendini koruyabilmiş” denmesinden kasıt, Laik Cumhuriyet’in Osmanlı kültürüyle beraber, alaturkayı da tasfiye girişiminin başarısızlığına işaret etmektir. Alaturkanın “geleneğimiz ve kültürümüz” içinde bulunduğu kabul edilince de, “hazinemiz”in bir parçası olduğu gerekçesiyle, elbette onu korumamız gerektiği sonucuna çıkmak epey kolaylaşır.
Madalyonun diğer yüzünde, “çağdaş müzik yaklaşımını teşvik etme arzusu” yer alıyor. “Çağdaş müzik” ten kastın, atonal/deneysel alan olduğu biliniyor. “Yeni müzik” biçiminde adlandırıldığı da oluyor. İyice zıvanadan çıkmış bu saçmalığa müzik denilip denilemeyeceğinin ötesinde, asıl önemli olan, bu türün İslamcılar elinde çok elverişli bir araca dönüşmüş olmasıdır. Globalizm ve postmodern estetikle doğrudan bağlantılı bu kategori, tarihsel belleği hedef aldığından, İslamcıların Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” mirasından kurtulmak için teşvik ettikleri tüketim ürünlerinden biridir. Çünkü “deneysel” alan, “yenilikçi”, “farklı tınısal tecrübe” türü açılımlar altında, tarihsel konum ve toplumsal ses belleği ölçütlerini dikkate almadan, her türden müzikal kaynak ve biçimden özgürce ve eşzamanlı yararlanabilmeyi meşru kılıyor.
Böylelikle, Gedik Holding’in sanatsal “kimlik ve yol”u belirlenmiş olur:
“Dinleyicilerine farklı tınısal tecrübeler sunmak, bunu yaparken de, ihmal edilen çağdaş müzik yaklaşımını ve üretimini teşvik etmek.”
Ne anlama geldiğini bazı örneklerle aşağıda göstereceğiz.
Onur Türkmen çağdaş sanatı örnekliyor; alaturkalı, mistik/dinsel filan…
Bu entel kıymetimizden başka bir yazıda biraz da olsa söz etmiştik.
Özünü anımsatalım:
“İki tür besteci vardır. Müzikal olanlar ve mühendis olanlar. Matematik yazı ve müzik kuramlarına yaslanılarak besteci olunmaz, entel olunur. Enteller, genellikle, müzikal yeteneği sınırlı kişilerdir. O nedenle, daha çok deneysel müzik alanında boy gösterirler. Deneysel olanın tarihsel süzgeçten geçmiş estetik ölçütleri bulunmadığı ve orada her türden değerlendirme ancak “bireysel görecelik” ile açıklanabilir olduğundan, ortaya çoğunlukla uçuk kaçık fanteziler çıkar. Ciddiye alınabilir şeyler değildir. “Yeni müzik” dedikleri bu garabetin ne yeni, ne de müzik ile bir ilişkisi vardır. Neoliberal dönemin arkaladığı ideolojik tahkim aparatlarından olma dışında bir anlam taşımıyor. Bilkent’e yığılmış olmaları, bu açıdan, tesadüf değil.” (A.g.y.)
Siyasal bağlamına daha yakından bakalım:
Güçlü bir holdingin patronusunuz. İki ayaklı canlılar üretebilecek bir laboratuarın da sahibisiniz. İktidardaki İslamcılarla masaya oturdunuz; siz, teşvik, kredi, vergi avantajları peşindesiniz, onlar ise ülkenin kültür yaşamını denetim altında tutacak iki ayaklıların… Ortak arzunuz, neoliberal sistem ve değerlerinin sürdürülebilir olması. Sizce, İslamcılar, laboratuarınızda, hangi kültürel özellikleri taşıyan iki ayaklı bir prototip üretmenizi isterlerdi?
Yanıt zor sayılmaz: “Ulus devlet” modeline karşı, ”transkültürel” olana koşulmuş, caz-alaturka-deneysel olanı aynı potada pişiren, mistik/tasavvufi açılım ve göndermelere mutlaka duyarlı, “yüksek sanat”ın hem içerik, hem de biçim yönünden geride kalmış olduğuna inanan, müzikal malzemenin kullanımında sınır ve kalıp tanımayan, özel sektörün sanatı doğrudan denetim altına alması gereğini her türlü tartışmanın ötesinde gören, bunu da sanatın demokratikleşmesinin temel koşulu sayan iki ayaklı prototip.
Doğru bildiniz; işte o laboratuvar o iki ayaklıyı üretti. Bir de ad verdi: Onur Türkmen. Nam-ı diğer Entel Onur.
Gedik Holding’deki sanatsal yönlendiriciliğinin, milim dahi olsa, sürpriz sayılabilecek bir yönü yok. Tam tersine; bu kadar doğru bir seçim olabilir. Gedik Holding, merkez üs Bilkent Holding’den sonraki en uygun acente.
Her işin başı caz, elhamdülillah!
Neoliberal yılların başında, 90’larda, ABD’de, Berklee College of Music’te caz besteciliği eğitimi alıyor. 1998’de bitiriyor. Çok hesapçı; “olur da müzikte biri olamazsam, bari elimde bir meslek olsun”, diyerek, İTÜ çevre mühendisliği diploması da alıyor. İslamcıların iktidara geldiği yıl, 2002’de, İTÜ-MİAM’da lisansüstü eğitime başlıyor. Malum, burası çağdaş/deneysel müzik hali. Zaten bizimkinin de cazdan anladığı “free jazz”, hani şu “ses”in notadan daha önemli olduğu, müzik dışı seslerin de müziğe dahil edildiği, “free improvisation” ayağı ile, 60’ların ortasında uç verip, neoliberal dönemde resmiyet kazanan, ideolojik ve estetik olarak bütünüyle anti-Sovyetik Soğuk Savaş kırbacı. Yani, çağdaş/deneysel kümesin tavuğu. Nitekim Entel, önceleri, kendi adlandırması Anahata Project ile, Berklee College of Music’ten tanışı free jazz davulcusu Şenol Küçükyıldırım beraberliğinde “jam session”lar kotarır (2005). Anahata, uzakdoğu dinlerinde kalp çakrası anlamına geliyor. Dedik ya, mistik/kozmik kategori neoliberal kültürün ayrılmaz parçasıdır.
Ancak zaman içinde, cazda biri olamayacağını anlıyor; sınırlı bir yetenek. Oradan uzaklaşmaya başlıyor. İdeolojik konumlanışından değil, eyleminden:
“Hem bestecilik yapıp, hem caz müzisyenliğini sürdürmek benim için devam ettirilemez bir konumdaydı. Yani bunu bir doğru olarak koymuyorum ortaya ama benim için doğrusu buydu. Ve aslında artık caz müziğine inanmıyordum, sevmiyordum da. Ciddi bir kopuş yaşamıştım.” (Sol Haber, 9 Mart 2014)
Kopuşun diğer bir nedeni siyasal; bu sırada, İslamcılar kalıcılık yönünde giderek daha belirgin adımlar atmaya başlıyorlar. Doğal olarak, Entel Onur’un da, Uzakdoğu dinselliğinin İslami boyuta aktarılmasının kişisel kariyeri için daha elverişli olacağı sonucuna varması zor olmuyor. Ne de olsa mühendis; hesap adamı. İTÜ TMDK’nın ve MİAM’ın demirbaşlarından alaturka kemençeci Nermin Kaygusuz’un teşvikiyle ney üflemeye karar veriyor. Gerisi çorap söküğü: Alaturka, makamlar, tasavvuf, Osmanlı…
2009’da doktorasını tamamlıyor. 2007’den itibaren İslamcıların Laik Cumhuriyet’e açtığı silahlı Ergenekon savaşına, Entel Onur doktorasıyla müzikal destek sağlıyor: “Contemporary Instrumental Techniques Applied To Turkish Music Instruments Kemençe, Ud, Kanun, Ney.”
Neden İngilizce?
Çünkü MİAM’da, İslamcıların iktidara geldiği yıl, 2002’de açılan doktora programının dili
İngilizce.
Tamam da neden?
Sokaktaki pizzacının, ayakkabıcının, bazlamacının tabelası neden İngilizceyse, o da…
Anlaşıldı, anlaşıldı!
Ama yine de bir kıymık kaldı: Entel, tezinin başlığını Türkçeye şöyle çevirmiş: “Çağdaş Çalgı Tekniklerinin Kemençe, Ud, Kanun, Neye Uyarlanması”. Neden “Türk Müziği Çalgıları” kısmını çevirmemiş? Sakın “Türk müziği (alaturka) Batı müziği diye bir ayrım yoktur, müzik müziktir” neoliberal yaklaşımının izdüşümü olmasın! Yabancılar iç piyasaya dönük bu türden ideolojik çıkışlara gülüp geçeceklerinden, İngilizcesinde, “Turkish Music Instruments” yer alıyor. Öte yandan, Entel, gizleyemediği Osmanlı hayranlığını yazım kurallarına da yansıtıyor. Türkçedeki ut sözcüğünü, muhafazakâr yoldaşları gibi, Osmanlıca ud yazmayı yeğliyor.
Tez danışmanı, tasavvuf bendelerinden Şehvar Beşiroğlu. Tez jürisinde, elbette, Nermin Kaygusuz da var.
Caz kökeni ile alaturka arasında kurduğu ilişkinin ideolojik içeriği, içinden geçtiğimiz dönemin siyasal güvecine son derece uygun. Bu işin İTÜ’de yapılmış olması da tesadüf değil. 12 Eylül rejimi konservatuarları üniversitelere bağlama kararı aldığında, o sıradaki tek alaturka konservatuara talip olan İTÜ olmuştu. İTÜ TMDK’dan sonra (1976), MİAM (1999), liberal gericiliğin müzikal alana yansısına yeni bir boyut ekledi: Madem alaturka, Klasik Batı müziği ile doğrudan yan yana gelemiyor, o halde, çağdaş/deneysel olan içinden bir kapı açmaya çalışalım:
“Çalışmanın temel amacı çağdaş müzik alanında eserler veren besteciler ile Türk Sanat Müziği geleneğinden gelen müzisyenlerin iletişimlerini güçlendirecek ortak terminolojinin oluşmasına katkıda bulunmaktır” (Onur Türkmen, Contemporary Instrumental Techniques Applied To Turkish Music Instruments Kemençe, Ud, Kanun, Ney., Doktora tezi, İTÜ Sos. Bil. Enst., s. XXIX)
Cazdan makama, oradan Osmanlı’ya tasavvuf üzerinden…
Osmanlı’ya pek düşkün olan Entel Onur, Osmanlı hat sanatından esinle, Hat adını verdiği bir besteleme yöntemi geliştirdiğini ileri sürerek, makamların yenilikçi bir anlayışla çağdaş müzikte kullanılabileceğini, yanı sıra, alaturka sazlar ile Batı çalgılarının bir arada pek hoş tınladığını filan söyleyerek, İslamcıların gönlüne tırmanmayı hedefler. Bir Sovyet yüzyılı olan XX. yüzyılın tarihsel belleğinin silinmesine programlı neoliberal ideoloji için dört dörtlük bir proje.
Globalleşen dünyada Laik Cumhuriyet’in müzik ve yüksek sanat anlayışının geçerliliğini yitirdiği, alaturkanın has müziğimiz olduğu, müzik türleri arasında hiyerarşi bulunmadığı, müzikte her türden kolajın meşru olup, özgün sayılabileceği vb. yollu içeriklerle, 2004-2007 arasında ders verdiği liberal Bilgi Üniversitesi’nden, kritik tarih 2007’de Doğramacı’nın Bilkent Holding’ine transfer olur. Cennetini bulmuştur. Saray rejimine geçme kararı alındığı yıl, 2017’de, dekan yardımcısı yapılacaktır.
İslamcı rejimin yerleşip, baskıyı arttırmasına koşut olarak, alaturka da resmi müzik sıfatı kazanmada yol almaya başlar. İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun, 10 Ekim 2012’de, Ergenekon zaferinin ilan edildiği yılda, Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu adını alarak, CSO’nun konumuna eşdeğer kılınması, sürecin doruk noktasıdır. Sonrasında hızla yayılan “alaturka-senfoni” bulamacıyla, her boyutta alaturka-Batı çalgıları birlikteliği türünden siyasal zorlamalar…
Entel bu sürecin azılılarındandır:
Music for Kemençe Quintet (2010), Hat for Kemençe and Strings (2011-2012) -Bu bestesi, Türk musikisi teorisi ile tonal müzik teorisinin nasıl yan yana gelebilir oluşunun manifestosu niteliğindeymiş-, Minyatür (2012) (Kemençe, alto kemençe), 5 Short Pieces for 4 Musicians (2012) (Ney, kemençe, çello, kanun), Havuz (2013) (Kemençe, mikrotonal gitar), Reminiscences for Kanun and Piano (2013), Sailing to Byzantium (2014-2016) (Kemençe, ney, saksofon, trombon, keman ) vb.
Böylelikle, alaturkanın değil aşağı olmak, Batı’nınkinden fazlasına bile sahip olduğunu kanıtladığı gibi, onu icra etmek için birbirlerini çiğneyen gâvurlara, yüzlerce yıllık tonal enstrümanlarını mikrotonale çevirme koşulunu da kabul ettirmiş olur.
Ya mistik/dinsel ayak?
O artık bir tasavvuf bendesidir:
“Batı dünyasının bize kurguladığı özne ve nesne çatışması yerine özne ve nesnenin aynı düzlemde olduğu ve birbiriyle ilişkiye girdiği bir süreç tarif ediyorum… Ben özne ve nesnenin devinimsel bir ilişkisinin peşindeyim… İnsan bir şekilde kendisini doğanın içinde arıyor. Ve bu aslında bizim tasavvuf geleneğindeki vahdet-i vücutla da özdeşleşiyor... Yani biz, doğayla ve zamanın kapsayıcılığıyla hep özdeş yaşıyoruz. Bazen kendimizi koparsak da öyleyiz... Çünkü bizim yaşadığımız evrende bir tane gerçeklik var o da, şu masayla, ben, sen... aslında hepimiz eskiden aynı maddedendik… Bizim tasavvuftaki vahdet-i vücut da onu söylüyor, modern fizik de bunu söylüyor… Darwin’de biraz bizim geleneğin ayrıldığı bir yer var. Batı geleneği özellikle 19. yy. ortalarında ve sonlarında asıl evrenin iç dünya olduğu ve kötü olduğu fikri çok yaygın. “Evrende ahlâk yoktur” söylemi yaygın meselâ... Darwin de aslında biraz ona dayanıyor değil mi özellikle “ahlâk yoktur” teorisi üzerinden. Ben evrenin iyi olduğuna inanan birisiyim. Evrenin de aklı olduğuna inanan birisiyim. “Hepimiz aynı özden geliyoruz”la biraz özdeşleşiyor. Evrenin içinde bir akıl vardır yani.” (Sol Haber, 9 Mart 2014)
Laik Cumhuriyet için o uğursuz yılda, 2007’de, Mevlana’nın Mesnevi’sinden dizeler besteler: Vecd. Ardından Mevlevi ayinlerinin analizine filan girişir. Ayin deyip geçmeyin; alaturka zihniyet dünyasının organik uzantısı olarak, Hat’ın yanına “Ayinsel drama” adlı bir mistik altyapı eklemekte gecikmez. Bunların sanatsal değer taşımaktan çok, ideolojik ve siyasal çıkışlar, yer kapma çabaları olduğunu daha önce belirtmiştik. Kozmik Beyhan’ın modern dans bağlamında Mevlevi mistisizmi köpürtme işini anımsatalım.
Önce, Sailing To Byzantium. İrlandalı sembolist şair Yeats’in aynı adlı şiiriyle, bizim sembolist Ahmet Haşim’in dizelerinin, alaturka ve “yeni müzik” çorbasıyla takdimi. Irish Culture’ın 7500 euro para desteğiyle.
Ayinsel drama ve Entel’in yeteneğiyle ilgili fikir edinebilmek için, ilk 10 dakikalık bölümü dinlemek yeterli.
2018’de, bu kez Songs from a Circle adlı ayinsel drama ile Hollanda’daki Eduard van Beinum Vakfı’nın desteğini alır. Bu ucubeyi, Soğuk Savaş yılları liberal kültürünün kırk yıllık ayak kokulu söylemleriyle pazarlar: Eklektizmin bütünlüğü sağladığı, gerçekliğin yanılsama olduğu, zıt kutuplarda olanların aslında öyle olmadıkları falan filan. Tarihsel bağlam ve zamanın belirleyiciliğine posta koymak için birbirlerine lehimlediği şiirlere sarılır; Hafız’dan, Chu Yuan’dan ve P.Shelley’den.
Meraklısı için linkini koyalım.
Entel Onur yükseliş trendinde…
2018 yılı önemli; Ülke, Saray rejimine geçerken, Entel Onur da Gedik Holding ile ilişkileniyor. Tesadüf olmalı. Şehzade Cemi’i’nin Ankara’daki dostlarından, aynı müzikal tencereye kaşık salladığı Entel, yine bir tesadüf sonucu olmalı, Damacana Serhan’dan, 2018 Donizetti-Yılın Bestecisi ödülünü alıyor. Bu ödüllerin nasıl verildiği, Beyoğlu Belediye Başkanı İslamcı Misbah Demircan’ın bu işteki belirleyici rolü, Damaca’nın holding lafı duyar duymaz koku izi sürmeye başladığı, bunun ödüller ile ilgisi; hepsi bilinen gerçekler. Ödüllerin müzik ile sınırlı ilişkisine karşın, siyaset ve para ile ilişkisinin sınırsızlığı da bilinen diğer bir gerçek.
Entel’in 2017’den itibaren İslamcılar nezdinde iyiden iyiye sağlamlaşan meşruluğuyla, Nermin Kaygusuz ile yıllardır sürdürdüğü işbirliğinin kurumsal kimlik kazanması, yani, “artistic director”ı (sanat yönetmeni) olduğu NK Ensemble’ın kuruluşu, yanı sıra 2018’de Gedik Holding’e dahil oluşu, birbirlerine neden-sonuç ilişkisiyle bağlı gelişmelerdir. Damacana için ise fazlasıyla yeterli müzikal ödül kanıtlarıdır.
Nermin Kaygusuz adlı alaturka kemençeci kıymetimiz, belirttiğimiz üzere, İTÜ TMDK çıkışlı olup, orada eğitmenlik ve yöneticiliğin hemen her basamağında bulunmuş biri. Hem çalıyor hem söylüyor. Epey de becerikli; “Muallim İsmail Hakkı Bey ve Musiki Tekâmül Dersleri” başlığını taşıyan bir kitabı bulunduğu gibi, kurmuş olduğu topluluklar da var: Âvâze Türk Müziği Kadınlar Topluluğu, Nazenin, NK Ensemble… Zavallının alaturkanın modernleşmesi düşü peşinde girmediği kılık kalmadı. Bazıları gerçekten “güler misin, ağlar mısın” dedirten cinsten. 17 Mayıs 2017’de, Uluslararası İstanbul Barok Festivali kapsamında, İstanbul Barok topluluğunun verdiği konser bunlardan biri. Klavsen, alaturka kemençe, blok flüt, keman, bendir ve bir de şu mantık: “Batı’daki barok dönem müziğiyle, bizdeki arasında ne fark olabilir ki? Aynı yüzyıl, aynı müzik. Müzik her yerde müzik. Laik Cumhuriyet’in yapay gündemi olan tekses-çokses, Doğu-Batı ayrımı zorlamaydı. Aynı konserde ikisini de çalıp, yılların yanlışlığını giderelim.” Böylece, Handel, Scarlatti, Telemann, Bononcini, Hasse, Caldara ve Porpora’nın yapıtlarının arasına Zaharya (Kürkçü Mîr Cemil) ile Ali Ufkî Efendi’ninkiler yerleşiverirler. Müzik sorunumuz layıkıyla çözüme kavuşmuş olur. Zaten Nermin Hanım, aynı topluluğun 2011’de çıkardığı “Osmanlı Barok” CD’sinde de Nazenin ile yer almamış mıydı?
29 Mayıs 2018’de, Ankara Erimtan Müzesi’nde, NK Ensemble’ın “Makamın Çağdaş Yüzü” konseri; kemençe, ney, viyola, viyolonsel eşliğinde A. Haşim ve Tanpınar’dan dizeler, bir de segâh ve nikriz taksim, Entel’in 6 Minyatür Hat başlıklı yapıtı ile 4 genç Bilkentlininkiler…
Saray rejimi seçimlerine bir aydan az bir süre vardır. Herhalde ön kutlama.
Sonbaharda Gedik Holding’e davet.
Laik Cumhuriyet heyulasından kurtulmanın yolu soldan geçer
Geriye kaldı o lanet sorun: Nasıl yapılır da, Laik Cumhuriyet’in dışladığı “alaturka/makam/Osmanlı” triosu, onunla çelişik değilmiş gibi paketlenip okutulabilir?
En kestirme yol, ilerici/solcu görünmek.
Nasıl?
İlk adımda, caz, atonal/deneysel müzik, ilerici/sol estetik ve duyarlılığa yamanabilir. Nasıl olsa artık Sovyetler yok. Ortalık liberal solcudan geçilmiyor. Onlar da zaten bu salatalara hayran.
Yahu kim inanır? XX. yüzyıl müzik tarihinin onda birinden haberdar olan bile gülüp geçer.
Yanılıyorsun. Özellikle bizimki gibi tarihselci/Ortodoks reflekslerin gelişmemiş olduğu ülkelerde, komünistim diyenin caza, alaturkaya ya da deneysele arka çıkması yadırganmaz. Ayrıca, liberal söylemin esnekliği dillere destandır. Örneğin, cazın Amerikan kültürü ile ilişkisi fazla mı göze battı, hemen deneysel alana ait “free jazz”ı ayırıp, ilkini “zencilerin beyazları eğlendirmesi”, diğerinin ise buna isyanı filan gibi pazarlamak. Ya da, deneyselin Tanrısı John Cage’i, “yine de öznellik-nesnellik çatışması ekseninden çıkamamış” deyip, yeterince ilerici/devrimci bulmamak. Veya makamların belirli bir merkez ve yapı oluşturmadan birbirlerine geçiş sağlayan, bu yolla da çok katmanlı bir zaman ve mekânsallık ile, kalıpçı, otoriter, merkezci yapılanmadan uzak, özgürlükçü falan filan…
Ama iş Laik Cumhuriyet ve “müzik devrimi”ne gelince ne olacak? O kadar açık ve seçik ki; alaturkanın Osmanlı kültürünü temsil ettiği, bu nedenle geri ve gerici olduğu, “milli” envanterde asla yer alamayacağı…
Haklısın. En şizofrenik, bir o kadar da komik olanı, bu tiplerin Laik Cumhuriyet/Atatürk ile müzik konusunu yan yana getirmek zorunda kaldıkları metinlerdeki kıvır kıvır söylemleri. Hep aynı yapıdalar: Önce Atatürk övgüsü, ardından usulca Osmanlı-Laik Cumhuriyet kopuşunu göreceli kılma, sonra, “müzik devrimi”ne yönelik utangaç düzeltme, en sonunda da, “ne olur ne olmaz” teminat poliçesi olarak, makam ile Osmanlı’yı birbirinden ayırıp, “Tamam, Osmanlı olmasın ama makam olmalı” biçimindeki şizofreniye bağlama.
İyisi mi, doğrudan Entel’in kıvranan söyleminden izleyelim:
“Cumhuriyet Devrimi’nin yaptığı kültür hareketlerini aslında iki ayrı durumda değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. 1920’lere, ‘30’lara baktığımız zaman Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği kültürel değişime baktığımızda... öncelikle şunu söyleyeyim M. Kemal’in kafasının hiç karışık olmadığını görüyoruz. Çok net! Kafasının netliğini de şöyle açıklamak isterim: Ulus-devlet kurmak istiyor. Ulus-devlet bir uluslararası projedir. Uluslararası projenin var olabilmesi için siz, kültürel politikalarınızı uluslararası dünyada var olabilecek şekilde yapmak zorundasınız. O yüzden, o dönemin konjonktürü içerisinde baktığımızda bence yaptıkları çok doğrudur. Ayrıca şunun da altını çizmek isterim bir dönem Türk müziğinin yasaklandığı gibi tartışmaları düşününce o döneme çok iyi bakmak gerektiğini düşünüyorum. Evet bir dönem yayın yasağı konulmuş. Bunun da altını çizmek gerek sadece bir buçuk yıl kadar yayın yasağı yapılmış. Ama şunu söylemek acımasızlık olur: Türk Müziğinin iki patronajı vardı Osmanlı döneminde. Birincisi saray, ikincisi tarikatlar. İkisi de çağdaş bir Cumhuriyet arayışında varlıklarını sürdüremezlerdi. Çünkü siz birey yaratmak istiyorsunuz, bunları yok etmek zorundasınız. Evet bu iki patronaj da kesildi. Ama Türk müziğinin ölüme terk edildiği çok doğru değil. Çünkü Türk müziğine patronajlık yapan en önemli kurum TRT olarak devam etti. Yine devlet bünyesinde çeşitli saz heyetleri, konservatuarlarda araştırma heyetleri kuruldu. Yani devlet Türk müziğine patronluk yapmaya devam etti.
Şimdi bu noktada Geleneksel Türk musikisindeki prestij kaybının 19. Yüzyılda Osmanlı sarayında başladığını görmek gerekir. Buradaki sözlerimden bu müziği Batı müziğinden daha aşağı gördüğüm gibi bir anlam asla çıkmamalıdır. Benim makam müziğine olan hayranlığım sanırım kendi müziğimde net bir biçimde ortada.
İşte Atatürk… her alanda olduğu gibi kültür alanında da güçlü söz sahibi bir ülke olmak istedi. Dünyayla aynı dili konuşan ancak gücünü kendi toprağından alan bir kültürel politika yaratmak istedi. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ancak kabul etmek zorundasınız çok başarılı oldu. Çok kısa bir süre içerisinde pek çok savaştan yoksulluk içinde çıkmış bir toplumdan dünyada söz sahibi besteci, orkestra şefi, romancı, ressam yetişti… Dikkat edin Mustafa Kemal’in kültür politikalarını fazla batıcı bulan İslamcı ve liberal aydınların ülkemizin iktisadi anlamda batıya teslim olmasına hiçbir zaman itirazları olmamıştır. Bu çok derin bir çelişki değil midir?” (Sol Haber, 9 Mart 2014)
Uvertür olarak, Laik Cumhuriyet/Atatürk kültür politikasının övgüsü. İslamcı, liberal aydınlara eleştiri. İlerici/solcu kimliği kaptık. Şimdi yavaş yavaş zehri zerk etmeye başlayabiliriz. Önce, Osmanlı ile Laik Cumhuriyet’in devamlılığını klasik Batı müziği üzerinden usulca sağlayalım:
“Cumhuriyet’ten önce Osmanlı sarayında, İstanbul’un seçkin çevrelerinde zaten var olan opera, oda müziği, modern edebiyat Atatürk’ün yaptığı aydınlanma devrimleri ile Anadolu’ya yayılmıştır.” (A.g.y.)
Şimdi de Laik Cumhuriyet’in başta “müzik devrimi”, kültür anlayışını ürkütmeden düzeltip, Osmanlı’yı rehabilite edecek biçimde yeniden formüle edelim:
“Bence bugün bizlerin yapması gereken Cumhuriyet’in dünyayla aynı dili konuşan bakış açılarını benimseyip kendi toprağımızın değerlerine 1930’lu yılların bakış açılarına göre daha soğukkanlı ve yapıcı olarak yaklaşabilmek. O yılların devrim heyecanı ile bugün bizlere çok doğru gelmeyen adımlar da atılmış olabilir. Ancak Cumhuriyet’in kurduğu zemin üzerinde divan kültürüne daha nesnel yaklaşabilen, Anadolu’nun tüm kültürel renklerini kucaklayabilen çalışmalar yapabiliriz.” (A.g.y.)
Nasıl yani, Laik Cumhuriyet’in kültür zeminine, Laik Cumhuriyet’in gerici ve “gayri milli” kabul ettiği divan kültürü mü aşılanacak? Bunun olanağı yok ki.
Teminat poliçesini masaya sürme zamanı geldi:
Aman yanlış anlaşılmasın; divan kültürünün bileşenlerinden biri olan makam aşkı ve kullanımının, Osmanlı kültürüyle doğrudan ilişkisi yok. Solcu Entelimiz makamı yalnızca bellek tazeleme (“anımsama”) aracı olarak kullanıyor. O bellek, zorunlu olarak Osmanlı’ya çıkacak “tarihsel” ya da “toplumsal” değil, yalnızca bireysel, bir de tüm insanlığı içeren bir bellek. Kültürler ötesi. Bu nedenle, makamların insanlığa dair önemli şifreler içerdiğine inanıyor. Osmanlı’yı falan çok aşan şifreler bunlar. Yani, Entel, milyonlarca yıllık insanlık tarihinin makam adlı “ses arketipine” gizlenmiş şifrelerinden bahisle, çok yüce ve mistik bir boyuttan konuşuyor, Doğu-Batı ayrımı olmaksızın bütün insanlığa makam müziğiyle dokunabileceğimizi söylüyor, birtakım sığ insanlar ise makamı, incir çekirdeğini doldurmaz Osmanlı-Laik Cumhuriyet kavgasının mezesi yapıyor. Oysa bizim bu şifreleri çözmekte, örneğin bir “Rus’a göre”, çok daha avantajlı oluşumuz, kültür kodlarımızın yarattığı bilinçaltımızın soyut olmasından kaynaklanıyor. Nasıl mı? Çünkü camilere girdiğimizde, kilisedeki gibi resim, heykel filan olmadığından, mekân ve zaman algımız soyut kalıyor. Bu da Osmanlı, Selçuklu falan gibi ufak tefek ayrıntıların üzerinden kolayca atlayıp, Jung’çu bir bakış açısıyla…
Bizim gibi sıradan, entel olmayan fanilerin aklına takılabilir; Bayağı gizli bu şifrelerin, sol aromalı, belki de komünist filan olma olasılıkları..?
Dur bakalım ne diyor:
“İnsanın ortak birikimi ile iletişime geçmek istedim… tekrar hatırlamayla ilgili bir müzik yapmak istedim. Aslında makamla olan ilişkim de öyle bir ilişki. Direkt bir kültürel referanstan çok, işte "ben Osmanlı’yı hatırlıyorum, o kültürle ilgili bir şey yapıyorum" gibi bir şey değil kesinlikle. Hatırlamak üzerine bir müzik. Çünkü makamların, insanlığın kültürel hazinelerine, insanlığa dair önemli şifreler içeren aracılar olduğunu düşünüyorum. Ve onunla ilişkiye girdiğim zaman geçmişle, kendi geçmişimle ilişki kuruyorum. Çok hatırlıyorum... Meselâ Zeki Müren’i ne kadar sevdiğimi bu “Hat” müziğiyle tekrar hatırladım. Çünkü Zeki Müren bizim kuşağımız ve sonraki kuşaklar içinde alay edilen bir figürdür. Ama 1960 öncesi Türkiye’sinde yapılmış olduğunu düşününce ne kadar muhteşem bir müzik olduğunu görebiliyorum… Safiye Ayla’yı, Zeki Müren’i hatırlıyorum… Bu anlamıyla ben bir yaratıcı ya da daha doğrusu şahsiyet olarak makamla yani nesneyle ilişkiye girdiğim zaman, onu alıp bir yapının içine entegre etmeye çalışmıyorum. Onun bana söylediklerini iletmeye çalışıyorum biraz da… Makamlarla çalışmamın Osmanlı’yla, Selçuklularla filan hiç ilgisi yok. Tam tersine makamları kullanıyorum çünkü insanlığın özüne doğru bir ilişkiye girmenin aracı olarak görüyorum… Makamı alıp içine entegre etmek istemiyorum sesleri. Ben onun kapısına gidip, onunla ilişki kurmaya çalışıyorum.” (A.g.y.)
Anladınız, değil mi?
Benim anladığım büyük olasılıkla sizinkinin yanında epey teneke kalacak: Makamlar insanlığın özünü ilgilendiren şifreler taşıyorlarmış. Bu şifreleri çözebilmenin yolu, makamın kapısına gidip, onunla, itip kakmadan ilişki kurmaya çalışmakmış. Bu işi de en iyi yapan Zeki Müren’miş. Onun için dışlanmış, alay edilmiş. Sol, dışlananın, alay edilenin yanında olduğuna göre, makamın da…
Billahi kafam karıştı; “yeni müzik”e “yeni sol” bu olmalı.
Tabii, İslamcı “yeni Türkiye”ye de.
Laik Cumhuriyet ile “Divan kültürü”nü, yani, Osmanlı’yı barıştırmak! Yüzlercesi gibi, liberal Entel’in de koşulduğu misyonun adı bu. Zavallılar, buna kimsenin gücünün yetmeyeceğini, tarihin mahkûm ettiğine asla af çıkmayacağını bilmiyorlar. Bunlar Amerika’da öğrenilmez ki…
Birkaç yıl sonra, İslamcıların Laik Cumhuriyet kuşatmasını hepten daralttığını gözlemleyince, Entel Onur’un dili de nihayet şizofrenik çarpıntılardan kurtulup, 2020’deki Nasıl Dinlemeli? adlı dijital programlarda liberal saydamlığa kavuşuyor:
“Ulus devlet dönemi bitti; sanat müziği, yüksek sanat kurumlara hapsolmuş durumda, kitlelerden uzak; yapay zekâ, dijital çağ yüksek sanatı demokratikleştirecek, kurumları eritecek… Para olmayan yerde sanat olmaz… Yeni müzik için Ahmet Haşim ve İkinci Yeni şiiri çok uygun. Daha önce Haşim ve Yeats’in şiirlerini kullandım. Bana neden Nazım Hikmet’i yapmıyorsun diye soruyorlar. Bunun için kendime yakın bulmam gerek… vb.”
İnanması ne kadar zor değil mi; bu oğlan yakın zamana kadar solcu/sosyalist ayaklara yatıyordu. Kim bilir, belki de hâlâ yatıyordur. Burası Türkiye!
Bu bagaja sahip birinin Gedik Holding’in başı üzerinde yeri olmaz da kimin olur!
Opet Caner kiri Atatürkçülükle sıvamaya çalışıyor; edepsizlik, arsızlık filan…
Şehzade ile Entel’in Gedik Holding’e “deneysel müzik” kimlik kartı edindirmelerini nedenleriyle anlattık.
Peki, yönetici koltuğunda oturan Opet’e düşen nedir?
Gedik Holding’in bu girişiminin yüzde yüz Atatürkçü olduğunu kanıtlamaya çalışmak.
Neden?
Dedik ya, bu ülkede çoksesli müzik alanında at koşturanların, tarihsel zorunluluk olarak, Atatürkçü olmak ya da öyle görünmek gibi bir meşruluk sınavını vermeleri gerekiyor. Vermek istemeyen veya veremeyenlerin durumuna en güzel örnek Hüseyin Sermet’tir. Düştüğü durum ortada. Pekinel Kardeşler, Hakan Aysev türü Saray kuşları bile bu konuda ayaklarını frenden hiç çekmezler. Bedelinin ağır olacağını bilirler.
Hele fonda kâr/PR salyalı holdingler, sahnede ne idiği belirsiz, kuyruksuz kulaksız müzik-dans, direksiyonda fare yetenekli fil hırslı, ama derin cepli paragözler varsa… O malın müşterisi hiç olmaz. Muhalif basının holding sevdalısı kalemlerinin bile köpüğü kâr etmez.
Başka türlü pazarlamak gerekir.
Nasıl?
Ancak Atatürkçülükle…
Şaka mı? Dandik “deneysel”i klasik Batı müziği diye kakalayıp, içine de makam filan tıkıştırıp, Osmanlıcılık yaparak mı?
En iyisi, bu işte kaşarlanmış bir bilene sormalı.
Kime?
Elbette, Vale Gürer’e.
Sayın Prof. Gürer Aykal’ı çağırıp, her zamanki tiradlarından birini, örneğin, “Atatürk, müzik devrimiyle bugün bizim varlık nedenimizdir”i patlattırıp, “Atatürkçülük de bu kıymetli holdingimizin yaptığının aynısıdır” dedirtilse, güzel bir başlangıç düdüğü olmaz mı?
Emin misin? Gerçi koşa koşa gelir ama, Vale’nin kredisi biteli çok oldu; Doğramacı’nın gülü, FETÖ’nün ödülü, Saray’ın başrolü… Takkesi çoktan düştü. Zikirli, ilahili, İslamcı Sinan operasına baget sallaması tüy dikti. Epeydir İslamcılığı Atatürkçülüğün mütemmim cüzü kabul ediyor. Ne yararı olabilir ki; kendine hayrı yok.
Tamam da, başka da çare yok. Kalanını Opet halletsin; mitolojiden filan bir şeyler uydursun işte. Dünyanın parasını veriyoruz.
'Vale Gürer-Opet Caner-mitoloji' üçgeninde Atatürkçü sanat
Opet Caner’in kendini nasıl tanımladığını biliyor musunuz?:
“Bu kadar çok analitik düşünmeye çalışan, analiz ve çözümleme üzerine çalışan bir beyin… Birden fazla dili konuşabilen ve ona hâkim olan bir bilinç.” (Hukuk ve Eğitimde Sanat, Gedik Üniversitesi, Youtube, 18 Ekim 2021)
Durum bu olunca, haliyle, beklenti de büyük oluyor.
İşte bu analitik beyin, Gedik Holding için, müthiş bilinçli ve yaratıcı bir PR söylemi geliştirecektir. Bunu başarabilme nedeni ise matematik okumuş olması:
“Üç yıl, A.Ü.Fen Fakültesi’nde matematik eğitimi aldım ve benim için çok belirleyici oldu. Düşündüğüm sanat kuramlarını oluşturmakta ve bunların devamlılığını sağlamakta oldukça fazla etkisi var. Türkiye’de basamaklı ve sistemli sanat oluşumlarının gelişmesi oldukça önem arz ediyor.” (A.g.y.)
Acaba hangi “sanat kuramları” söz konusu? “Deneysel”i temellendiren neoliberal kuramlar mı? Herhalde “Benim geliştirdiğim sanat kuramı; çok özgün” diye ortaya çıkacak hali yok. Hoş, burası Türkiye ama yine de… Öte yandan, “basamaklı ve sistemli sanat oluşumu” da ne ola?
Neyse, bunlar matematik bilgisi gerektiren zor konular. Bakalım nasıl açıklıyor:
“Bu bağlamda, Gedik Sanat oluşumu benim için çok heyecan verici… Gedik Sanat’ın oluşum süreci ve İstanbul Gedik Üniversitesi’ndeki sanat bilincimizin, ateşimizin doğuşu başladı… En büyük ışıklarımızdan biri 10 Kasım 2018 tarihinde ‘Atatürk ve Çoksesli Müzik’ adlı söyleşiyle Gedik Sanat’ın ateşini yakmış olan Gürer Aykal Hocamız başta olmak üzere… Çünkü klasikleşen, topluma ve dünyaya mal olmuş insanları tanıyabilen bir toplum yaratabilmek, aydın bir Türkiye’yi yaratacak. Benim amacım bu. Gedik sanat neden doğdu düşüncesi de buradan doğuyor.” (A.g.y.)
Şimdi anlaşıldı! Meğer “basamaklı ve sistemli sanat oluşumu”, yüksek sanata holding bulaştırmanın, yani, piyasacılığın meşru söylemsel formülüymüş. “Aydın bir Türkiye” yaratmanın yolu da buradan geçiyormuş.
İyi de bunun için matematiğe gerek yok ki; esnaflık, işletmecilik yeter.
Sen öyle san! Ya işin “kuramsal” boyutu?:
“Ateş, kaynak, döküm konuları bizim metaforumuz. Ben de üniversite ile ilgili hemen bir kuram oluşturdum; bu bahsettiğim matematikten gelen analitik basamaklı düşünen, kendi içimdeki yapıyla: Hephaistos ateş tanrısı. O, ana ikonumuz olsun, dedim. Prometheus da Hepaistos’un kazanından kıvılcım alıp, insana bilim, sanat ateşini, aydınlığın ateşini veren Prometheus’u da aktif ikonumuz yapalım. Eğer bilim ve sanatı Prometheus olarak alırsak, üniversitemizde biz insanları aydınlatmak için varız ve biz ateşle iş yapıyoruz. O zaman hem Gedik Holding, hem Gedik Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı, hem de İstanbul Gedik Üniversitesi’ni temsil eden bir mitolojik formülizasyon oluşturduk.” (A.g.y.)
Haydaa! Meğer bizim işportacı Opet’in “kuram”dan kastı reklam metni, matematikten de holding kasası imiş. Ama kültürlü, uyanık çocuk; yüksek sanata yüksek matematik bilinç!
İyi de, Gedik Holding’in Prometheus ile özdeşleşip, kaynak yaparak kasasını doldurmasının Atatürkçülük ile nasıl bir ilişkisi olabilir?
Matematikten gelen analitik basamaklı düşünme yeteneğin olmadığından, denklemi çözmen zor. Oysa Opet için leblebi çekirdek:
“Cumhuriyet Türkiye’sinde müzik devriminden bahsedeyim. Türk Beşleri diye geçer, biliyorsunuz. Cumhuriyet devrimiyle bu bestecilerimiz yurt dışına gönderiliyorlar. Atatürk’ün de bir sözü var: ‘Kıvılcım olarak gidecekler, ateş olarak geri dönecekler.’ Dönüp eğitim verdiler. Biz de bu ateşi gururla taşıyoruz… Halil Kaya Gedik Türkiye’de yetişmiş ilk kaynak mühendislerinden. Almanya’ya gidiyor, orada aldığı eğitimle Türkiye’ye dönüyor, o da kıvılcım olarak gidip, ateş olarak dönüyor.” (A.g.y.)
Böylece, on yıllardır onca gürültü koparan müzik devrimi’nin, gerçekte, birilerinin, dönüşlerinde öğretmenlik yapsınlar diye yurt dışına gönderilmeleri olduğunu anlamış bulunuyoruz. Keşke Opet gibi analitik ve bilinçli beyinler daha önce çıksaydı da, tekses-çokses, Doğu-Batı filan kavgalarında millet birbirini yemeseydi! Matematik okuyan yoktu ki…
Yalnız, Halil Kaya Gedik’in bu bağlamda tam olarak nereye oturduğunu anlamadım. Biraz daha ayrıntı, lütfen:
“Mustafa Kemal Atatürk yurt dışına yalnız sanatçıları göndermemiş, aynı zamanda mühendisleri gönderiyor. Oradan örnek modelleri bize uygun şekillerde adapte edebiliyor. Örnek bir kalkınma modeli. Bu modelin içerisinde de, kaynak sektöründe, ilk kaynak mühendislerinden Halil Kaya Gedik var. Kendi ülkesine kaynak ve döküm alanında hizmet ediyor. Almanya’daki modelleri Türkiye’ye adapte ediyor. Bir Cumhuriyet insanı. Tamamen idealist bir kalkınmaya yönelik, Türkiye’yi geleceğe doğru taşıyan bilinçlerden bir tanesi.” (Klasik Yolculuk, Habitat TV, 8 Nisan 2021)
Anladım. Ama Halil Kaya Gedik’i yurt dışına Atatürk değil, Menderes gönderdi; ateş olarak dönüp kamusal hizmette değil, holdingleşerek cebini doldurmakta ün saldı. “İdealist kalkınma bilinci” filan türünden iddialı ifadelerin, kızı Hanımağa Hülya Gedik’e yağ çekme dışında, toplumsal bir karşılığı yok. “Cumhuriyet insanı” saptamasını, 2007’de İslamcıların elinden ödül aldığı dikkate alınırsa, en azından etik anlamıyla temkinli kullanmak gerekir.
Olsun canım, teşbihte hata olmaz. Ayrıca, Gedik Holding’in şemaya tam oturmaması da sorun sayılmaz çünkü Atatürkçülük için yedek bir poliçe var: Opet’in ailesi:
“Benim ailemdeki o Köy Enstitüsü temeli, dedem, dedemin kardeşleri... ailemin çoğu öğretmendir. Hep devlet mantığıyla ve o işleyişle yetiştik ve büyüdük… Bu bağlamda, Hasan Âli Yücel’in, o kültür reformu, Cumhuriyet’in kültür reformu üzerine çalıştığı Köy Enstitüsü modeli hem benim ailem, hem de iletişim kurduğum çevremdeki insanlarla birlikte, bende Cumhuriyet’imizin gelenekleri ışıklarını yaktı.” (A.g.y.)
Köy Enstitüsü ve devlet mantığı, yani, kamusal etik düzleminde yetişmiş Opet’in, piyasacı/holdingçi para manyaklarından olma riski sıfırlanınca, gerisi kolaylaşıyor: Köy Enstitüsü ve devlet mantığı tescilli ailesinin medar-ı iftiharı olan öğretmen Nurten Hala, aynı bilinç çizgisini sürdürerek, öğretmen eşiyle Öztürkler Holding’in kurucusu oluyorsa, Opet’in de Gedik Holding’in sanat yöneticisi olmasının Atatürkçülük açısından neresi sorgulanabilir ki? Ayrıca, Vale Gürer’in desteği, üstelik 10 Kasım 2018 günü filan…
Atatürkçü vitrin tas tamam. Yanına bir de her 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim ve 10 Kasım’da, sosyal medya hesabımıza, “Atam sen kalk ben yatam” duyarlılığında, ya da “Atam izindeyiz. Gösterdiğin yolda…” filan türünden replikler serpiştirirsek, işlem de tamam…
Opet’in katıksız Atatürkçülüğünün arılık sınırı yok; tam bir etik abide. Örneğin, 23 Nisan 2020’de, instagram hesabında şu cümleleri okuyorsunuz:
“QNB Finansbank Çocuk Festivali kapsamında güzel bir video hazırladık. Böyle güzel bir projeye katkımız olduğu için çok mutluyuz. Yaşasın ulusal egemenliğimiz ve Türkiye'nin aydınlık geleceği. Videoya QNB Finansbank Youtube Kanalından veya https://www.youtube.com/watch?v=xzDWUUJ3Wtw linkinden ulaşabilirsiniz. İyi seyirler.”
Yemin billah şaka değil!
Şeriat hukuku ve yönetimini tarihin çöplüğüne atmış Laik Cumhuriyet’in en önemli simge günlerinden birinde, 23 Nisan’da, İslamcıların en sağlam müttefiki şeriatçı Katar devletinin verdiği parayla (QNB = Qatar National Bank), “Türkiye’nin aydınlık geleceği”nden dem vurmak…
Buraya kadar yutkuna yutkuna, la havle çekerek geliyorsunuz. Ancak sonrasında arsızlık öyle noktalara tırmanıyor ki, geriye Opet’in o sırnaşık, vaşak halinden başka bir görüntü kalmıyor:
“Cumhuriyet devrimi ve onun kazanımlarıyla birlikte, kültür sanat yaşamımızda da belirli ihtiyaçlar ve gelişmesi gereken noktalar var… Bir gün, başkanımız Hülya Gedik ile karşılaşma fırsatı buldum… Hülya Hanım o görüşmemizde bana, ‘Biz büyük parçaları birbirine birleştiriyoruz’ demişti. ‘O yüzden, ‘Birleştirir hayat için’ mottomuz’, demişti. ‘Sanatın da birleştirici gücüne çok inanıyorum’ demişti. Hakikaten, onun vizyonuyla, Gedik Sanat uluslararası boyutta çok ciddi etkinlikler yapıyor ve Türkiye’ye ışık olmaya devam ediyor. Sadece İstanbul Gedik Üniversitesi öğrencilerine, sadece Gedik bünyesindeki çalışanlara değil, Türkiye’ye, hatta dünyadaki otoritelere örnekler sergiliyor. Bu duruş çok vizyoner ve gerçekten biricik. O biricik konunun içerisinde de ben yer aldığım için büyük onur duyuyorum.” (Klasik Yolculuk, Habitat TV, 8 Nisan 2021)
Opet’in, Hanımağa ve holdingine yönelik mide bulandıran yağcılığını bir kenara bırakarak, ne demek istediğine bakalım:
Gerek Gedik Holding, gerekse ailesinin kültürel kodlarını taşıyan Opet, Cumhuriyet’in kültür devrimi yolundan ayrılmayan bir çizgideler. Ancak, Cumhuriyet’in kültür devrimi biraz eskidi. Yenilenmesi gerek. Bu da analitik basamaklı ve sistemli model gereği artık özel sektörün, holdinglerin üstlenmesi gereken bir görev. Zaten III. Milli Kültür Şûrası da bu yönde karar aldı. Gedik Holding bu görevi vizyoner ve biricik olma niteliğiyle, dünya çapında yerine getiriyor. Opet de, Cumhuriyet’in kültür devrimini bu biçimde yenileme projesinin sanat yönetmeni olduğu için büyük onur duyuyor.
Holding sanatı, Laik Cumhuriyet’inkiyle örtüşmüyor.
Laik Cumhuriyet’in kültür devriminin kalbi olan müzik devrimi yolunda, Gedik Holding’in vizyoner ve biricik katkılarına göz atalım:
“Türk sanatçıların üretimlerini destekleyen, onların ilk seslendirilişlerini, ilk gösterimlerini yapan, bunu uluslararası platformda duyuran, aynı zamanda, uluslararası platformlarda yeni çağdaş sanat akımlarıyla ilgili yeni fikirleri alıp Türkiye’deki insanlara gösterebilen bir yapı” oluşturuyor. (A.g.y.)
Güzel işte; bunun nesi kötü?
Laik Cumhuriyet’in müzik devrimine ters yönde.
Nasıl yani?
Laik Cumhuriyet’in müzik devrimini tanımlayan üç kavram, “kamusal, halk müziği ve yüksek sanat”tır. Bunlar birbirleriyle ilişkilendirilmiştir. Sırasıyla, aidiyet, kaynak ve amacı belirtir. Oysa bu örnekte, “özel sektör, her tür müzik ve deneysel sanat” temel alınıyor. İçinden geçilen neoliberal dönemin ideolojisine uygun ama Laik Cumhuriyet’inkine aykırı.
İlk üç yılda, 60’a yakın beste siparişi veriliyor. Hepsi “deneysel”. Opet Caner, GFO’nun BİFO’dan farkını açıklarken, GFO’nun “özgünlüğü”nü sağlayanın deneysel müzik olduğunu belirterek, “Yalnızca [bu türdeki] Türk bestecilerinin dünya prömiyerlerini ve yabancı bestecilerin Türkiye prömiyerlerini yapmak üzerine kurulu bir kurum” niteliğine dikkat çekiyor (A.g.y.). Yukarıda belirttik; bu tarz postmodern işler, “yüksek sanat”ın tarihsel belleğini reset’leme operasyonudur. Bunun, Laik Cumhuriyet’in müzik devrimi yaklaşımını bütünüyle hedef kılacağını anlamak için matematik okumaya gerek yok. En kârlı çıkacakların İslamcılar olacağını anlamak için de.
Opet’in ambalajına gelince; epey afili:
“Bizim önemli ideallerimiz var: Antik Anadolu’dan günümüze uzanan müzik belleğimize vurgu yapmak istiyoruz…” (Hayat Sanat, TRT 2, 2 Haziran 2021)
Söyledik; utangaç alaturkacılığın neoliberal söylemdeki kavramsal karşılığı, “Anadolu”dur. Hem halk müziği ile alaturka aynı torbaya girmiş, hem de alaturka meşrulaşmış oluyor.
Buyurun, Gedik Holding’in Laik Cumhuriyet ve Atatürk’ün müzik devrimine katkı repertuarından bir seçki:
*Gel (30 Ekim 2019). 2019-2020 sezonu için Gedik Holding’in Entel Onur’a siparişi. 14. yüzyıl “sufî” şairlerinden Nesimi’nin, “Gel Yanalım Ateş-i Aşkla” ilahisinden esinlenerek “arınma” teması üzerine yazdığı senfonik orkestra yapıtı.
*Havuz (Eylül 2023). NK Ensemble’ın, Entel Onur’un yapıtlarından oluşan albümünün yayımı. Öncesinde video klip çekimi (Temmuz 2021). 13. yüzyıl mistisizminden Ahmet Haşim’e. “Yeni müzik ile makam kavramı bir arada”
*Sözsüz günlükler. (Mayıs-Haziran 2020). Gedik Holding’in 24 besteciye, keman için birer dakikalık yapıt siparişi. Dijital platform için. Önder Baloğlu seslendiriyor. “Günümüz insanının odaklanma sorununa gönderme yaparak, anlık çağrışımların anlatımlarına vurgu yapmayı hedefliyor.” Opet, çıkış noktasını, neoliberal estetiğin bildik deyimlerinden biriyle açıklıyor: “Müzik izlenebilen bir şeydir.” (Klasik Yolculuk,…). Disiplinlerarasına geçiş kapısı.
* Ölmeme Günü-İkinci Yeni Şarkılar. (18 Şubat 2020). Gedik Holding’in Murat Cem Orhan’a siparişi. Danışma Kurulu üyesi Entel Onur’un, Türk şiir tarihini Ahmet Haşim-İkinci Yeni hattı olarak düşünmesinin doğrudan yansısı. Osmanlı Haşim’in, 50’lerin Menderes ve Soğuk Savaş kırbacı olan İkinci Yeni şiirine bağlanması, liberal algı açısından sürpriz sayılır mı?
Opet: “Bunu dinleyen insanların, İkinci Yeni şiir akımını takip etmelerini istedik” (A.g.y.).
*Pera’da caz konseptiyle, Stanpolites Project (Evrim Demirel, Andreas Metzler, Riccardo Marenghi) konseri. (24 Aralık 2019). “İstanbul’un çokkültürlü yapısını yansıtacak” gruba, alaturka kemençesiyle Furkan Bilgi eşlik ediyor.
*GFO eşliğinde Olga Peretyatko ve Mert Süngü konseri. (Ocak 2022). İkinci bölümde, Mert Süngü gitarıyla çalıp söylediği ve Olga Peretyatko’nun Türkçe eşlik ettiği “Sevdim Bir Genç Kadını”, caz standartlarından “Summertime” yorumu ve Murat Süngü’nün orkestra eşlikli seslendirdiği “Yalgızam”.
*Deniz Kıyısındaki Keşiş. (29 Ocak 2020). Gedik Holding’in Orhan Veli Özbayrak’a deneysel siparişi. Basına yansısı: St. Antoine Kilisesi’nde “Nurani bir gece” biçiminde olacak.
*Gedik Üniversitesi’nde Cihat Aşkın müzik atölyesi. (Keman, piyano, ut, bağlama) (Ocak 2019)
*”Fusion” projesi kapsamında, Gedik Holding’in üç Türk besteciye yaylı dörtlüsü için siparişi. (Ağustos 2020). Albinoni (Adagio), Mozart (Küçük Bir Gece Müziği), Rossini (Sevil Berberi Uvertürü)’nin bu ünlü yapıtlarından bölümleri, Aslıhan Keçebaşoğlu, Utku Aşuroğlu, Uğurcan Öztekin kendi besteleriyle “kaynaştırıyorlar”; “Dönem ve stillerin bir bütün olduğunun altını çizerek” (Barok, klasik, romantik). Gâvurun ünlü klasik müzik parçalarının genetiğine, bu yolla, “yerli ve milli” unsur dokunmuş oluyor.
Neoliberal estetiğin, tarihsel belleği silebilmek için, tür/stil/dönem vb. etmenleri iç içe geçirerek, “tarihsel” olanı besleyen “özgünlük” kavramını hedef aldığı sır değil. Opet, liberal vurguyu daha da koyultuyor:
“Bu üç eseri, yeni bestecilerimizin yeni yaratılarıyla kaynaştırdık ve bir leitmotiv koyduk. Wagner’in leitmotivleri vardır. Leitmotiv, kaynak makinesinin kaynak sesiydi… Geçmişle günümüz arasında müzik algısı aslında birdir, bütündür. Amaç sadece insanların kendini ifade etmesidir.” (A.g.y.)
Bir ideolojik aidiyet daha açık nasıl dile getirilebilir ki?
*Bir de Opet’in, “İçinden geçtiğimiz değişen ve dönüşen süreçte, geçmiş ile günümüz arasında kurduğumuz köprülerin öneminin altını çizmek” biçiminde tanımladığı fusion konserler var. Örneğin, Gedik Holding’in, her ikisi de ABD’de yaşayan Mahir Çetiz (Aydınlığın Çağrısı) ile Cem Oslu’ya (Yolculuk) sipariş ettiği deneysel yapıtları, Ulvi Cemal Erkin’in Sinfonietta’sıyla birlikte çalmak (29 Ekim 2020). Bugünkü sapmayı geçmişin aynasında meşrulaştırma çabası. Tıpkı, İslamcı rejimi Laik Cumhuriyet’in tarihsel ve kültürel kodlarında aklayıp, meşrulaştırmak gibi.
* Ya da Köprüler başlıklı konser. (21 Mayıs 2021). Gedik Holding’in, ABD’de yaşayan Kamran İnce’ye deneysel siparişini (Intermezzo), Cemal Reşit Rey ile Fazıl Say arasında köprü olarak düşünmek…
“Antik Anadolu kültüründen bu yana biriktirdiğimiz ses hazinelerinin ortaya çıkarılması üzerine yoğunlaşan Gedik Filarmoni Orkestrası”nın bu konseri, Gedik Holding’in, “Antik Anadolu kültürü”nün “ses hazinesi”nden alaturkayı anladığını bir kez daha ortaya koyar nitelikte.
Fazıl Say, Chamber Symphony’sini (op.62) şöyle anlatıyor: “Bu eserde anlatmak istediklerimi özellikle ritimler ve ölçü vuruşları ile yapmayı denedim. İlk bölüm, Türk müziğinde yaygın olarak kullanılan 7/8 ‘devr-i hindi’dir. Hicaz makamındaki klasik saray müziğinden esinlenerek “eski İstanbul” için belli bir nostaljiyi işaret eder.” Hicaz nostaljiye, Kamran İnce’nin “Bizans ve Osmanlı müziğinin ruhaniliği”ni taşıyan notalarının eklenmesinin harika bir köprü yaratacağına inanan Opet, “Cemal Reşit Rey’den alınan ateşin Kamran İnce’nin kurduğu köprüyle Fazıl Say’ın Chamber Symphony adlı eserine bağlanması oldukça heyecan verici bizim için. Prometheus’un insanoğlunu aydınlatan ateşi hiç sönmesin” diyor.
Bu arada, Cemal Reşit Rey’in Andante & Allegro adlı yaylı çalgılar ve keman için yapıtı ilk kez şefsiz çalınıyor; “vizyoner ve biricik” yaklaşım!
*An/Anı sergisi (12 Kasım 2019). Disiplinlerarasılık neoliberal temel meşruluk ölçütü olunca, müzik ile görsel olanın ağırlıklarını da en azından eşitlemek gerekiyor. Summart’ta açılan, An/Anı başlıklı resim sergisinde, piyano-çello ikilisi de an/anı çalıyor. Anı bölümünde, ADK’nın kuruluşuna gönderme olarak Saygun, Hindemith; an bölümünde Kamran İnce, Avro Part.
Müzikal anlatım ile görsel anlatımın kol kola girişi. Tabii, estetik işportacılığın yanı sıra, tarihsel bilgi eksikliği de gözden kaçacak gibi değil: ADK’nın kuruluşunda Saygun yoktur; Hindemith tarafından dışlanmıştır.
*The Metamorphosis/Dönüşüm (30 Eylül 2020). 20. yüzyıl liberal kültürünün iki ikonu, Kafka ve Varoluşçuluk’un bizimkilerin ilk sarılacakları simitlerden olması elbette eşyanın doğasına çok uygundur. İki deneyselciye beste, heykeltraş Asaf Erdemli’ye de Kafka’nın Dönüşüm öyküsündeki Gregor Samsa tipinin heykeli siparişi. Sunumu, Gedik Holding’in kaynak fabrikasında. Yandaş Yeni Şafak’ın sempatisiyle karşılaşması da ayrı bir doğallık (28 Eylül 2020). Disiplinlerarası -müzik, heykel, edebiyat, felsefe- şaheseri! Hiçbir anlatı bu salaklığı yeterince dile getiremez. En iyisi izlemek.
* Robotik Raks (25 Şubat 2021). İDOB Başkoreografı klasikçi Ayşem Sunal’ın koreografisiyle, İDOB balerini İlke Kodal, Gedik Holding üretimi robotlar ile Holding’in fabrikasında dans ediyor. Disiplinlerarasılık mı, entelektüel ve estetik görgüsüzlük mü, yoksa yalnızca paranın yüz sıcaklığı mı? Hangisi olursa olsun, Gedik Holding’in bu siparişinin yandaş medyadan büyük alkış aldığı bir gerçek.
Neden mi?
“Cezerî’den İlhamla Robotik Raks” başlığıyla verilen Yeni Şafak’ın köpük banyosu haberini olduğu gibi aktaralım:
“Gedik Sanat, beşinci projesinde ilginç bir performansa imza atıyor ve Roboweld Robot teknolojileri markasıyla birlikte dans ve müziği bir araya getiriyor. Projede İDOB Baş koreografı Ayşem Sunal Savaşkurt’un hazırladığı koreografiyle İDOB Baş Dansçısı İlke Kodal’ın performansı, robotlarla bir araya gelerek teknolojik dönüşüme mercek tutuyor.
Dönüşen ve değişen dinamiklere çağdaş sanat yaklaşımıyla mercek tutan dijital Robotik Raks, tarih, bilim, teknoloji, dans ve müziği bir araya getirdiği çalışmasında izleyiciyi çok yönlü düşünmeye yönlendiriyor. Projenin müziği ise, 12. yüzyılda yaşamış Müslüman âlim El Cezeri’nin ilk robotik üretimlerinden esinlenilerek Mehmet Can Özer tarafından bestelendi. Özer, Cenevre ve Zürih Konservatuvarlarında yaptığı akademik çalışmalar neticesinde «Aşure» adını verdiği bir müzik yazım biçimiyle eserlerini hazırlıyor.
Robotik Raks projesi nasıl doğdu?
Begüm Özay (Gedik Sanat Proje Koordinatörü): Gedik Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı’na bağlı olarak çalışmalarını sürdüren Gedik Sanat, Gedik Kaynak bünyesindeki Roboweld marka robotlardan esinlenerek bu çalışmayı oluşturdu. 12. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında bir bağ oluşturmak isteyen bu çalışmada Gedik Kaynak Roboweld robotları; Mehmet Can Özer’in elektro akustik bestesi, Ayşem Sunal Savaşkurt’un koreografisi, İlke Kodal’ın dans performansı ile buluştu.
Robotlarla bir araya gelerek teknolojik dönüşüme mercek tutuyor Robotik Raks. Dans gibi fiziki bir performansı robotik bir dille anlatmak nasıldı?
Begüm Özay: Sanayi devriminin 4-0 şeklinde tanımlanan sürecinde robotlar ve insanlar kolaboratif bir şekilde ortak çalışma yürütmektedir. Buna bağlı olarak İlke Kodal robotlarla ortak bir dans performansı gerçekleştirmiştir. Teknolojinin yaşamın bir parçası olarak dönüşümünü dans ve robotların birlikteliği ile göstermek istedik.
Proje Cezeri’nin robotik çalışmalarından esinlenerek üretilmiş. Nasıl esinlendiniz Cezeri’den?
Mehmet Can Özer (Besteci): Gedik Sanat tarafından aldığım eser siparişi, onların robotlarının dünya lansmanı için bir proje olacaktı. Ben de El-Cezeri’den bahsettim, aslında bu topraklarda neredeyse 1000 yıldır böyle bir heves ve uygulama olduğu için. Onun tarihte ilk kez yaptığı, robotların birbirleriyle etkileşimini sağlamak, kısacası bilinmediği üzere sibernetiğin babası olması.
Cezeri’nin yapıtları bu projeye nasıl ilham verdi? Aynı zamanda projeyi nasıl şekillendirdi?
Mehmet Can Özer: Cezeri’nin “Kitab-ül Hiyel” adlı eserindeki otomaton çizimleri, bunların işlevleri benim hayal gücümü tetikledi. Buradan hareketle 3 bölümlük bir eser besteledim. Robotlar tamamen kaldıraç prensipleriyle çalışıyor, dolayısıyla kullandığı malzemelerin yani ahşap, su ve metal seslerini başkalaştırarak bu müziği besteledim. Sesleri başkalaştırmak ve yeniden üretmek için kendi yazılımım olan “Aşure”yi kullanıyorum ve geliştiriyorum, yaklaşık 14 senedir onunla yüzlerce konser verdim dünyada. Benim temel heveslerimden biri, bu toprakların zengin kültürü ve kültürler arası etkileşimlerini kendi müzik dilimde eritmek olarak özetlenebilir.” (Yeni Şafak, 1 Mart 2021)
Müslüman âlim El-Cezeri’nin sibernetiğin babası oluşu, robotların da anavatanını bu coğrafya yapıyor. Gedik Holding de robotları anavatanlarında üretip, bu kültürü yüksek sanat bale ile kaynaştırıyor. Robotik müzik tekniği olarak ise Aşure öne çıkıyor. Yüksek sanatın ilerlemesi gereken yön de kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.
Laik Cumhuriyet ve Atatürk’ün müzik devrimi doğrultusunda yenilenmesi zorunlu görülen “yüksek sanat”ımıza holding katkısı hakkında fikir edindiniz, değil mi?
Holding sanatı, holding siyasetini yansıtır
Deneysel müzik tarihsel belleği reset’lemeye uğraşırken, doğal olarak, siyasal bir yaklaşım da geliştirir. Yüksek sanatın damar yoluna bazen o denli “siyaset” enjekte edilir ki, gizlemek olanak dışı olur.
Holding’in ilk önemli sanatsal çıkışı, Rezonans Korosu’nun, Gedik Kaynak’ın Pendik’te bulunan GeKa Robot Uygulama ve Eğitim Alanı’ndaki, yani fabrikadaki konseridir (8 Kasım 2018). Basına, “Fabrikada koro var” başlığıyla haber olan etkinliğin siyasal boyutunu Opet Caner yorumluyor:
“Toplumun birlikte hareket edebilmesine farkındalık yaratmak adına “Koro" konseriyle etkinliklerimize başlıyoruz. "Birleştirir! Sanat için..." (Instagram, 6 Kasım 2018)
Tam anlayamadım; koro ile toplumsal yapının farklı unsurlarının birlikte hareket etmesi arasında nasıl bir ilişki var?
Oku da öğren:
“Toplum içinde birçok farklı düşünce vardır. Önemli olan bunların bir arada ve uyum içinde yaşayabilmeleridir. Huzurlu, güvenli ve başarılı bir ülke için ise bu bir gerekliliktir. Bu gerekliliğin anlatımı için, sanatın birçok dalını kullanmak mümkün. Bunu en açık şekilde Çoksesli Koro Müziği’nde görürüz ki insanların uyum içinde birbirlerini anlayarak, dinleyerek ortaya çıkarttıkları müziktir.
Bu anlamda Kültür Sanat Etkinlikleri kapsamında Açılış Konserimizi, ülkemizin geleceğine umutla bakan işçiler, mühendisler, öğrenciler, iş ortaklarımız ve ideallerimizi destekleyen tüm çalışanlarımız ile birlikte; merhum Halil Kaya Gedik’in açtığı yolda Sayın Hülya Gedik’in önderliğinde planladık.
Evimizden, ülkemize ve dünyaya, hep birlikte uyum içinde hareket etmenin ve de barış içinde yaşamanın önemini vurgulamak istiyoruz. “Birleştirir! Sanat için” (Instagram, 8 Kasım 2018)
Yukarıda, 17 Ekim 2017 tarihinde, Hanımağa’nın hükümete olan desteğini açık ettiği bir söyleşiyi verdik. Nurten Halanın öğretisine, Hülya Hanımağa’nın yönergesi eklenince, Opet’in toplum görüşü kendiliğinden şekillenmiş olur: Uzlaşmaz çelişkilerin belirlediği çıkarlara sahip toplumsal sınıflar, siyasal rejimler, ideolojik yapılanmaların uyum, barış ve huzur içinde yaşayacakları bir toplum, siyasal rejim. Tıpkı çoksesli korodaki gibi. O nedenle, fabrikadaki işçilere ve kamuoyuna örnek olsun diye, koro fabrikada konser verir; toplumsal barışın nasıl sağlanabileceğinin anahtarını, Gedik Holding yüksek sanat ile göstermiş olur. İşte, Holding’in benimsediği “Birleştirir! Sanat için” düsturunun içeriği de budur:
“Burada da neden-sonuç ilişkisi var: Farklı renkte kaynak çubukları vardır ve her çubuk farklı alaşımı birleştiriyor. Toplumun da bir bütün olduğunu, farklı renklerin, farklı düşüncelerin bir araya gelmesi gerektiğini vurgulayan bir sanat akımıdır Gedik Sanat.” (Klasik Yolculuk, Habitat TV, 8 Nisan 2021)
“Hülya Gedik ile yaşam, kendini tamamlamak ve sanata dokunmak üzerine derin bir varoluş sohbeti sonunda, Gedik Kaynak’ın tellerin birleştirici özellikleriyle, sanatın birleştiriciliği örtüşüverdi. Gedik Sanat “Birleştirir, sanat için” dedik” (Milliyet Sanat, Mayıs 2022)
Sanırım, fazla yoruma gerek yok; sanat, toplumsal huzursuzlukları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, her tür sömürü ve baskıyı gideren “birleştirici” ilaç. Koroyu dinlemeniz yeterli.
Opet Caner bu özgün yaklaşımı görsel malzeme ile destekleyip, daha kolay algılanmasını sağlamayı da unutmuyor.
Durum bu olunca, Nazım Hikmet’in siyasal yönünün rahatsızlık doğurması doğaldır. Sınıf mücadelesi, sömürü falan gibi tatsız konuları ayıklamakta yarar var:
“O, farkındalığı üst düzeyde bir bilinç ve kocaman bir kalpti. Hani tüm dünyayı kucaklayabilecek türden. Nazım Hikmet bir siyasi ikon değildir, onu bu şekilde sınırlandırmak haksızlıktır. Nazım Hikmet, güzel bir duruştur. İnsanı evrensel düzeyde en iyi tanımlayanlardandır” (Instagram, 3 Haziran 2018).
Ya 1 Mayıs?
2017’den sonra, 1 Mayıs’tan hiç söz etmiyor. Binlerce işçinin çalıştığı bir holdingin sanat yöneticisi olunca, “1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı” diye sosyal medyada dolaşmak akıl kârı olmuyor.
4 Haziran 2022’de, İstanbul Erkek Lisesi’ndeki bir söyleşide. “Ülkemizin sağlam köklerine hayran”lığını belirtip, her şeyin çok güzel olduğunu söylüyor. Bu arada, Mayıs 2022’de, Habitat TV’nin çektiği, DOB/İDOB’un kurumsal ve sanatsal kimliğine yönelik fütursuz saldırılardan biri olan Beyoğlu Kültür Yolu Festivali ile ilgili belgeselde yer almayı da ihmal etmiyor.
Holding, sanatı kendi reklamı için kullanır
Gedik Sanat olayı, deneysel müziğin liberal içeriğini çok açık sergilediği gibi, madalyonun diğer yüzünü, bir holdingin yüksek sanatı nasıl rendeleyip, bütünüyle reklam spotuna çevirme refleksini, belki de ilk kez, bu denli kaba ve göze sokar biçimde ortaya çıkarmasının da örneğidir. Bunun nedeni, İslamcı yönetimin adım adım yerleşip, Saray rejimine geçişiyle birlikte, liberal modelin sınır tanımaz hale gelişine koşut olarak, holdinglerin de frenlerini boşaltmış olmalarıdır. 90’lı yıllar ile 2000’lerin ilk başında bu işe giren holdinglerin, siyasal dengeler gereği, nispeten daha ölçülü oldukları görülüyor.
Gedik Holding’in patronu Hanımağa açılışı yapıp, yönü belirliyor:
“55 yıllık sanayi kuruluşuyuz. Çocukluğumdan beri, kaynak ve döküm işi bana estetik gelmiştir. Bir üretim yeri bu kadar mı estetik olur diye düşündüm ve de bu üretim yerinden sanat da çıkar dedim. Bu kadar estetik bir sektörün mutlaka sanatsal bir tarafı da olur diye düşündüm. Biz döküm ve kaynak sektörüne sevdalıyız.” https://www.ihamedya.com/haber-havuzu-video/sanayideki-sanat-fotograf-k…;
Bir holding patronunun kendi sektörüne sevdalı olması doğaldır; o sektör onun para makinesidir. Ancak, hele kaynak, döküm gibi bir alanı estetik buluyor olmak, özellikle işçiler ve diğer fabrika çalışanları açısından epey sıra dışı bir değerlendirme olmalı.
Neyse ki, Hanımağa’nın estetik değer ölçütünü anlamak uzun sürmüyor. Kaynak, döküm alanında mühendis, tekniker olarak fabrikalarında istihdam olanağı sağlayan Gedik Üniversitesi’ndeki öğrencilerin, işin, “zor, meşakkatli, kirli, paslı” yönlerini görüp, tercihlerini başka sektörlere kaydırdıklarını belirtiyor. Bu işin estetik yönünü onlara gösterebilmek için de, “sanat yoluyla onlara ulaşmaya” karar veriyor.
Bir taşla dört kuş:
1) Holding’in Laik Cumhuriyet ideallerine bağlı, sanatsever bir kurum olduğuna yönelik güçlü PR olanağı,
2) Saray rejiminin, III. Milli Kültür Şûrası kararları ve klasik müzik açılımı eksenine yerleşme olanağı,
3) Gedik Üniversitesi’ne daha fazla öğrenci çekerek, hem daha çok para kazanma, hem de holding bünyesinde çalışacakları daha geniş bir yelpazede seçme olanağı,
4) Toplama orkestra yöntemiyle, yılda, bir elin beş parmağını geçmez sayıda konser ayarlayıp, ağırlıklı olarak kamuda çalışan sanatçıları kaşe üzerinden angaje ederek, ne enstrüman, ne sigorta, ne kıdem tazminatı, ne sanatsal kurumlaşma kaygısı… Üstelik harcamaları da vergiden düşerek, Türk usulü liberalizmle maliyeti minimal ya da sıfıra çekip, kamu olanaklarıyla markalaşma rahatlığı.
Geriye ufak bir estetik sorun kalıyor: Öyle bir müzik bulmalı ki, hem “klasik müzik” gibi dursun, yüksek sanat endamlı olsun, ama hem de kaynak-döküm fabrikasında, hatta holdingin pazarladığı ürünlerle sunulup tüketilebilsin; başta alaturka olmak üzere, dönemin siyasal eğilimlerine uygun parçaların kaynak yoluyla montajına da elverişli bulunsun.
Öyle bir şey var. Bunun müzik olduğunu ileri süren entel bir azınlık bile var. Deneysel, postmodern, çağdaş, yeni gibi sıfatlar kullanıyorlar. Üstüne üstlük müzikal açıdan harika bir avantaj da taşıyor; orkestrada balansmış, entonasyonmuş, şefin vuruşuymuş, duyuşuymuş, yorumuymuş falan gibi kılçıklı işlerden kurtuluyorsunuz. Sallayın gitsin, nasıl olsa deneysel. Kim ne diyebilir ki? Ne ölçüt, ne kural…
Neyse ne! Hanımağayı ilgilendiren, fabrikadaki üretimin uzantısı olduğu izlenimini verip, kaynak-döküm işinin sanatsal/estetik boyutunu öne çıkarması ve İslamcılara ters olmaması.
İki parametre açısından da Bingo!
Rezonans korosu konseri, Fusion projesi, The Metamorphosis/Dönüşüm, Robotik Raks, yukarıdaki görüntülerden anlaşılacağı üzere, doğrudan fabrika alanında, fabrika ürünleriyle iç içe gerçekleştirilmiştir. Alaturka ise zaten Allahın emri.
Holdingçiler 'al gülüm ver gülüm' etiğine bağlıdırlar
Bir kere holding işine girdiniz mi, piyasa kavramı yalnız cebinizle sınırlı kalmaz; her yere bulaşır. Bizim ülkede “yüksek sanat”ın kurumsal derinliği zaten olması gereken düzeyde sağlanamamışken, doğru dürüst müzikolog, eleştirmen, müzik yazarı bulmak samanlıkta iğne aramak anlamına geliyorken, piyasa ilişkilerini bu alana egemen kıldığınız anda, “liyakat”, sözcük olarak bile dolaşımdan kalkar.
Nasıl mı?
Damacana Serhan, neoliberal dönemin, müzik yazarı, yayıncısı olarak en gelişkin prototipidir. Tam bir piyasa kurdudur. Her piyasacı gibi de, ne ciddi bir entelektüel bilgi ve görgü düzeyine, ne estetik beğeni ölçütlerine, ne de siyasal ve düşünsel omurgaya sahiptir. Böyle birinden etik kaygı ve duyarlılık beklemenin ne ölçüde gerçekçi olacağı da ortadadır. Onu, yalnız ve yalnızca para ilgilendirir; nereden ve nasıl gelirse gelsin. Daha önceki yazılarda ayrıntılarını verdiğimiz için, tekrar örneklemeyelim. Ancak şunu yineleyelim: Andante adıyla çıkardığı dergi, reklam ajansı bülteni niteliğinin baskın oluşu nedeniyle, neredeyse son 25 yılın müzik yaşamı açısından büyük bir talihsizliktir. Hem müziğe, hem de müzik yayıncılığına ciddi zarar vermiştir. Kendisini ise rüyasında bile göremeyeceği bir yere taşımıştır.
İşte, Damacana’nın piyasacılığı, Gedik Holding örneğinde bir kez daha radara takılıyor:
Holdingin müzik işine girdiğini öğrenince, 2018 Yılın Bestecisi ödülünü apar topar, Gedik Holding’e “deneysel müzik” kimlik kartını sağlayan iki kişiden biri olan Gedik Sanat Danışma Kurulu üyesi Entel Onur’a verir. Kurul üç kişiden oluşmaktadır: Opet, Entel ve Şehzade.
Ardından, Andante 2018 Aralık sayısının kapağına Hanımağa ve Opet’in fotoğraflarıyla birlikte Gedik Holding haberi ve içeride Opet söyleşi ve reklamı.
Bu kez 2019 Eylül sayısında GFO’yu kapakta görüyoruz. İçeride yine Opet söyleşi ve reklamı.
Ve beklediği mama geliyor: Ekim (2019)-Mayıs (2020) arasında, Gedik Üniversitesi’nde, sevimli bir rakam karşılığında 5 seanslık müzik atölyesi.
Holding işlerine çok duyarlı diğer bir isim, bilindiği üzere, Cihat Aşkın’dır. Tam bir neoliberal estetik ve kültür simgesi olan Aşkın, bu işlerdeki uzmanlığını İsrail’de yaptığı için, para pul meselesinden iyi anlar.
2019 Ocak’ında Gedik Üniversitesi’nde müzik atölyesi yapar. Tabii, neoliberal stilde: Keman, piyano, ut, bağlama. Rakam da hoş. Yanıt vermeli ki, devamı gelsin; TRT Radyo 3 Konserleri adıyla hazırlayıp sunmaya başladığı programın ilk konukları Opera Trio elemanları (22 Ocak 2019).
Gedik Holding Şehzade Cemi’i için talih kuşudur. Çift maaşlı kamu görevlisi. Yeni Türkiye’nin simgelerinden biri. Aynı zamanda CSO’nun şef yardımcısı olduğundan, Opet’e bir iki konser ayarlaması zor olmaz: 11 Ocak 2019, 20 Aralık 2021 vb. Eh, kazan kazan devri…
Opet Caner İDOB’un başına getiriliyor
Opet’in müdür olarak atandığı tarih, 8 Kasım 2023. Oysa Milli Tacir’in resmi atanışı 15 Eylül. Atanacağı bilgisine Ağustos ayında zaten sahipti. Buradan çıkan sonuç şudur: İstanbul’a yapılacak atama epey gecikti.
Niçin?
Çünkü İDOB’un başına saf kan bir baleci liberal düşünülüyordu. İki nedenle olmadı:
1) Müdürlük koltuğunda oturan baleci Ayşem Sunal’ın yaklaşık bir buçuk yıllık bilançosu faciaydı. Basiretsiz, pısırık, vizyonsuz… Tek sözcükle liyakatsizlik örneği. İDOB bünyesinde o derece kötü bir izlenim bırakmıştı ki, onunla devam etmek, ya da tekrar baleden birini başa getirmek, daha başında genel müdürün yıpranması anlamına gelecekti.
2) İstanbul Devlet Balesi’nin liyakat sahibi ağır topları, hemen bütünüyle “piyasacı” tipinin dışında, kamusal duyarlılığı yüksek kişilerdi. Genel Müdürlük üst yönetimini oluşturan tüccar kadronun bu türden olanlarla çalışması zaten olanaksızdı.
Zorunlu olarak, piyasada pişmiş, tüccar bir operacı arandı. Opet Caner bu formata uygun eldeki en sağlam isimdi.
Seçimin doğru olduğu kısa sürede anlaşıldı; İDOB bütünüyle şirket mantığıyla yönetilmeye başladı. İşin sanatsal ayağına son bölümde değineceğiz. Yönetsel açıdan öne çıkanları sıralayalım:
a) Müdürün, aynı anda kamu ve özel sektör çalışanı olarak çift şapka taşıması. Birçok İslamcı bürokrat gibi çok maaşlı bir gelir tablosunda bulunuşu.
b) Caner Akın’ın başrejisör yapılması.
c) Yasal işleyişe, İslamcı siyasal iradenin arzusu doğrultusunda “danışmanlık” kıskacı getirilmiş olması.
Opet Caner için para 'etik'i her zaman tepeler: Yani, sorun yok
Gedik Sanat’ın başında, Genel Sanat Yönetmeni sıfatıyla bulunan Opet Caner, iştahlı rakamları cebine indirmektedir. Altındaki sacayağı, şef Şehzade Cemi’i, besteci Entel Onur ve başkemancı Önder Baloğlu’ndan oluşur. Bir süre sonra, Önder Baloğlu’nun yerini, İDOB Orkestrası kemancılarından Murat Erginol alır. Şehzade’nin yerini ise Cem Mansur.
Şehzade Cemi’i’nin şeflik yeteneğinin baskın yönü müzikal olmaktan çok kurmay aklı olduğu için, siyasal rüzgârlar ile bürokratik dengeleri izleyen duyargaçları çok gelişkindir. 2017 Temmuz’unda, CSO’ya şef yardımcısı olarak atanışı, orkestradaki hemen hiç kimsenin, iki yıl içinde şef yapılacağına yönelik bir öngörü barındırmasına olanak tanımaz; Şehzade’nin daha düzinelerce fırın ekmeğe gereksinimi vardır. Her zaman olduğu gibi, siyasal bağlantılardan haberdar değillerdir. 2020 Haziran’ında şef yapılınca, sözün bittiği yere gelinir. CSO’da siyasetin gölgesi her zaman olmuştur. Ancak şef atanmasında ilk kez bu kadar doğrudan ve çok ciddi liyakatsizlik yarası açacak bir karar söz konusudur. Şehzade, İslamcılar için o derece stratejik ve meşru bir isimdir ki, 14 Mayıs 2023 seçimlerinde iktidarı kaybetme olasılıkları anketlerde hatırı sayılır oranlara ulaşınca, seçim tarihinden bir buçuk ay önce, vekâleten yürüttüğü CSO şefliğini apar topar asalete çevirerek, yerini sağlamlaştırmak isterler.
Şehzade’nin epey vasat şefliğine, Saray’ın emir kulu olup, CSO tarihini ve kurumsal kimliğini lekeleyecek işlere tereddütsüz boyun eğmesi eklenince, huzursuzluk artar. Tabii, dedikodular da. Zaten yetersiz bir şefin, CSO şefi kimliğiyle piyasada iş kovalaması falan. Dedik ya, Şehzade’nin kurmay aklı vardır; Gedik Holding’den ayrılmayı uygun bulur.
Bu olaydan yaklaşık iki buçuk yıl sonra, Opet Caner İDOB’un başına getirildiğinde, benzer bir durum ortaya çıkar. Hem kamu yüksek sanat kurumu, hem de holding sanat yönetmeni olmak, öncelikle etik bir sorun doğurmaktadır. Hele liyakat kıratınız bulunduğunuz konum ile doğru orantılı değilse. Tamam, yeni Türkiye’de bu işler çok doğal ve meşru ama, henüz Laik Cumhuriyet de bütünüyle yıkılmadı ki. Üstelik İslamcılar siyaseten zordalar; 2024 seçimleri ortada.
Matematikçi Opet düşünür ve “Analitik bir beyin” olarak son derece yaratıcı bir formül geliştirir: Paradan vazgeçmek zaten söz konusu olamaz; canını al daha iyi. O halde, Gedik Sanat’ın sitesinde yer alan, Genel Sanat Yönetmeni adlandırması kaldırılsa, kendi adı da kaldırılmış olacak. Biri kıllanıp, sorarsa, “Yakın zamana kadar bizde böyle bir post vardı, artık yok. Dolayısıyla, o koltukta daha önce oturan da yok” denir, olur biter. Genel sanat yönetmenliği gölgeye alınır, nakit akışı devam eder.
Hey gözünü sevdiğimin matematiği hey! Rabbim herkese nasip kılmıyor ki!
Caner Akın adlı felaket: Yetenek, bir piyasa ölçütü değildir
Opet Caner müdürlük koltuğuna yerleşince, ilk olarak tüccar arkadaşı Ergen Caner’i başrejisör yaptı. Bu atama Genel Müdür Tan Sağtürk için son derece yerindeydi çünkü Ergen onun da iş ortağıydı. Solist kariyerinde artık daha ileri gitme şansına sahip olmadığını anlayan Ergen, direksiyonu rejisörlüğe kırmış, ancak hem Genel Müdür Karahan, hem de bir önceki İDOB Teknik Kurul’u, 2023 Haziran’ında, haklı olarak, rejisör kadrosuna geçme talebini reddetmişlerdi. Bir iki çocuk operasınınkiler dışında, ilk gerçek opera rejisi olan Saraydan Kız Kaçırma (2020), Ergen’in, hiçbir biçimde, opera rejisörü kumaşından dokunmadığını göstermişti. Tam bir felaket olan bu reji, büyük olasılıkla, bu ülke topraklarında sahnelenmiş en düşük düzeyli, müsamere edalı Saraydan Kız Kaçırma kazasına yol açmıştı. Ancak Ergen ile Opet’i birbirlerine bağlayan, yüksek sanat ve liyakatın falan çok daha ötesinde bir yoldaşlık kavramı vardı: Para. Opera Trio adı altında yıllarca piyasaya iş yapmışlar, holdingler, finans kurumları bağlantılarında paslaşmışlar, Opera’nın kaymağı nasıl yenir, iyice öğrenmişler, kim nereye gelirse, diğerini sebeplendirmeye adeta ant içmişlerdi.
Bir elmanın iki yarısı…
Buna, Ergen ile Genel Müdürün, Duende Global yapım şirketi bünyesindeki iş ortaklıkları (Papagenolar, Wolfie Harikalar Operasında, Ludwig ve Arkadaşları) eklenince, Ergen’in rejisörlük yeteneksizliği önündeki engeller tümden kalkmış oldu.
Ortalama yetenek ile orantısız hırsa sahip herkesin, bir yerlere gelmek için, ne ideolojik, ne siyasal, ne de etik sınır tanıyacağı yüzyılların bilgisidir. Hele sahne dünyasında.
Ergen’in öyküsünü daha önce ayrıntılı biçimde anlattık. Madem artık “Opera yöneticisi”, kültür düzeyi ve ilginç bir siyasal tesadüf’e dikkat çekecek bazı verileri aktarmakla yetinelim.
Bir yıl önce Teknik Kurul’un uygun görmediği rejisörlük kadrosunu, Opet Caner çok uygun bularak, Kurul’a ters yönde karar aldırır ve Ergen’in harika bir rejisör olduğunu tescil ettirir. Bakalım, büyük tüccar Genel Müdürü, “Aman, dikkat!” diye uyaran olacak mı? Unutmamalı ki, aynı Saraydan Kız Kaçırma’da onun da koreografik tuzu vardı. TV’lerde, ürünü epey övmüştü.
Opet, Osmanlıca oynanan o Saraydan Kız Kaçırma’yı 2024-2025 sezonuna alarak, İslamcı iktidarın gönlünü yaparken, Ergen’in de tartışmalı rejisörlüğünü genel müdürlük katında meşrulaştırmaya çalışıyor. Öte yandan, Ergen’in, Saraydan Kız Kaçırma ile bismillah dediği Osmanlıcılığının devamı olarak, İslamcılara sırnaşıklığı kalıcı kılabilmek amacıyla yana yakıla istediği Rossini’nin II. Mehmet’inin altından kalkamayacağını, aklı başında herkes gibi, bildiğinden, Milli Tacir’in de durup dururken risk almaktan kaçınma tavrını açık etmesi üzerine, yerine Evita müzikalini veriyor. Küçük bir kurnazlıkla; müzikalin operaya göre daha düşük sıklette oluşu, hemen opera rejisi vermeyerek, rejisörlüğü tartışmalı arkadaşını kayırmayacağı izlenimi yaratıyor. Ancak eşzamanlı olarak, müzikallerin daha çok izlenip, ses getirme olasılığının farkında olduğundan, Ergen’in ismini bu vesileyle daha çok göz önünde bulundurarak, rejisör sıfatının da içini doldurmaya çalışıyor. Piyasacı Opet her olanaksızlığın PR ile aşılabileceğine o derece iman etmiş ki, yüksek sanatı da el çabukluğuyla torbaya atıveriyor. Nitekim 2024-2025 sezonu için Ergen yoldaşına, Donizetti’nin Alayın Kızı’nı vermiş durumda. Hiç de masum olmayan bu siyasal boyutu yüksek talihsiz karardan hemen aşağıda söz edeceğiz.
Bu arada, Opet’in, Gedik Radyo için hazırlayıp sunduğu Con Fuoco adlı programın ilk canlı yayın konuğunun, “Bir Caner Akın kolay yetişmiyor” reklamıyla, Ergen olduğunu (7 Mart 2019); iki ay öncesinde de, Ergen’in, “çocuk operası” ile “piyasa” ilişkisini kurup, güzel para yapma kapısından geçtiği, allaturca şirketi yapımı Papagenolar’ı köpürterek, mutlaka gidip görülmesini önerdiğini de anımsatalım (Instagram, 4 Ocak 2019).
Para yoldaşlıkları şaşırtıcı koşutluklara da sahne hazırlayabiliyor. Nurten Halanın holdingsel varlığı, Opet’in, Ergen için, can kurtarma filikası işlevi kazanması anlamına geliyor. Ergen, adım adım onu izliyor. Her ikisi de 2011-2014 arasında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda ders veriyor. Aynı yıl, 2014’te, her ikisi de MSGSÜ’ye geçiyor. Her ikisi de burada yüksek lisans tezi hazırlıyor. Her ikisinin de tez konusu, besteci adı hariç aynı başlığı taşıyor:
Opet’inki, “Vincenzo Bellini Oda Şarkılarının Metin Ve Müzik Bağlamında İncelenmesi.” (2015)
Ergen’inki, “Giacomo Puccini’nin Oda Şarkılarının Metin Ve Müzik Bağlamında İncelenmesi.” (2024)
Ergen çok doğru bir yatırım yapıyor; Nurten Halanın Opet’in yolunu açacağını bildiği için, yanından ayrılmıyor. Opera Trio ile başlayan parasal kalkınma ve mutlu ilişkiler dünyası, Opet’in müdürlüğünde başrejisörlük koltuğuna oturarak, hem İstanbul Operası’nın resmi yöneticisi olmasını, hem de rejisörlük kadrosuna güvenli kanca atmasını sağlıyor.
İşin siyasal ayağı da kolayca öngörülebilir durumda; İslamcı ajandanın dayattığı formata gönüllü yerleşme ve de ilginç İsrail ilişkisi.
Ama önce, bakalım, Ergen’in rejisörlükte olmayan yeteneği, akademik alanda var mı?
Ergen Caner tez yazıyor. Ama ne tez birader!
Yukarıda, Opet Caner’in tezini ele almış, bu metnin tez değil, ancak çeviri olabileceğini belirtmiştik.
Ergen Caner’inkinin o niteliği bile hak etmediği tartışmasızdır. Bu kadar laubali, pespaye, yanlışlarla dolu cehalet örneği karalamalara nasıl tez denebilir, anlamanın olanağı yok. İlginç olan şu: Bu sorumsuz yaratıklar hangi güvence ya da torpile yaslanıyorlar da, tuvalet kâğıdı kadar değer ve işlev taşımayan bu paçavraların tez olarak kabul edileceğine emin olabiliyorlar? MSGSÜ İstanbul Devlet Konservatuarı’na yakından bakmalı. “Başında Handan İnci adlı Saray gülünün bulunduğu Üniversite’nin konservatuarı ne durumda olabilir ki?” sorusu gerçekten de meşru sayılmalıdır.
Tez danışmanı, Sahne Sanatları Bölümü Opera Anasanat Dalı Başkanı Tülay Uyar. Metinde, diğer jüri üyelerinin kimler olduğunu belirten sayfa yer almadığı için, isimleri bilmiyoruz. Ancak kesinlikle söylenebilir ki, ya tez danışmanı dahil hiçbiri bu metni okumamış, ya da hiçbiri akademik unvan taşıyabilecek liyakate sahip değil.
Ergen Caner, her zaman olduğu gibi, yeteneğinin çok ötesinde bir sav ile yola çıkıyor:
“Bu tez, Puccini'nin şarkıları üzerine derinlemesine bir araştırmadır… Bu çalışma, Puccini'nin şarkılarının sanatsal ve teknik inceliklerini aydınlatmayı amaçlayarak, kapsamlı bir müzikal ve lirik analiz sunmayı hedeflemektedir… Bu çalışmanın temeli, Puccini'nin kişisel ve mesleki yaşamına, aynı zamanda döneminin genel tarihsel ve müzikal bağlamına derinlemesine inen bir literatür taraması ve ilgili analize dayanmaktadır. …Bu tez için seçilen şarkılar, Puccini'nin müzikal evriminin farklı aşamalarına dair benzersiz bir pencere sunmak amacıyla seçilmiştir. Bu eserlerde müzik ve sözlerin karmaşık etkileşimini detaylandırarak, bu tez, Puccini'nin sanatsal mirasına taze bir bakış sunmayı hedefleyerek, müzikal dehasının az bilinen yönlerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.” (Caner Akın, Giacomo Puccini’nin Oda Şarkılarının Metin Ve Müzik Bağlamında İncelenmesi, MSGSÜ-GSE, Y.Lisans tezi, 2024, s. iii)
Bu tez "Puccini Şarkı İncelemeleri" ünlü İtalyan besteci Giacomo Puccini'nin şarkıları üzerine derinlemesine bir araştırma olarak düzenlenmiştir. Puccini'nin ünü çoğunlukla operatik başarılarıyla ilişkilendirilse de, solo şarkılar alanında yaptığı katkı, az bilinmesine rağmen, eşit derecede önemlidir. Bu çalışma, Puccini'nin şarkılarının sanatsal ve teknik nüanslarını aydınlatmayı, kapsamlı bir müziksel ve sözel analiz sağlamayı amaçlamaktadır. Bu çalışmanın temeli, Puccini'nin kişisel ve profesyonel yaşamına, aynı zamanda döneminin geniş tarihsel ve müziksel bağlamına derinlemesine dalan çeşitli akademik kaynaklara dayanan bir literatür incelemesi ve ilgili analizidir…Bu eserlerde müzik ve sözlerin karmaşık etkileşimini detaylandırarak, bu tez, Puccini'nin sanatsal mirasına taze bir bakış açısı sunmayı hedefler” (A.g.y. s.1)
Bu kadar kapsamlı ve iddialı bir çalışma, doğal olarak, büyük bir beklenti doğuruyor. Ortaya çıkan ise lise düzeyine bile zor ulaşabilecek, kendi anadiline hâkim olamayan, kopyala yapıştır kolaycılığının ötesinde, değil tez yazmak, bir yüksek okul kapısının önünden bile geçemeyecek sarsağın yeteneksizlik sertifikası.
Akademik metinlerin 'şekil şartları' vardır
Akademik çalışmaların olmazsa olmaz biçim koşulları vardır: Düzgün dil kullanımı, kaynak belirtilmesi, doğru dipnot kullanımı, tekrardan kaçınılması, anlatının oransal dağılımının, seçili konuyla uyumu vb.
Ergen Caner anadilini doğru kullanma özürlü:
“Bu aile hanedanı..” (s.2) [Hanedan zaten aile demektir.]
“Müzik eğitimi, amcası Fortunato Magi …ve …Carlo Angeloni'den aldı.” (s.2)
"La Bohème," Puccini'nin melodik ustalığını ve operatik dramatik yapısını mükemmel bir şekilde birleştirir.” (s.6). [Kişilerin, “operatik dramatik yapısı” olmaz. Böyle bir yapı oluşturma/kurma yeteneği, becerisi olur. Ayrıca, “operatik dramatik yapı” yerine “operada dramatik yapı” denmelidir.]
“Operatik sahnede…”nin Türkçesi, “Opera sahnesinde” olmalıdır. “Operatik sanat”ın ise “Opera sanatı”.
“La rondine, Puccini'nin daha az bilinen operalarından biridir ve ilk olarak 1917'de Monte Carlo'da sahnelendi. Bu eser, romantik ve lirik bir tarza sahiptir ve Puccini'nin opera repertuvarında farklı bir yere sahiptir.” (s.7) [Buradaki ifade bozukluğu, kopyala-yapıştır ya da Google translate kullanımının tipik örneklerinden. Tezin metninde buna benzer onlarca ifade bozukluğu saptanabiliyor.]
“Onun sanatı, operatik repertuvara önemli katkılarda bulunmuş ve operatik müzik tarihinin en büyük bestecilerinden biri olarak anılmaktadır.” (s.8)
“18. yüzyıl Venedik oyun yazarı Carlo Gozzi” (s.8) [Venedikli oyun yazarı…]
“Verdi'nin eserleri, romantik dönemin önde gelen opera bestecilerinden biri olarak kabul edilir.” (s.11, dipnot 11)
“Özellikle "La Bohème," "Tosca," "Madama Butterfly" gibi eserleri, seyircileri etkilemeye ve duygusal olarak sarılmaya devam etmektedir.” (s.11)
“[Puccini], Verismo hareketinin etkisi altında, operayı daha gerçekçi ve insana yakın hikayeler anlatma amacına yönelmiştir.” (s.12)
“Diana mitolojisi, avcılık ve doğa temasıyla ilişkilendirilir. Şarkının sözleri bu teması işler ve Diana'nın doğayı koruyan bir figür olarak tasvir eder. Sözlerin melodiyi ve duygusal ifadeyi nasıl tamamladığı, şarkının etkisini artırır.” (s.39)
“Sole e amore (Güneş ve Aşk): Günlük hayatın basit zevklerini ve doğanın güzelliklerini kutlayan, neşeli bir kompozisyon.” (s.8). [Herhalde kutsamak demek istiyor.]
“Bu nedenle, şarkının kayıtları veya belirgin performansları daha az sayıdadır.” (s.47). [Herhalde, bilinen demek istiyor.]
“Bestelenme nedeni olarak özel bir olay veya talep belirtilmemiştir, ancak genellikle besteciler eserlerini bu dönemde pratiğe koymak için çeşitli şarkılar bestelerler.” (s.40)
“ D.Belasco, özellikle Amerikan tiyatrosuna getirdiği yenilikler ve sahne üzerindeki doğalizmi ile tanınır.” (s. 6, dipnot 5). [Naturalizm’in Türkçesi olarak, doğalizm!]
“Canto d’anime (Ruhların Şarkısı): İnsan ruhunun derinliklerini keşfeden, düşünceli bir eser.” (s.9)
“Puccini'nin solo şarkılarına odaklanarak, bu tez, onun geniş çalışmalarına dair daha kapsamlı bir anlayış katkıda bulunmaktadır. Onun opera dışı eserlerinin detaylı bir incelemesi sağlayarak…” (s.62)
Aynı sayfada iki farklı yazım: Repertuvar, repertuar (s. 7, 8). Farklı yazım özensizliği değişik sayfalara da taşabiliyor: Milano (s.3), Milan (s.5).
Türkçede “Harmoni/Harmonik” denmez, yazılmaz; o sözcük “Armoni/Armonik”tir. Tezin neredeyse her sayfası “Harmonik”i misafir ediyor.
Birçok sayfada yer alan, “operatik bestecilik kariyeri” ifadesi, Türkçede bir zorlamadır; akademik bir metinde kullanımı ciddiyetsizliktir. “Opera besteciliği kariyeri”, demek gerekir. Aynı şey, “operatik müzik dünyası” için de geçerlidir; “opera dünyası”/”opera müziği alanı” denmelidir.
Puccini’nin Hayatı ve Eserleri başlıklı bölümü dönemlendirirken, Doğum Ve Erken Çocukluk Dönemi (1858 - 1868), Müzik Eğitimi ve İlk Müzikal Etkileşimleri (1858 - 1868) (s.2) vb. Oysa ikinci dönemin 1869-1878 arasını içerdiği metnin içinde belirtiliyor.
Ergen’in anlatıda kurgu zafiyeti de gözden kaçacak türden değil. İki örnek:
“Puccini'nin 1924'teki vefatı, opera dünyası için büyük bir kayıptır. Onun sanatı, operatik repertuvara önemli katkılarda bulunmuş ve operatik müzik tarihinin en büyük bestecilerinden biri olarak anılmaktadır. Puccini'nin eserleri, günümüzde hala operatik repertuarın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilir ve dünya çapında saygıyla anılır.
Bu dönemde Puccini'nin yaratıcılığı ve müzikal yeteneği, "Turandot" gibi eserleriyle doruk noktasına ulaşır.” (s.8)
Puccini’nin ölümü ve opera dünyasına etkisini içeren cümleler ile anlamsal eklemlenme açısından tamamlanmış olan metin, ölüm öncesinde yer alması gereken bir cümlenin, ölüm sonrasına konulmasıyla kurguyu boşa düşürüyor.
Kurgu beceriksizliğinin anlatı disiplinini seyreltmesi, kronolojik dizilişi de etkiliyor:
“Milano Konservatuvarı'nda Eğitim, İlk Besteler Ve Müzikal Deneyimler (1879-1888)” başlıklı bölümün içinde, şu cümleyi okuyabiliyorsunuz:
“1889 yılına gelindiğinde, Puccini'nin ikinci operası 'Edgar' La Scala'da prömiyerini yaptı.” (s.4)
Oysa Edgar, kronolojik olarak, bir sonraki döneme ait yapıtlardandır.
Aynı sayfada, bu kez, “Le Villi" Ve "Edgar"ın Bestelenmesi Ve Sahnelenmesi (1889-1898)” adlı bölümde yer alan şu paragraf:
“1889-1898 yılları, Giacomo Puccini'nin operatik bestecilik kariyerinin başlangıcını ve bu dönemdeki ilk başarılarını simgeler. Bu dönem, Puccini'nin "Le Villi" ve "Edgar" adlı ilk operalarını bestelemesi ve sahnelenmesiyle önem kazanır.”
Le Villi 1884’te bestelenmiştir ve bir önceki döneme aittir. Nitekim Ergen de, önceki başlık altında, “Bu dönemde Puccini, ilk operası 'Le Villi'yi bestelemeye başladı. 'Le Villi', 1884 yılında G. Ricordi Yayınevi'nin desteğiyle sahnelendi.” (s.4) diyor. Aynı sayfada, iki paragraf sonra, ilk yazdığını unutup, Le Villi’nin yerini değiştiriyor.
İlk dört sayfada, 1-6 dipnot sayıları verilmiş olmasına karşın, sayfa altlarında hiçbirinin açıklaması bulunmuyor. 5. sayfada dipnot sayıları tekrar 1’den başlıyor. Üstelik iki tane 1 var ve ikincisi ile ilgili bir açıklama yok. 4. sayfadaki “La Scala”ya dipnot sayısı verilmemiş. Zaten bilinen bir yer, diye düşünülmüş olmalı. Ancak 5. sayfada dipnot sayısı verilip, açıklaması yapılmış. 6. sayfada dipnot sayıları 4’ten 7’ye atlıyor, fakat sonra yeniden 5’e dönüyor. 11. sayfada dipnot sayıları 11 ve 12. Bir sonraki sayfada ise tekrar 11’e düşüyor. Üstelik açıklama da yok.
Tam bir keşmekeş…
Toplam 72 sayfalık metnin oransal dağılımı ilk bakışta göz tırmalamıyor. Ancak okunduğunda durum değişiyor. Omurgayı oluşturan Oda Şarkılarının Analizi başlıklı bölüm 48 sayfa (s.14-61). 11 şarkı güya inceleniyor. Tek bir kaynak gösterilmemiş. 48 sayfanın 36 sayfası, ilgili şarkıların nota metinlerine ayrılmış. Sayfa sayısını kabartıp, makale bile olamayacak bir metni teze dönüştürme operasyonu. Oysa bu tür çalışmalarda kullanılacak malzeme içinde nota sayfaları, çok özel durumlar dışında simgeseldir; yarım, bir sayfayı pek geçmez. Böylece, 11 şarkının, savladığı üzere, “sanatsal ve teknik inceliklerini kapsamlı bir müzikal ve lirik analize” tabi tutarak, “derinlemesine” incelemesi için geriye 13 sayfa kalıyor. Bu ise diğer bölümlerin toplam sayfa sayısından daha az.
Tam bir göz boyama… Nasıl olsa okunmayacak.
Şarkı sözlerinin Türkçe çevirileri (s.66-71) verilirken, özgün dildeki karşılıklarının konmamış olması, akademik açıdan kabul edilebilir değildir.
Kaynakça sayfası için sıfat bulmak hepten zor. Kepazelik ötesi. Örneğin, şöyle bir yazım ile karşılaşıyorsunuz: Ravenni, Girardi, a.g.m., 567 ya da, Wakeling, a.g.e., 18, 30-31. Bunlar nedir? Metnin içinde her ikisine de gönderme yapılmadığından, anlama olanağınız bulunmuyor. Üstelik fazla görünsün diye, bazıları iki kez yazılmış: Sartori, C. (Ed.). (2023, December 18). Giacomo Puccini. Encyclopædia Britannica ile Ravenni, Girardi, a.g.m., 567. Bu yolla, 9 adet kaynak 11 adete terfi ettirilmiş.
Ergen Caner kaynak göstermenin ne anlam taşıdığı ve nasıl yapılması gerektiğini de bilmiyor. Oysa akademik alfabenin ilk harfidir. Örnek: Lester, L. D. (2007). The Songs Of Giacomo Puccini (Thesis). Bu tez nerede yapılmış, hangi akademik düzeyde, belli değil. Hani, Tosca (Opera-2007) demek gibi. Hangi ülkede, hangi opera kurumu, hangi solistler, hangi orkestra? Bunlar olmadan, akademik anlamda, kaynak göstermiş sayılmazsınız.
Bir diğeri: Elma, Enes. (2021). Art History Timeline Art Periods/Movements Dates Chief Artists and Major Works Characteristics Historical Events. Bu bir kitap mı, makale mi? Nerede yayımlanmış?
Kaynakça sayfasında yer alan 9 kaynaktan ikisi ansiklopedi maddesi (Britannica- Puccini, Madama Butterfly), ikisi doğrudan konu odaklı olmayan makale, ikisinin ne olduğu belli olmuyor, biri Puccini Müzesi tanıtım sitesinden bir sayfa, biri Utah Operası sitesinden bir sayfa. Son derece cılız bir kaynakça. İşe akademik ciddiyet katan, konuyla doğrudan ilgili tek kaynak, Puccini şarkıları üzerine hazırlanmış bir tez. Ancak Ergen’in bu tezi okumadığı anlaşılıyor.
Tez mi, maddi yanlışlar cenneti mi?
Gelelim “Puccini'nin şarkılarının sanatsal ve teknik nüanslarını aydınlatmayı, kapsamlı bir müziksel ve sözel analiz sağlamayı amaçlamayan” bu tezin içeriğine;
Şarkılara geçmeden önce, opera konusunda yıllardır ders veren birinin, doğrudan opera konusundaki cehaletini gösteren birkaç örnek verelim:
“Onun [Puccini’nin]çalışmaları, özellikle melodik zenginliği ve dramatik yoğunluğu nedeniyle, diğer bestecileri derinden etkiledi. Giuseppe Verdi gibi besteciler, Puccini'nin müziğinden ilham aldılar ve onun eserlerindeki yenilikleri takip ettiler.” (s.11)
Şaşırıyorsunuz; bütünüyle tersi olması gerekiyor. Nitekim aynı sayfanın 11. dipnot açıklaması başka telden çalıyor:
“Giuseppe Verdi (1813-1901), Giacomo Puccini'nin öncüleri arasında yer alır…Puccini'nin müziğindeki melodik zenginlik ve dramatik yoğunluk gibi özellikler, Verdi'nin eserlerinden de etkilenmiştir.”
Henry Murger’in, 1851 tarihli, Scènes de la vie de bohème’ini, Bohemya Hayatından Sahneler olarak Türkçeleştiriyor. Bohemya, Çek Cumhuriyeti sınırlarında bulunan bir bölgenin adıdır. Fransızcada bölge adı olanı, Bohême, diğeri ise Bohème biçiminde yazılır. Doğru çeviri, Bohem Hayattan Sahneler olmalıdır.
Abbé Prévost’un Manon Lescaut’su, Ergen’in sandığı gibi, “romantik edebiyatın” klasiklerinden (s.5, dipnot 2) değildir. Romantik edebiyat, kendine, 1700’lerin sonuyla, 1800’lerin ortası arasında yer bulur. Manon Lescaut 1731’de yayımlanmıştır.
“1879'da, Puccini'nin müzik eğitimi Milano Konservatuvarı'nda devam etmektedir.” (s.3).
“1880 yılında, Puccini, Milano Konservatuvarı'ndaki eğitimini tamamladı ve mezuniyet tezi olarak 'Capriccio Sinfonico' adlı orkestral eserini besteledi.” (s.4)
Ergen yanılıyor; Puccini’nin Milano Konservatuarı’ndaki eğitimi 1880-1883 arasındadır ve Capriccio Sinfonico da 1883 Temmuz’unda bestelenmiştir. Kopyala-yapıştır histerisi o ölçüde sınır tanımıyor ki, bir önceki sayfada,
“1880'de Istituto Pacini'den mezun olduktan sonra… Milano Konservatuvarı'nda üç yıl boyunca eğitim gördü.” (s.2) diye yazmış olduğunu unutmuş görünüyor.
Manon Lescaut’nun, Puccini’nin dördüncü operası olduğunu söylüyor (s.5). Yine yanılıyor; üçüncü operasıdır.
Şarkıların sözde “derinlemesine” incelendiği savı, entelektüel kapasite ve görgü eksikliğinin de ötesinde, inanılması güç bir sorumsuzluk, hatta pişkinlik örneği.
Puccini’nin bilinen 17 şarkısı vardır. Ergen, nedense, bunlardan 11’ini almış. Nedense, diyoruz çünkü seçimine yönelik hiçbir ölçütten söz etmiyor. Yalnızca, şarkıların, “Puccini'nin müziksel yolculuğunun bu genişliğini ve derinliğini göstermek için” seçildiğini söylüyor (s.1). Ancak “genişlik” ve “derinlik” ölçütlerinden ne anlaşılması gerektiğine yönelik, metinde, değil veri, en ufak bir ipucu bile yok. Örneğin, neden A te döneminde bestelenen diğer şarkılar, La Primavera, Vexilla a due voci, Beata viscera, seçilenler arasında yer almıyor? Ya da Storiella d’amore dönemindeki, Salve Regina, Ad una morta!, Mentia l’avviso? Veya Sole e amore dönemindeki Ave Maria Leopolda? Puccini’nin bestelediği son şarkı olan Inno a Roma da seçilme şansı bulamamış. Oysa oldukça ilginç bir siyasal öyküsü de var.
Şarkıların bestelenme tarihleri hakkında verdiği bilgilerin hemen tamamı yanlış:
A te (Sana) : “1880’lerin sonlarına doğru bestelendi.” (s.14). Kesin tarih, 1875’tir.
Storiella d’amore (Aşk Hikayesi): “1880’lerin sonlarına doğru bestelendi.” (s.21). Kesin tarih, 1883’tür.
Sole e amore (Güneş ve Aşk): “1880’lerin sonlarına doğru bestelendi.” (s.27). Kesin tarih, 1888’dir.
Avanti Urania! (İleriye Urania!): “1880’lerin sonlarına doğru bestelendi.” (s.31). Kesin tarih, 1896’dır.
Inno a Diana (Diana'ya Övgü): “Puccini'nin 1882 yılında bestelediği bir şarkıdır.” (s.35). Doğru tarih, 1897’dir.
E l’uccellino : “1880’lerin sonlarına doğru bestelendi.” (s.40). Kesin tarih, 1899’dur.
Terra e mare (Toprak ve Deniz): “Bestelendiği tarih kesin olarak belirtilmemiş olsa da…” (s.44). Kesin tarih, 1902’dir.
Canto d’anime (Ruhların Şarkısı): “Bestelendiği tarih kesin olarak belirtilmemiş olsa da…” (s.47). Kesin tarih, 1904’tür.
Casa mia, Casa mia (Evim, Evim): “Bestelendiği tarih kesin olarak belirtilmemiş olsa da…” (s.51). Kesin tarih, 1908’dir.
Morire? (Ölüm?): “Bestelendiği tarih kesin olarak belirtilmemiş olsa da…” (s.53). Kesin tarih, 1917’dir.
Sogno d'or (Altın Rüya): “Bestelenme tarihi hakkında özel bir bilgiye sahip değiliz.” (s.58). Kesin tarih, 1912’dir.
Bu tarihlerin tamamı, bazıları gün ve ayını da içerecek biçimde, kaynakçasına koyduğu ama okumadığının anlaşıldığı, Laurie Domingue Lester’in, The Songs Of Giacomo Puccini adlı tezinde yer alıyor. Bırakın tezi, Wikipedia’da bile var.
Bir araştırmacı düşünün ki, üzerinde çalıştığı şarkıların her yerde ve en kolay biçimde ulaşılabilecek tarihlerini bile yazamıyor, bazısını da yanlış yazıyor. Sorumsuzluk ve ilgisizliğin doruğu ise, söz konusu tarihlerin tamamının, tezin sayfa sayısını şişirsin diye koyduğu her şarkının nota metninin üzerinde belirtilmiş olması. Kopyalayıp, yapıştırdıklarına bile bakma zahmetine katlanmıyor. O derece edinilmiş bir güvence: Nasıl olsa okunmayacak, nasıl olsa kabul edilecek. Kim ya da kimler veriyor bu güvenceyi?
Tarih yanlışları, doğal olarak, değerlendirme yanlışlarına yol açıyor. İçlerinde komik denebilecek olanlar var: 1882’de bestelendiğini sandığı Inno a Diana şarkısı için, “Bu dönemde Puccini, genç bir besteci olarak müzik kariyerine adım atmıştır” diyor (s.35). Oysa şarkıyı 1896’da bestelemiş olan Puccini 38 yaşındadır ve La Bohem’i sahnelenmiştir bile. Veya 1880’lerin sonuna doğru bestelendiğini zannettiği E l’uccellino şarkısı için, “Puccini'nin gençlik yıllarına denk gelir” yargısıyla, “O dönemdeki bestecilik kariyeri henüz yükselişe geçmemişti” değerlendirmesinde bulunuyor. Şarkının bestelenme tarihi 1899’dur ve Puccini 41 yaşındadır. Tosca sahnelenmeye hazırdır.
Peki, şarkıların “sanatsal ve teknik nüanslarını aydınlatmayı, kapsamlı bir müziksel ve sözel analiz sağlamayı” hedefleyen Ergen, söz konusu şarkıları nasıl ele alıyor?
Her şarkı için dört ayrı çekmece var: Tarihsel Bağlam, Müzikal Analiz, Sözlerin Yorumu, Performans Geçmişi. Yine müthiş iddialı, afili bir proje.
Sonuç mu?
Tek bir örnek verelim; değerlendirmeyi siz yapın.
Canto d’anime şarkısı:
“Tarihsel Bağlam:
Puccini'nin besteciliğinin orta dönemlerine ait bir şarkıdır. Bestelendiği tarih kesin olarak belirtilmemiş olsa da, Puccini'nin kariyerinin zirvesinde olduğu döneme aittir. Puccini, bu dönemde birçok ünlü operayı bestelemiş ve büyük başarı elde etmiştir. Şarkının neden bestelendiği hakkında özel bir bilgi bulunmamaktadır, ancak genellikle besteciler eserlerini bu dönemde müzikal denemeler yapmak veya özel etkinlikler için bestelerler.
Müzikal Analiz:
"Canto d’anime," tipik bir şarkı formuna sahiptir. Melodisi, Puccini'nin romantik döneminin özelliklerini taşır. Melodi akıcı ve duygusal bir yapıya sahiptir. Harmonik olarak, Puccini'nin karakteristik tonal değişiklikleri ve akorlarını içerir. Ritmik olarak ölçülü bir tempoya sahiptir. Müzikal teknikler açısından özellikle vurgulanacak bir yenilik bulunmasa da, Puccini'nin melodi yazma becerisi bu şarkıda da kendini gösterir.
Sözlerin Yorumu:
Şarkının sözleri, genellikle duygusal bir içeriğe sahiptir. İnsan duyguları, aşk, özlem gibi temalar işlenir. Sözler, melodinin romantik ve duygusal havasını tamamlar.
Performans Geçmişi:
"Canto d’anime," Puccini'nin diğer eserleri gibi, birçok sopranonun ve tenorun repertuarında yer almıştır. Ancak genellikle Puccini'nin daha büyük operaları veya aryaları daha fazla bilinir. Bu nedenle, şarkının kayıtları veya belirgin performansları daha az sayıdadır.” (s.47, 50-51)
İşte, “kapsamlı bir müziksel ve sözel analiz” bu. Lise kompozisyon ödevi. Üstelik neredeyse tamamı kopyala yapıştır kolaycılığı:
1, 2, 3, 4 sayılı şarkılar ile, 7, 8, 9, 10 sayılı şarkıların Tarihsel Bağlam bölümleri sözcüğü sözcüğüne aynı.
7, 8, 9, 10 sayılı şarkıların Müzikal Analiz bölümleri aynı. 2, 3, 4 sayılılarınki ise hemen hemen aynı.
Sözlerin Yorumu bölümü içler acısı; ilkokul düzeyini aşamıyor. Öncelikle, sözlerin kimlere ait olduğu belirtilmemiş. Oysa söz yazarları içinde, Verdi’nin librettisti Antonio Ghislanzoni olduğu gibi, La Bohem, Tosca ve Madama Butterfly’ınki, Luigi Illica da var.
Performans Geçmişi bölümünde ne bir kayıt tarihi, ne bir solist adı. Hiçbir şey yok. “Genellikle Puccini'nin daha büyük operaları veya aryaları daha fazla bilinir. Bu nedenle, şarkının kayıtları veya belirgin performansları daha az sayıdadır” veya, “Genellikle daha özel etkinliklerde veya konserlerde seslendirilir” cümlelerinden başka bir saptamaya rastlanmıyor. 1, 2, 3, 4 sayılı şarkıların ilgili bölümleriyle, 7, 8, 9 sayılı olanlarınki zaten sözcüğü sözcüğüne aynı.
Bu bölüm, tıpkı diğerleri gibi, o kadar yalap şalap ki, örneğin, “E l’uccellino, Puccini'nin en bilinen eserleri arasında yer almaz.” (s.44) değerlendirmesini okuyorsunuz. Oysa konunun uzmanlarından Laurie Domingue Lester, Puccini’nin en görünür yapıtlarından biri olduğunu belirterek, 1908’den bu yana, Armida Parsi Pettinella, Licia Albanese, Marcella Reale, Renata Tebaldi, Roberta Alexander, Nuccia Focile ve Placido Domingo gibi isimlerin bu şarkının kaydını yaptıklarını yazıyor. (L.D.Lester, s.28)
Şarkıların Müzikal Analiz bölümlerinin tamamı, müzikal ve vokal teknikler açısından “özellikle dikkat çekici, vurgulanacak bir yenilik, vokal tekniği açısından öne çıkan bir müzikal teknik, özel müzikal teknikler açısından belirgin bir özellik” taşımadıkları saptamalarını içeriyor. “Puccini’nin melodik yeteneği ve duygusal ifadesi” “lirik yeteneği” “melodi yazma becerisi” “melodik yeteneği ve dramatik anlatım becerisi” gibi her şarkı için yinelenen kalıp ifadeler, müzikal ve vokal teknik farklılığına gerek bırakmayacak biçimde işlev görüyor.
Oysa Laurie Domingue Lester, bu şarkıların bestelenme tekniklerinin çeşitlilik gösterdiğini, vokal teknik açısından giderek zorlaşan bir yapıda olduklarını, nitelikleri açısından farklılıklara sahip bulunup, bazılarının Puccini’nin bilinen yeteneğini yansıtmadığını belirtiyor. Ayrıntılı teknik analizlerini yapıyor.
Ergen’in en azından bu bölümleri okuması gerekirdi.
Tarihsel Bağlam’daki sorun yalnızca tarih yanlışları ile sınırlı değil. Örneğin, ilk dört şarkı için kullandığı, “Puccini'nin müziğinin evrimine dair önemli bir iz bırakır.” (s.14, 21, 27, 31) değerlendirmesinin hiçbir açılımı yok. Ne yönde, hangi içerikte bir iz?
Öte yandan, “Bestelenme nedeni olarak özel bir olay veya talep belirtilmemiştir.” (s.40), ya da, “Şarkının neden bestelendiği hakkında özel bir bilgi bulunmamaktadır” (s.44, 47, 51, 53) saptamaları da yerinde değil; yeterli özeni gösterip, elinin altındaki kaynakları bile incelemediği belli oluyor:
Puccini, E l’uccellino’yu, evlendikten birkaç gün sonra tifüsten ölen doktor arkadaşı Guglielmo Lippi’nin anısına bestelemiş, ölümünden sonra doğan oğlu Memmo’ya adamıştır. (L.D.Lester, s.27). Canto d’anime Gramophone şirketinin (A.g.y. s.32), Casa mia, casa mia La Casa dergisi yayıncısı Edoardo de Fonseca’nın siparişidir (A.g.y. s.33). Morire?’yi ise III. Victor Emmanuel’in eşi Kraliçe Elena’ya ithaf etmiştir (A.g.y. s.37).
Tezin konusunun Puccini’nin Şarkıları olmasına karşın, şarkıların dönemsel sınıflandırmasının yapılmamış oluşu da ciddi bir eksikliktir.
Son olarak anlatım dili: Ergen’in kültür düzeyinin düşüklüğü, doğrudan söylemine yansıyor. Akademik anlatımın çok uzağında, turistler için hazırlanan rehber kitapçıklarında yer alan tanıtım içerikli, totolojik reklam dili baskın çıkıyor:
“Giacomo Puccini'nin operaları günümüzde hala büyük bir etkiye sahiptir. Onun eserleri dünya çapında opera toplulukları tarafından sıkça sahnelenir ve seyirciler tarafından büyük bir ilgiyle karşılanır. Puccini'nin müziği ve hikayeleri, çağdaş opera sahnesinde hala canlı ve etkileyici olarak kabul edilir.” (s.12-13)
Sanırım, bu tez, İstanbul Operası’nı yöneten başrejisör Ergen Caner’in bilgi, görgü, sorumluluk ve yetenek düzeyini yeterince ortaya koyuyor. Bu oğlanın rejisör olamayacağını, Saraydan Kız Kaçırma’yı izleyen herkes anlayabilir. Rejisörlüğün olmazsa olmazı, kurgu yeteneğidir. Ergen’in, bu tezde de görüldüğü üzere, kurgulama fukarası olup, anlatı disiplinine sahip bulunmadığı hemen görülüyor. Kalanı zaten özensizlik, savrukluk, sarsaklık… Tıpkı Saraydan Kız Kaçırma rejisindeki gibi.
Sonuç bölümü gerçekten vaka; Yüzsüzlüğün mizahi sunumu mu, klinik boyutu mu? Yeteneksizliğin harladığı komedi mi, megalomani mi?
Birlikte okuyalım:
“Bu tez, Giacomo Puccini'nin solo şarkılar alanında daha az bilinen ancak önemli katkılarını aydınlatmıştır…şarkıların müziksel ve sözel karmaşıklıklarını detaylandırarak, onların benzersiz stilistik ve tematik yönlerini ortaya koymuştur. Seçilen şarkılar üzerinde yapılan detaylı analiz, müzik ve sözler arasındaki karmaşık etkileşimi göstermiştir…onun sanatsal mirasına yeni bir bakış açısı sunarak, operatik alandaki başarılarının ötesinde, bestelerinin derinliğini ve çeşitliliğini sergilemektedir. Puccini'nin solo şarkılarına odaklanarak, bu tez, onun geniş çalışmalarına dair daha kapsamlı bir anlayış katkıda bulunmaktadır. Onun opera dışı eserlerinin detaylı bir incelemesi sağlayarak, Puccini çalışmalarında göreceli olarak göz ardı edilen bir alanı zenginleştirmektedir. Tez, Puccini'nin müziğine dair çok yönlü bir anlayış sunmakta, müziksel yapı, stilistik özellikler ve lirik derinliği bir araya getirmektedir. Bu bütünsel yaklaşım, onun bestecilik stilinin nüanslarını aydınlatarak, sanatsal evrimine ve müziğinin duygusal gücüne dair takdiri artırmaktadır. Bu araştırmanın bulguları sadece müzikoloji ve Puccini çalışmaları için değil, aynı zamanda daha geniş kültürel ve sanatsal tartışmalar için de önemlidir. Puccini'nin şarkılarında metin ve müziğin etkileşimini inceleyerek, tez, onun zamanının kültürel ve tarihsel bağlamlarına dair içgörüler sunar ve 19. ve 20. yüzyılın müziksel manzarasına dair anlayışı zenginleştirir. Sonuç olarak, bu tez, Giacomo Puccini'nin solo şarkılarına kapsamlı ve içgörülü bir analiz sunarak, onun az bilinen eserlerinin anlaşılması ve takdir edilmesine önemli katkılarda bulunmaktadır. Onun bestelerinin karmaşıklığını ve duygusal derinliğini vurgulayarak, Puccini çalışmalarına yeni bir perspektif kazandırmakta ve müzikal mirasını zenginleştirmektedir.” (s.62-63)
İnanın, aynen böyle. Şaka falan değil. Bu zavallı yeteneksizin o denli övgüye gereksinimi var ki, kendini jüri üyelerinin ya da konunun otoritelerinden birinin yerine koyup, tez ile ilgili değerlendirme raporu yazdığını düşünüyor. Gönlünde böyle bir rapor yatıyor. Ciddi bir kurumda değil kabul edilmek, ilk dört sayfasından sonra fırlatılıp atılacak bu kâğıt tomarının hiçbir paragraf ya da cümlesinde, gönlünde yattıklarının tek bir sözcüğünün bile doğrulanmadığı gerçeğini bir yana bırakalım; akademik çalışmalarda, hele bir yüksek lisans tezinde, burada olduğu gibi, kesinlik ifade eden yüklemler kullanılmaz. Onun yerine, “yapılmaya çalışılmıştır, göstermeye çaba harcanmıştır vb.” türünden kullanımlar yeğlenir.
Sınırlı yetenek, sınırsız hırs sarmalı yalnızca görgüsüzlük ve düşük kültür düzeyine davetiye çıkarmaz, daha başka sorunlara da kapı açar.
Örneğin…
Ergen Caner’in İsrail ile ilişkisi: Kozmik tesadüfler
Sınırlı yetenekli, sınırsız hırslı Ergen Caner, 2011 Şubat’ında, çok ciddi ve ağır bir siyasal angajmana girerek, nerelere kadar savrulabilecek bir kişiliğe sahip bulunduğunu gösterecektir; 2011 Şubat’ında İsrail’de, üstelik İsrail Operası için, İsrail askeri üniformasıyla sahneye çıkmak önemli bir risk almaktır. Oysa o, solist kariyerine destek bulabilmek için, her şeyi göze almaya hazırdır. Uluslararası bir kariyer rüyasıyla yanıp tutuşmaktadır.
Dönemin siyasal ortamını anımsayalım:
11 Ocak 2010’da, Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından, Kurtlar Vadisi adlı dizide anti-semitizm yapıldığı gerekçesiyle, kameralar ve basın mensupları önünde ağır biçimde aşağılanmıştır.
Şok tam atlatılamamışken, bu kez çok daha büyük bir krizin tetiğine basılır. Filistin’e yardım götüren Mavi Marmara gemisi uluslararası sularda 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail askeri güçlerinin saldırısına uğrar. İsrail askerleri 10 Türk vatandaşını öldürmüş, 56’sını yaralamıştır. Ülkede, tıpkı uluslararası kamuoyunda olduğu gibi, geniş yankı bulan olay büyük bir tepkiye yol açar. Bütün siyasal kesimler İsrail’in devlet terörüne karşı birleşmiştir. Bir grup hariç: FETÖ’cüler.
Pennsylvania’da yaşayan Fethullah Gülen, Wall Street Journal’e verdiği demeçte, “Organizatörlerin İsrail’in onayını almadan hareket etmesini otoriteye baş kaldırı” olarak niteler. “İsrail ile uzlaşma yolunu seçmemenin faydalı sonuçlar doğurmayacağını” belirtir. (NTV, 4 Haziran 2010)
FETÖ açık biçimde İsrail’in yanında yer almıştır.
İshak Alaton’un şahsında Yahudi sermayesinin 2011’den itibaren FETÖ’ye açık desteği de kimsenin sırrı değildir. Bu destek daha önce de vardır ama Ergenekon sürecinde görünür olması tercih edilmiştir.
Bu olaydan 3 yıl sonrasına, 22 Mart 2013 tarihine gelene kadar Türk-İsrail ilişkileri dip noktadadır.
İşte, böyle bir ortamda, Mavi Marmara olayından yalnızca 8 ay sonra, krizin en yoğun anında, İsrail Operası’nın bir temsilinde sahneye çıkmanın anlamı ve mesajının yalnız ve yalnızca siyasal olabileceğini anlamak için dâhi olmaya gerek yoktur. FETÖ ve Caner oğlumuz tesadüfen mi yan yana gelmişlerdir? Öte yandan, İsrail’in, Türk Devlet Operası’ndan birini davet etmesinin de, söz konusu kişi sanatsal açıdan sıra dışı olmadığına göre, masumane olduğunu düşünmek safdillik olur.
Tek başına çıkıp rolünü söylemekle kalsa yine iyi; Ergen Caner’e başka bir koşul öne sürülür: İsrail askeri üniformasıyla sahneye çıkmak. Üstelik İsrailli sanatçıların hiçbiri o üniformayı taşımazken, yalnızca Ergen’e giydirilmesi tesadüf sayılabilir mi?
İsrail askeri üniformasının tipik özelliği, berenin apolet kısmına yerleştirilmesidir. Youtube’da iki sahnesinin yer aldığı Alayın Kızı operasının Tel Aviv temsilinde, Ergen dışında beresi apolet kısmına yerleşmiş olan başka bir asker yoktur.
İşin siyasal mesaj olduğunun bir başka göstergesi, reji, dekor ve söz konusu askeri kostümlerin, Alayın Kızı’nı bu tarihten 5 yıl önce (2006) Tokyo’da sahnelemiş olan Bolonya Belediye Operası’nınkilerin (Teatro Comunale di Bologna) aynısı olduğu halde, tek farkın, Ergen Caner’in üniformasının İsrail askeri üniformasına dönüştürülmüş olmasıdır. Ergen’in, “Ah! mes amis, quel jour de fête” ile “Pour me rapprocher de Marie” aryalarında beresi apolet kısmında görünürken, diğer askerlerin böyle bir görüntüsü olmaması, verilmek istenen mesajı açık hale getirmektedir.
Ergen Caner’in bir an önce sivrilme arzusunun hiçbir etik, ideolojik, siyasal sınırı yoktur.
FETÖ’nün çok sevdiği insan malzemesi…
İsrail riskini göze almış olmasının bir karşılığı olmalıdır. Olur da. 2011 ve 2012’de, verilen destek ile Avrupa’da kendini göstermesinin yolu açılır:
Tel-Aviv’deki orkestrayı yöneten Alberto Zedda, aynı zamanda, Pesaro’da düzenlenen Rossini Opera Festivali’nin de kurucu ve yöneticisidir. Aynı yıl, 2011 Ağustos’unda, Ergen’i, festival kapsamında, Rossini’nin Il viaggio a Reims’ine çıkarır. Libenskof rolünde çok parladığı söylenemez: Orta sesleri terk ettiği andan itibaren pes ve tizlerdeki sorununun, epey zorlama ve zorlanmasına yol açtığı, kulaktan kaçacak gibi değildir. (Thomas Molke, Die Reise ins Nirgendwo, http://www.omm.de/veranstaltungen/festspiele2011/PESARO-2011il-viaggio-…)
Ardından, doğal olarak, FETÖ’nün etkin varlığının gözlemlendiği Almanya’da, Yahudi lobisinin de desteğiyle bir iki temsilde daha görünecektir:
Yine 2011’de, 28 yaşındaki genç Alman rejisör Sebastian Welker’in ilk rejisi olan, Rossini’nin La Cenerentola’sı. Saarbrücken’de (Saarlandisches Staatstheater).
2012’de ise Almanya’da, Baden-Baden’da, Donizetti’nin Aşk İksiri ile Avusturya’da, Klosterneuburg Açık Hava Opera Festivali’nde, yine Donizetti’nin Don Pasquale’sinde.
Bu kadar. 2011, 2012’nin ötesine geçen ciddi bir şeyler yok. Örneğin, 13 Ekim 2017’de, Wiener Konzerthaus’da gerçekleştirilen yarı konser formatlı Don Giovanni, Sedat-Gürel-Güzin Gürel Sanat ve Bilim Vakfı’nın düzenlediği ve bütün sanatçıların Türk olduğu özel bir etkinliktir.
Yüksek sanatlarda siyasal ya da farklı amaçlı torpil bir yere kadardır.
Ergen Caner’in sanatsal kapasitesi Batı coğrafyasında özel bir dikkate konu olacak nitelikte değildir. İşler ülkede daha kolay yürür:
Aynı yıl, 2011’de, Anadolu Üniversitesi’nde ders vermeye başlar. Opet Caner’e yanaşma isteği de dikkate alındığında, ortada, en azından siyaseten tuhaf bir durum yoktur. Gerçi henüz 30 yaşında bile değildir ve bu, şan hocalığı için şaşırtıcıdır. Ama dedik ya, konu esasen siyasaldır; Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin Abdullah Gül tarafından çok tartışmalı biçimde atanan (2009) rektörü Davut Aydın’ın, İslamcılara, özellikle FETÖ ile yakınlığı basında bolca yer almış AKP milletvekili Murat Mercan’a, yakın olduğu savı, kulisleri dolaşmış söylentiler arasındadır. Ricaları kırmayacağı kesindir.
Bu arada, Ergen, FETÖ-Saray savaşımının giderek arttığı 2013-2014 sezonunda, FETÖ’nün büyük yığınak yaptığı Kazakistan’ın Astana şehrinde özel bir davet üzerine sahneye çıkıp, Carmina Burana “Tenor Solo” söyleyecek, (Goethe-divan.com, 12 Şubat 2019), ancak 15 Temmuz’dan sonra, DOB’un resmi sitesinde yer alan CV’sinde bu bölümü sansürlemeyi uygun bulacaktır.
Yine aynı yıl, 2014’te, bu kez Mimar Sinan’da ders vermeye başlar. Rektör Yalçın Karayağız, Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği (2006), İslamcıların pek sevdiği bir isimdir. 18 Aralık 2012’de Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelişini protesto eden öğrencilere sert müdahalede bulunan polisin tavrı eleştiri konusu olmuş, bazı rektörler ise öğrencileri kınayan bir bildiriye imza atmışlardır. Karayağız bunlardan biridir. Kendisine yapılan “AKP’nin adamı” suçlamasına, öğrencilerin karşısında, “Bu zamanda hangi rektör var ki, AKP’nin adamı olmasın” diyerek yanıt verecektir. (haber.sol.org, 3 Ocak 2013) (video: dailymotion.com)
2011’de, Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı heykelinin, “ucube heykel” tartışmasına evrilip, yıktırılma sürecinde; 2013’te, MSGSÜ’deki Deniz Gezmiş heykelinin kaldırılmasında, hep İslamcıların yanında yer almış bir isimdir.
Elbette, Ergen Caner için gelen ricaları kıracak değildir.
2014-2015 sezonunda, seninkinin İDOB Sanat Danışmanı yapılması da arkadan esen rüzgârın getirilerinden sayılmalı.
İsrail olayı hassas bir döneme denk geldiği için, olağan koşullarda, medyada bolca köpürtülmesi öngörülebilecekken, PR’ının yapılmamasına özen gösterilir. Yıpratılmak istenmez. Gelecek için yatırım yapılan isimlerdendir.
2018 Ocak’ında, birdenbire çocuk operası rejisörü olarak ortaya çıkışına bu açıdan da bakmakta yarar var. Gerçek rejisörlüğe geri sayım başlamıştır. Nitekim kısa bir süre sonra, 2020’de, Osmanlıca oynanacak ilk Saraydan Kız Kaçırma’nın reji koltuğuna oturtulacaktır.
Yine İsrail sorunu, yine tesadüf; bu kez de Ergen Caner başrejisör yapılıyor
2011’de, Türk-İsrail ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemde, Ergen’in İsrail’de sahneye çıkışı ve solist kariyerini uluslararası ölçeğe taşıma çabası. 2023’te, İsrail’in Gazze’ye yönelik yıkım harekâtıyla birlikte, Türk-İsrail ilişkilerinin yine gergin olduğu bir dönemde, Ergen’in İstanbul Operası’na başrejisör yapılışı ve rejisör kariyerine meşruluk kazandırılma çabası.
İlginç tesadüf!
Ama başka tesadüfler de var: Ergen Caner’in avukatının Yahudi oluşu… Opet Caner’in başrejisör yaptığı yoldaşına, 2024-2025 sezonu için Donizetti’nin Alayın Kızı operasının rejisini verişi; ya da Ergen’in bu talebine karşı duramayışı.
Unutmamalı ki, Alayın Kızı, Ergen’in İsrail’de sahneye çıktığı yapıttır.
İstanbul Operası’nın ilk kez 1973-1974 sezonu repertuarında yer alıp, sonrasında yarım yüzyıl boyunca sahneye taşınmamış olan Alayın Kızı’nın, birdenbire bu sezonun repertuarına dahil edilişi, adrese teslim ihale izlenimi doğurmuyor mu?
Ayrıca, aynı sezonda, rejisörü aynı olan iki operanın -Saraydan Kız Kaçırma, Alayın Kızı- sahneye taşınma kararı, Ergen’in tartışmalı rejisörlüğünü meşrulaştırma çabası sayılmaz mı?
Öte yandan, bu sezon, Ergen Caner’in solist olarak hiçbir temsilde yer almayıp, yalnızca rejisör kimliğine yatma girişimi, yine aynı amaca yönelik bir adım değil mi?
Ne yapılırsa yapılsın; bu oğlandan asla rejisör çıkmaz. Opet’in İDOB’un başındaki liyakatsız, şirket zihniyetli yöneticiliği, Genel Müdürlükteki tüccar kadronun umursamazlığı, Ergen’i o koltuğa bir süreliğine oturtabilir. Medya şakşakçıları da ayarlanabilir. Ama yüksek sanat sahnesi dopingi de torpili de kaldırmaz. Tıpkı 2011 Tel-Aviv çıkarmasının botokslu meşruluğunun yetmediği gibi, bugününki de kalıcı olmaz.
Saray’da danışman… DOB’da danışman…
DOB’un Türkiye Yüzyılı ekibinin diğer bir herzesi, İslamcıların arzuları doğrultusunda, “danışmalık” adı verilen ucubeyle, kamusal işleyişinin getirdiği sınırları aşındırarak, DOB’u, doğrudan liberal mantığa oturmuş bir piyasa oyuncusuna dönüştürme çabasıdır. Önce kurum içinden sanatçılar “danışman” sıfatıyla atanarak, yasal ve tanımlı “görev-yetki-sorumluluk” ilişki çerçevesi rendelenecek, ardından, dışarıdan atanacak “danışman”lar ile Laik Cumhuriyet’in öngördüğü kurumsal bilinç ve derinlik bütünüyle terk edilecek. Yani, kuruma Arzu Kalkanlar dolacak. Unutmamalı ki, Arzu kız DOB’a, “Genel Müdür Danışmanı” olarak sokuldu.
Bu model, Saray rejiminin DOB’a yansıyan doğal siyasal müdahalelerinden biridir. Nasıl ki, ülkede, Saray “danışman ve kurulları” ile “bakanlıklar” biçiminde örgütlenmiş iki başlı bir yönetim yapılanması var; hangisinin ne ölçüde yetki ve etkisinin olacağına tek bir adam karar veriyor; DOB’da da, 1309 sayılı yasa ve ilgili yönetmeliğin temellendirdiği konum ve kurullar yanında, “danışman” sıfatlı birileri ortalıkta dolaşıyor, hangisinin hangi yetki ve etkiye sahip olduğuna tek adam, genel müdür karar veriyor. Tabii, genel müdürlük koltuğuna oturtulmuş olan Milli Tacir Tan Sağtürk yalnızca emir eri olduğundan, iliğe dokunan kararlar Batuhan delikanlıdan geliyor.
Açalım:
İslamcılar, bir Laik Cumhuriyet kurumu olan DOB’un bu niteliğini değiştirmek için, yasasının değiştirilmesi gerektiğini biliyorlar. Çok kolay değil. En fazla bilineni TÜSAK olmak üzere bazı girişimlerde bulundular. Olmadı. En sonunda, cepheden saldırı yerine, içeriden eritme yönteminin daha akılcı olduğunu anladılar. Siyasal dengelerin de zorunlu kılışı karşısında, kurumu, önce sanatsal olarak Laik Cumhuriyet çizgisinin dışına çıkarmak, ardından da yasal ve yönetsel işleyişi ona uydurmak biçimindeki programlarını adım adım uyguluyorlar. Bunu yaparken de, yasal düzenlemelerin el vermediği durumlarda ya arkadan dolaşarak, ya da oldubitti yöntemiyle, amaçlarına ulaşmayı deniyorlar.
İşte, DOB’da, “Danışmanlık” adı altında devreye sokulmaya çalışılan model, bu sürecin adımlarından biridir.
23 Temmuz 1970 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 1309 sayılı DOB yasası ve 23 Eylül 1971 tarihinde aynı yerde yayımlanıp yürürlüğe giren DOB yönetmeliğinde “danışman” adlı bir kadro ve görev tanımı yoktur. İlgili yasanın 3.md (a) fıkrasıyla, ilgili yönetmeliğin 28 ile 29. maddelerinde varlık bulan Sanat Kurulu’na, genel müdürlükte genel müdür, il müdürlüklerinde ise müdürlerin iki yıllığına seçtikleri sanatçı, kendilerine “danışman” işleviyle hizmet verir. Bunun dışında bir danışmanlık işlevi yasal olarak söz konusu değildir.
İslamcılar, “danışmanlık” sisteminin, Laik Cumhuriyet’in kurumsal yapılanma çabasına karşı, gevşek yönetsel boyutu ve esnek liberal içeriği nedeniyle, kamu kurumlarında etkin biçimde kullanılmasını istiyorlar. DOB da nasibini alıyor. 2018’de, Murat Karahan’ı genel müdür yaptıklarında, DOB’un yönetsel şemasına “Sanat Danışmanlığı” adlı bir birim konmasını istiyorlar. Nitekim DOB Genel Müdürlüğü 2018 yılı Faaliyet Raporu’na konuyor. Tam bir oldubitti. En ufak bir yasal dayanaktan yoksun. Ancak İslamcıların yönetim anlayış ve iradelerini göstermesi bakımından çok anlamlı: Sanat Danışmanlığı adlı yapılanmayı, kurumsal işleyişin pivotu haline getirmek. Kurumu, doğrudan genel müdüre bağlı bu yapılanma eliyle denetim altında tutmak. Tipik tek adam rejimi aparatı.
Yasal olmayan bu oluşum tepki doğurunca, bir sonraki yılın faaliyet raporundaki yönetim şemasından çıkarılır, yerine, işlevin içeriğini tanımlayan bir birim konur: İç Denetim.
Milli Tacir koltuğa oturtulunca, “Sanat Danışmanlığı”na hız vermenin yerinde olacağı değerlendirilir. Üst yönetim bütünüyle tüccarlardan oluşmuş, el rahatlamıştır. Batuhan delikanlı emri tebliğ, emir eri Tan Sağtürk tebellüğ eder. Geriye, döneme uygun kişilikte danışmanlar bulmak kalır.
Zor değildir; Ankara’da Tacettin Uyanık, İstanbul’da Tülin Yitik ve Deniz Özaydın.
Her üç isim de baleden. Hiçbiri tesadüfen seçilmiş sayılmaz.
Bir uyanık danışman: Kemiksiz Tacettin
Tacettin Uyanık emekli. DOB’un eskilerinden. En önemli özelliği, tüccar kanı taşıyor oluşu. Doğal olarak, kemiksiz. Hem de nasıl! Öyle, kırmızı çizgi, etik eşik, kamu yararı, kamu kurumu, Laik Cumhuriyet kültürü falan türü teranelere pabuç bırakmaz. Öğrencilik yılları ve hemen sonrasında solcu olmasına karşın, 12 Eylül ve Özal’ın ardından, öncesinde ezbere bildiği bazı şeyleri unutkanlık kurbanı kabul ederek, arka raflara atıyor. Bunlar arasında, kamu kurumları ile holdinglerin neden birbirlerinden farklı oldukları, kamu sektörü ile özel sektörün neden aynı biçimde yönetilemeyeceği bilgisi de var. Çok uzun bir süredir, bu tür farklılıkları anlamsız, gereksiz görüyor. 45 yıllık DOB yaşamının yalnızca son 25 yılında ticaret yapmış olmasını dikkate alarak, önceki 20 yılı boşa geçirdiğine hayıflanıyor.
Kemiksiz’in kişiliğini berrak biçimde ortaya koyacak bir örnek verelim:
1990’ın Mayıs’ı; Cumhurbaşkanı Özal’ın yakını Erol Gömürgen, DOB Genel Müdürlüğü koltuğunda. 12 Eylül’ün Türk-İslam Sentezi devletin kültür politikası olmuş. DOB’a yansısı, “milli çağdaş folklorik bale” veya “Türk adımlı bale”. Koreograf Sonya Arslan bu işe memur edilmiş. Kırklareli, Gaziantep, Dinar, Bitlis folklorundan gayet güzel modern dans çıkacağına inanıyor (Cumhuriyet, 28 Aralık 1990). Sanatçı temsilcisi Kemiksiz Tacettin harika bulduğu projenin distribüsyonuna imzayı basıyor. Kısa süre sonra, sanatçılar bu garabete isyan edince, olay, basına “davullu bale” biçiminde yansıyor. Tabii, rafa kalkması da kaçınılmaz oluyor.
Kemiksiz ne mi yapıyor?
“Ben, genel müdürün baskısı altında imza ettim. İmzamı geri çekiyorum” diyor. (A.g.y)
Gayet açık, değil mi? Başka örneğe gerek yok, sanırım.
1990’ların başında, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, yükselen trend’e yatırım yapmanın en gerçekçi yol olduğunu görüp, Genel Müdür Şeyh Rengim Gökmen’in Kozmik Beyhan’a teveccühünün izinden giderek, 1992’te kurulan MDT’nin 11 yıl boyunca müdürlüğünü üstleniyor. Kozmik’ten, çok kısa sürede, sanatın yükseği filan olmadığını, Laik Cumhuriyet değerlerinin geride kaldığını, balede gerçek sanatın dans ile ticaret arasındaki ilişkide gizli olduğu teyidini alınca, TAB Sanat adıyla piyasaya çıkan şirket üzerinden dans ticaretine atılıyor.
TAB’ın anlamı mı?
Tacettin, Alparslan ve Beyhan’ın adlarının baş harfleri.
Kozmik Beyhan MDT’nin kurucusu, Alparslan Türkeş Karaduman MDT’de Kozmik’in yardımcısı, Kemiksiz Tacettin de MDT’nin müdürü.
Böylece, modern dansın kamu kurumu bünyesine resmen kabulüyle, şirketleşip, piyasaya yönelimi hemen hemen aynı tarihe denk geliyor. Modern dansın üç silahşoru, üç liberal piyasa oyuncusuna dönüşüyor.
Dükkânı önce Samsun’da, 1995’te açıyorlar.
Neden Samsun?
Bakanlar Kurulu, 1993’te, MDT’nin etkinliklere başladığı yıl, Samsun’da bir opera-bale müdürlüğü açma kararı alıyor; bizimkiler de anında paranın kokusunu. Opera-bale kurulması demek, yatırım, bütçe, salon, çevre, tanıtım, müşteri vb. demek. Yani, güzel bir pazar. Üstelik alan boş; tekel olma olasılığı çok yüksek. Özel bir kurs, hele bir de DOB çalışanları tarafından açılıyorsa, garantili müşteri…
Neyse, anladınız, değil mi?
Modern dansın olduğu her yerde caz Allahın emri sayıldığından, balenin yanına, jazz dans, keman, klasik gitar, piyano, resim filan.
Bu sırada, Kemiksiz’in eşi Ömür Uyanık da, tesadüfen olsa gerek, DOB Çocuk Balesi’nin başına geçer. Yıllardır var olan bu kurs, 8-11 yaş arası, dansa yetenekli çocukların ücretsiz olarak devam ettikleri eskiden dört, şimdilerde üç yıllık bir kurstur. Bu biçimiyle kamu hizmetidir.
2001’den itibaren, TAB Sanat, Samsun dışında, Ankara’da da hizmet vermeye başlar: Jazz dans, modern dans, klasik bale, pilates, keman, piyano, davul, resim-heykel vb.
Yok, yok, Kemiksiz Tacettin DOB’dan ayrılmaz; tam tersine, orada da yönetsel görevleri istifler. Ağırlıklı olarak, piyasa ile ilişkileri güçlü olan işleri kovalamayı yeğler: Aspendos ve Bodrum Bale Festivali Genel Koordinatörlüğü (2011, 2012, 2013), İstanbul Uluslararası Bale Yarışması’nda yöneticilik (2008, 2010, 2012, 2014, 2016) vb.
Bu sırada, TAB Sanat hızla palazlanır. Kemiksiz, diğer iki ortağın hisselerini ödeyerek, şirkete bütünüyle sahip olur. Becerikli eş Ömür Uyanık ise, piyasa ve ticaret kavramlarını algılayıp uygulamaya koymakta gerçek bir yetenek olduğunu gösterir. 1994-1995 sezonunda yönetimini üstlendiği DOB Çocuk Balesi’nin başında 30 yıl kalmayı başaracaktır. Yöneticiliğinin idealist ilk yılları ardından, “dans-çocuk” ilişkisinde çok sıkı kârların gizlendiğini görerek, daha az idealist, daha çok gerçekçi olmanın, en azından daha çok para getirdiğini anlamakta gecikmez. Özel dans okulu bulunan birinin, ücretsiz bale kursu veren bir devlet kurumunun bünyesinde yer alması bir yana, bu kursun hem yöneticisi, hem kursa kabul sınavını yapan kişi oluşunun ağır bir etik sorun doğuracağı savı, yeni Türkiye’de elbette karşılık bulmayacak, TAB Sanat ile DOB Çocuk Balesi’nin ilişkileri giderek daha gıllıgışlı bir görüntü vermeye başlayacaktır.
Uyanıkların sırtında etik küfesi bulunmuyor oluşu, para hırsından gözlerinin dönmesini kolaylaştırınca, Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat”ından el çabukluğuyla istifa etmelerinin de yolunu açar. Ömür Uyanık, DOB Çocuk Balesi’ndeki çocuklara balenin yücelik ve zorluğunu anlatırken, Benimle Dans Eder Misin? adlı, Huysuz Virjin’in sunduğu ve jürisinde Tan Sağtürk ile Asena’nın da olduğu sefil magazin programında (2005-2011), dansların koreografileriyle, dansçıların eğitimlerini üstlenir. Milli Tacir ile zaten Diyarbakır’dan tanışıyorlardır. O kepaze öyküyü yazmıştık. (M. Gönenç, İslamcı Yıllarda Devlet Opera ve Balesi, Yazılama Yn., 2023, İstanbul, s.321-399, 619-628 ) Benimle Dans Eder Misin?, birlikte çalışmalarını bir tık daha yukarı taşır. Ama tüccar Ömür’ün aç gözlülüğünü gidermenin olanağı yoktur ki; Miss Turkey güzellik yarışmasındaki gösterilerin koreografi ve sahne düzenlemesini de yapacaktır.
İnsanın nutku tutuluyor; bunlar, Laik Cumhuriyet’in yüksek sanatı balenin koruyucuları, öyle mi?!
2010’da, bizim çift, ticarethanelerini 115 milyon euro’luk Kentpark AVM’ye taşıyorlar. 800 m2’lik, son derece lüks bir mekân. Kim bilir kirası kaçadır? Kazanıyorlar ki, ödüyorlar. Yoksa dönemin ABB Başkanı Melih Gökçek’in yardımı mı söz konusu?
Yok artık, daha neler!
2018’e gelindiğinde, Uyanıklar Tic. Bodrum’da, Milli Tacir ile ortaklık kurar: Bodrum TAB Sanat&Tan Sağtürk Akademi. Midtown AVM’de 600 m2’lik lüks alan.
2018, Milli Tacir’in Troya şarlatanlığına çıkartılıp, DOB’a alınma sürecinin başlatıldığı yıl. Tabii, hukuken Saray rejimine geçtiğimiz yıl da.
Tüccar milleti para kokusunu erken ve uzaktan alır; Uyanık çifti, 50 yaşında bir işadamının Devlet Balesi’ne alınmasının sıradışı bir durum olup, siyasal iradenin bu kişiye yatırım yaptığını anlayabilecek deneyime sahiptir. Nitekim yanılmayacaklardır; ticari ortakları birkaç yıl sonra genel müdür yapılacaktır.
Çarpıcı olan bir nokta daha var: TAB Sanat, DOB’un sponsorları arasında yer alıyor. Aşağıdaki liste, Uyanık çiftinin sponsor olduklarını içeriyor:
Cindirella-Ankara MDT (2014), Piri Reis-Ankara (2014), Hamlet-Ankara (2015), Hürrem Sultan-Samsun (2015), Yevgeni Onegin- Ankara (2016), Kanlı Düğün- Mersin (2016), Uluslararası Bale Yarışması-İstanbul (2016), Bodrum Bale Festivali (2016), Romeo & Julliet-İzmir (2016), Tango’s-Ankara (2017), Zorba-Ankara (2017), Bodrum Bale Festivali (2018), Aspendos Opera ve Bale Festivali (2018), Çalıkuşu-Samsun (2019), Şehrazat-Antalya (2019), V. Murat-İzmir (2019), Troya-Ankara (2020).
TAB Sanat’ın, TÜSAK’çı Mehmet Balkan’ın birçok yapıtının sponsoru olduğunu da anımsatalım. Volkan Ersoy, Armağan Davran da bu kaynaktan nasiplenenler arasında.
Yani, DOB sanatçısı iki kişi, kendi şirketlerini DOB’un sponsorları arasına sokuyorlar. İki kamu çalışanı, özel şirketleri aracılığıyla, kamuya sponsor oluyorlar. Kamu ile özelin sınırları karışıyor; kendileri aynı zamanda hem kamuda, hem özelde yönetici olduklarından, kimin eli kimin cebinde anlaşılamıyor. İşte bu, tam da İslamcı liberallerin arzuladıkları model: Kamunun liberalleştirilmesi.
Peki, bizim Uyanıklar bunu ne karşılığında yapıyorlar? Sonuçta, ortada kâr amaçlı bir özel şirket var.
Tabii ki yüksek sanat aşkı…
Orası mutlaka öyledir de… Hani, yanında başka bir aşk da olamaz mı, diye..
Bilmem, kendilerine sor! Ayrıca, sana ne!
Milli Tacir Tan Sağtürk’ün, işte bu emekli Tacettin’i, yani halihazırdaki iş ortağını, “temininde güçlük çekilen eleman” ayağıyla danışman yapıp, cebini doldurmasının, sizce, tuhaf bir tarafı var mı?
İstanbul’a danışman, Ayşem Sunal’a danışmam
Günlerden bir gün, Tülin Yitik ve Deniz Özaydın, “Biz, Sayın Genel Müdürümüzü temsilen, İstanbul için danışman seçildik. Biline!” diyerek, İDOB koridorlarında arz-ı endam ederler. Tülin Yitik emekli, diğeri değil.
Önce durum anlaşılmaz; bunlar kime, hangi konuda danışmanlık yapacaklar? İkisi de baleden; operadan anlamazlar. Balenin başında bulunan Ayşem Sunal’ın bale konusunda danışmana gereksinimi zaten yok; yıllardır İstanbul Balesi’ni yönetiyor. Başkoreograf. Bilançosunun ekside olduğunu savlamak hiç kolay değil.
O halde?
Sonra, anlaşılır; kimseye danışmanlık falan yapmayacaklar. Etrafta dolanıp, toplantılara girip, olan biteni genel müdüre aktaracaklar. Yani, kibarca, genel müdürün danışmanları, gerçekte ise jurnalcileri. Genel müdür de zaten Batuhan delikanlının…
Saray rejimi izdüşümü olduklarından, yalnızca sessizce dinleyip, bilgi toplayıp Sayın Genel Müdürlerine aktarmakla yetinmiyor, işlere müdahale de ediyorlar. Merkezi yönetim/tek adam rejimi bunu gerektiriyor. Ama yasal değil. Üstelik yetki karmaşası oluşuyor. İki Caner, Opet ve Ergen için, sorun değil; ceplerini doldurup, yukarıya hoş görünmenin dışında zaten bir “yönetim” anlayışları yok. Ama biri için olmalı: Ayşem Sunal.
Görüntü rahatsız edici; her iki ismin de baleden oluşları, sanki İstanbul Balesi’nin mercek altına alındığı, başkoreograflık yetki ve sorumluluklarının yasadışı unsurlarca tırpanlandığı izlenimi doğuruyor. Paralel bale yönetimi oluşumu…
Ayşem Sunal’ın çok sert tepki gösterip, derhal başkoreograflıktan istifa etmesi en uygun davranış.
Neredee!
Sayın Milli Tacir de, bütün bale camiası da biliyor: Ayşem Sunal bir koltuk hastasıdır ve ne olursa olsun… Neyse…
Hadi, Tacettin Uyanık genel müdürün iş ortağı, kâr arkadaşı; danışmanlığı kafadan hak ediyor. Peki, ya Tülin Yitik ile Deniz Özaydın?
Her ikisinin de piyasa ile ilişkileri pek yok.
Tülin Yitik yıllarca Teknik Kurul’da bale temsilciliği yapmış, bürokratik işleyişe hâkim biri. En önemli özelliği, otorite hayranlığı. Hastalık düzeyinde. Yönetsel otorite, yükselen güç onun her zaman gözlerini kamaştırıyor. Hiçbir ayrım, ölçüt yok; yeter ki, “güç” olsun. Bütün DOB kariyerini bu anlayış temellendirdiği için, koku alma yeteneği de çok gelişkin. Kim yükseliyor, büyüklerimiz kime yatırım yapıyor, herkesten önce öğrenip, ona oynuyor. Doğal olarak, bale camiasının çok sevip, çok saygı duyduğu biri değil.
Milli Tacir’in 50 yaşında Devlet Balesi’ne alınması gündeme geldiğinde, Cumhuriyet tarihinde, belki de dünya bale tarihinde ilk kez yaşanan böyle yamuk bir durum karşısında, baleciler önce kulaklarına inanamamış, ardından tepki göstermişlerdi. Tülin Yitik tam ters yönde ağırlık koyup, bu girişimin Türk balesi için hayırlara vesile olacağını, başta hassas koridorlar, her yerde yüksek sesle haykırınca, hem Milli Tacir’in, hem de onu DOB’a alan İslamcıların gönlünde bir tapu sahibi olmuştu. Emekliliği gelince, ona, güzel bir emeklilik sonrası hediye olarak, danışmanlık verilmesi oy birliğiyle kabul edildi. Şimdilerde, İDOB’dan Genel Müdürlük makamına aralıksız canlı yayın yaparak, görevini kemal-i ciddiyetle yerine getiriyor, parasını da alıyor.
O kadar nezih, yol gösterici sosyal medya yorumları var ki, genç kuşaklara örnek olacak nitelikte:
“Yüzü kadar gönlü güzel Genel Müdürüm!” (Tan Sağtürk, Instagram, 9 Eylül 2024)
“Genel Müdürüm ve ekibi ne yaparsa güzel yapar.” (A.g.y. , 4 Ekim 2024) vb.
Deniz Özaydın’a gelince; sanatçı olarak, teknik kapasitesi sınırlı, ortalama bir dansçı. Ailede başka dansçılar da var. Dayısı Deniz Berge, Mehmet Berge… Deniz Özaydın önemli bir dansçı olamayacağını anlayınca, koreografiye yönelmenin daha akıllıca olacağını düşünüyor. Tabii, klasik balede “koreograf” iddiası taşımak epey dişli olduğu için, dümeni modern dansa kırıyor. Bu da akıllıca. İyi de nasıl olacak? İşte tam bu arada, Alman koreograf Patrick de Bana, 2017 ve 2018’de, İstanbul’da üst üste master class (ustalık sınıfı) yapıyor. Deniz Özaydın çok etkileniyor, pusulasını bulmuş oluyor.
Bu sırada, bir koreograflık kadrosu açılıyor. Tamamen danışıklı dövüş; Milli Tacir Tan Sağtürk için. Tezgâhtan habersiz Deniz Özaydın çok seviniyor. Zaten ortalıkta kendisini zorlayacak bir rakip de yok.
Sonuç açıklandığında, öngörülebileceği üzere, şok yaşanıyor. Deniz Özaydın, kendi yerine, liyakat sözcüğünün yanından bile geçemeyecek, magazin figürü bir tüccarın getirildiğini anlayınca, çılgına dönüyor. Kendisine, lisan-ı münasiple, bu kararın kurumsal değil, kurum dışı olduğu, kısa bir süre sonra kurumsal işleyişin gereği yapılıp, koreograf konumuna getirileceği söyleniyor. Öyle de oluyor.
İşte, bu anormal siyasal müdahalenin diyeti ve Tan Sağtürk’ün doğal ezikliğinin rüşveti olarak, Deniz Özaydın, genel müdürü temsilen danışman yapılıyor.
Ama işin bir de ideolojik alana taşan sanatsal boyutu var: Deniz Özaydın modern dans çıkışlı olmamasına karşın, modern dansa çıpa atmış biri. Oysa modern dansın İstanbul macerasından söz ettik; sanıldığının aksine, klasik baleye oranla marjinal konumunu terk edememiş durumda. Başkoreograf Ayşem Sunal’ın, bütün zikzaklarına karşın, İstanbul Balesi’ni klasik çizgide tutma kararlılığı biliniyor. Deniz Özaydın’ı, onun yanında, hatta üzerinde konumlandırmak, modern dansın kredi ve meşruluk oylumunu genişletme iradesinin de göstergesi oluyor. Milli Tacir ve tüccar üst yönetim ekibinin de, İslamcıların da işine hayli yarayacak bu yönelimin nedenlerini önceki bölümlerde anlattık.
Bu yazının iki çekmecesi bulunduğunu, ilkinin yönetsel, diğerinin ise sanatsal olduğunu en başında belirtmiştik. Elbette, geçişkenlikleri tartışılmazdır. Buraya kadar, tarihsel ve siyasal arka planıyla, yönetsel etmenleri ele aldık. Şimdi de sanatsal etkinlik çekmecesine bakalım.
Gelecek Yazı: Yüksek sanat İslamcı siyaset pazarında ufalanıyor (8)
Yazıya ilişkin Recep Ayyılmaz’ın noter aracılığıyla soL’a gönderdiği 13.01.2025 tarihli tekzip metnini aşağıda yayımlıyoruz:
“Sayın muhatap,
Yazarınız Melis Gönenç’in 05/01/2025 tarihli “Türkiye Yüzyılının DOB Yönetimi (7)” başlığı ile yayınladığınız yazınızda yazar medyada yayınlanan demeçlerimden yararlanıp cümlelerimi kendi hayal gücü ile tahminlerde bulunup besleyerek gerekçe dışı yorumlarıyla tarafıma hakaret ederek iftiralarda bulunup hakaret ederek hakkımda bir paragraf yazmıştır. Kamuoyu nezdinde mesleki onurumu aşağılamıştır. Özenle inşaa ettiğim 47 yıllık kariyerimi, eğitimlerimi, mezunu olduğum yüksek okulları, hocalarımı, sağlık durumumu, sahneye koyduğum prodüksiyonları, çalıştığım kurumları, birlikte iş yaptığım arkadaşlarımı aşağılamıştır. İsmime lakaplar, yakıştırmalar ekleyerek haddini aşmış yasalar, insan haklarına aykırı davranmıştır. Devletin sanatçısına hakaretlerde bulunmuştur. Gazeteci yazarın böyle bir üslupla yazma hakkı yoktur. 1- Üniversiteyi 33 yaşında bitirmiş bulunmaktayım. (2- Bir yüksek diplomam bulunması nedeniyle) 2- Ayakları yere sağlam basan bir opera müzik eğitimi almış bulunmaktayım. (Konservatuvarda Demirhan Altuğ, Güner Güney, Özcan Sevgen, Belkıs Aran, Okan Demiris gibi önemli hocalarla armoni solfaj deşifre, şan, opera müzik eğitimi almış, tiyatroda ise Yıldız Kenter, Çetin İpekkaya’nın yıllarca öğrencisi bulunmuş ve klasik yöntemlerle eğitilerek eğitim almış bulunmaktayım.) 3-İdol olarak benimsediğim yönetmenlerin Robert Wilson, Jerome Savary, Willy Decker olduğu yazarınız tarafından belirtilmiş ancak bunlar gerçek dışıdır. 4- Kültür ve Turizm Bakanı Sn. Ömer Çelik ile bir tanışıklığım bulunmamaktadır. 5- Emeklilikten sonraki sanat hayatımı ise yine yazarınız kendisi adına düşünmüş ve kamuoyu ile bilgim dışında paylaşmıştır. 6- Özgüven sorunum olduğu ve sağlık problemlerim olduğu teşhisini koymuştur. Yasalara ve insan haklarına aykırı olan bu durumu tekzip ederek gerekli işlemin yapılmasını bu metnin yayınlanmasını diğer bütün hukuki yasal haklarım saklı tutulmak kaydıyla gereğinin yapılmasını aksi takdirde her türlü hukuki yola başvurulacağını avukatlık ve mahkeme masraflarının tarafınızdan karşılanacağını ihtarın bildiririm.”