Asıl adı Secondino Tranquilli olan Ignazio Silone takma adıyla eserlerini yayınlayan yazar İtalya'da faşizmin yükselişine tanık olmuş ve bu dönem bir kardeşini zindanda eşini ise bir ayaklanma sırasında kaybetmiştir. İtalya'da Mussolini dönemindeki yoksul köylüleri anlatan yazarın kalemindeki en önemli şey belki de faşizmin ihtiyaç duyduğu insan malzemesindeki küçük detayları.
Yusuf Şaylan bu kitabı önermesindeki bir nedenin bu olduğunu söylüyor. Diğer detay ise kitabı Türkçeye kazandıran kişinin Sabahattin Ali olması.
"Buna detay demek bile hafif kalır. Sabahattin Ali bir kitabı çevirdiyse vardır bunda bir iş diye bakarım ben" diyor söze başlarken. Sabahattin Ali'nin Almanca'dan Türkçeye çevirdiği Ignazio Silone'nin Türkçe'de Ekmek ve Şarap adında çevrilmiş bir kitabı daha var.
Sabahattin Ali'nin cıvıl cıvıl gözlerinden faşizme bakmak
Ignazio Silone’nin İtalya'nın güneyindeki bir köy olan Fontamara'daki insanları anlattığı eseri Sabahattin Ali’nin 1943’te Akba Kitabevi tarafından yayınlanan basımıyla Kor Yayınları tarafından okuyucuya ulaştırılmış. Sabahattin Ali çevirisinde yer almayan kısımlar ise Tonguç Ok tarafından İtalyanca baskısındaki haliyle karşılaştırarak eklenmiş. Yani elimizde çeviri açısından titiz çalışılmış bir eser var.
Kitabın 1995 yılındaki üçüncü baskısında bir de Can Yücel tarafından yazılan ön söz yer alıyor.
“Faşizmi bizlere sergilemek için Sabahattin Bey’in cıvıl cıvıl gözleriyle, sekmez sezgisiyle seçtiği bu kitap, zaten mütegallibe sultası altında inleyen bir köylülüğün faşizmden de nasibini alınca nasıl direnç bilincini devşirdiğini anlatır. Sabahattin Bey örnek bir çeviri çıkarmıştır ortaya, her yapıtında olduğu gibi Fontamara’da da tam bir usta vardır önümüzde. Ey sevgili usta, toprağın memleket topraklarınca bol olsun…” diyor Can Yücel
Yusuf Şaylan bu detayı aktardıktan sonra "Bendeki bir detayı da Yusuf Ziya Bahadınlı'dır. Bahadınlı öğrenciyken bu eser okul kütüphanesinde varmış. Kütüphane sorumlusu kitabı önerince alıp okumuş. Yusuf Ziya'yı en çok etkileyen kitaplardan biri olmuş zaman içinde. Daha önce Yusuf Ziya'yı konuştuğumuz Sahaflar Çarşısı söyleşimizde de kısaca bir değinmiştik o dönemlere. Özellikle Türkiye gibi bir dönem köylü nüfusu fazla olan bir memlekette çok okunmuş bu kitap. Çok tartışılmış. El kitabı derler ya hani. İşte öyle. Elden ele geçmiş kitap" diye ekliyor.
Sırası prensin köpeğinden sonra gelen İtalyanlar ve yazarın ihaneti
"Köylüler her yerde aynı" diyor Yusuf Şaylan. "Balzac'ın romanlarındaki köylüler de aynı, Yozgat'taki köylüler de. Ha İtalya ha Türkiye. Bir şey değişmiyor. Yani mevzu bahis üretim araçları ve onların insanlar üzerinde yarattığı etki olunca hikaye her yerde birbirine benziyor biraz" diye ekliyor.
Çayından bir yudum alırken kitaptaki karakterlere değiniyor.
"Biliyor musun? Çok benziyor. Mesela Fontamara'yı okurken biraz Sabahattin Ali tadı alıyorsun. Bazı mizahi ögeler tıpkı Aziz Nesin'lik hikayeler. Ve sonra yoksul İtalyan köylüleri... Hani Nâzım Anadolu'daki yoksul köylü kadınlardan bahsederken 'Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelir' der ya. Bak işte İtalya'da da böyle.
Yazar 29. sayfada kentten gelen biriyle sohbet ederken aralarında şöyle bir diyalog geçiyor.
Mertebesi herkesten büyük, ahiretin sahibi Allah'tır.
Sonra, dünyanın sahibi Prens Torlonfa gelir. Sonra, Prens Torlonia'nın muhafızları gelir. Sonra, Prens Torlonia'nın muhafızlarının köpekleri gelir.
Sonra hiçbir şey gelmez. Sonra yine hiçbir şey gelmez. Sonra, bir kere daha hiçbir şey gelmez.
Sonra da köylüler gelir... İşte bu kadar!
Şehirli büsbütün kızıp kudurarak sordu: 'Peki, hükumet?... Hükumeti nereye koyuyorsun?'
Pontius Pilatus söze karışıp izah etti: 'Hükumet bazan üçüncü, dördüncü mertebededir. Üniformasına göre... Yani maaşına göre... Dördüncü mertebe, köpeklerin mertebesi, fevkalade kalabalıktır!'"
Söz buraya geldiğinde gözlerimin içine bakıyor Yusuf Şaylan. "Karakterleri çok iyi inşa etmiş yazar. Burjuvaları, onların yalakası olan dalkavukları, dolandırıcıları, din adamları, olmazsa olmaz bir inşaat müteahhiti ve sonra faşistlerin şakşakçısı olan kişiliksizleri. Bu roman özellikle o insan malzemesi açısından zengin imgelerle dolu" diyor.
"Çünkü yazar belli açılardan içerden anlatıyor diyebiliriz" cümlesiyle devam ediyor Yusuf Şaylan.
"Yazarın yıllar sonra bir ajan olduğu ortaya çıktı. Hatta faşistlere ve Mussolini'ye muhbirlik yaptığı belgelendi. Aradan geçen yıllardan sonra ortaya çıkan belgelerde aralarında Fontamara'nın yazar olan Ignazio Silone'nin de olduğu birçok yazarın CIA fonlarıyla beslendikleri ve kalemlerini bunun için sivrilttikleri anlaşıldı. Belli açılardan bu durum kitabın değerini azaltmıyor ama bu ayrımdan bahsetmeden de geçmeyelim".
Aynalar labirenti veyahut korkunun korkusu
"İnsan okurken aklının bir köşesinde insanlık nasıl katlanır böyle bir saçmalığa sorusu geliyor" diyor Yusuf Şaylan. Ve ekliyor, "Bu kadarı da olmaz diyor insan. Sorun biraz da orada başlıyor. Bu kadarı da olmaz tepkisi çok edilgen, çok bireysel. Bu kadarı da olmaz diyen bir insan ne kadarına razı geleceğinin arayışındadır çünkü biraz da. Evet, bu kadarı olmaz sahiden. Ama ne kadarı olur? Ne kadarına razıdır insanlar? Baskılar, zorbalık, sömürü, aşağılama... Tüm bunlara nasıl boyun eğer insan? Sanırım insanlıktan uzaklaşarak. Bilerek ya da bilmeyerek ama insanlıktan çıkmadan bu düzenin insanı olmak mümkün değil."
Yusuf Şaylan yazarın romanda en çok tekrar ettiği bir şeye dikkat çekiyor. Korku kavramına. Korku kelimesi metinde birçok kez tekrar ediyor. İnsan ilişkilerinde, siyasal ilişkilerde korku kavramı beliriyor hemen roman kahramanlarının yanı başında. Bugüne, yarına ve hatta geçmişe bakarken bile korkular yeniden tanımlıyor her şeyi.
"Bak yazar yine şu sözlerle anlatıyor korkuyu. Okurları sıkmadan kısa bir pasaj aktaralım.
'Bu sırada da polis her hafta yeni fesat cemiyetleri meydana çıkarıyor. Bütün amele semtleri geceleri binlerce silahlı adamla dolup taşıyor. Evler baştan aşağı aranıyor. Yüzlerce insan hapislere atılıyor, hiç kimse bunun sebebini öğrenemiyor. Herkes başına aynı şeyin gelebileceğini biliyor. Birçokları korkuyor...
Roma'da korku bir hastalık, bir salgın halini aldı. Herkesin günlerce, haftalarca paniğe kapıldığı oluyor. Sokakta yahut gazinoda birinin yüzüne sertçe bakma, onun sapsarı kesilip oradan uzaklaşmasına yetiyor...Neden? Korkudan!..
Berardo sordu: 'Korkudan mı? Neden korkuyorlar?'
'Korkudan korkuyorlar?'
Berardo ısrar etti: 'Peki ama, neden korkuyorlar?'
'Neden olduğunu kimse bilmiyor. Sadece korkudan. Bir milleti bir kere korku sararsa artık bunun izahı yoktur. Bu hastalık herkese geliyor, insanı tepeden tırnağa sarsıyor. Bunun için, yalnız rejim düşmanları korkmuyorlar; ötekiler, şu Faşist dedikleri adamlar çok daha fazla korkuyorlar. Onlar da bu işin böyle sürüp gidemeyeceğini hem biliyorlar, hem söylüyorlar, ama bundan korkuyorlar... Ne diye düşmanlarını öldürüyorlar? Korkudan... Ne diye boyuna polisler milislerin sayısını artırıyor? Korkudan... Ne diye binlerce, on binlerce günahsız insanı küreğe mahkum ediyorlar? Korkudan... Cinayetleri arttıkça korkuları da artıyor... Korkulan arttıkça da cinayetleri artıyor.'
Michele merak etmişti: 'Hükumet kuvvetli mi?' diye sordu.
Peygamber: 'Korkusu çok kuvvetli!' diye cevap verdi. Marietta sordu, 'Peki, Papa bunlara ne diyor?' 'Papa da korkuyor... Papa yeni hükumetten iki milyar liret aldı, otomobiller tedarik etti, bir radyo istasyonu kurdurdu, hiçbir zaman seyahat etmediği halde, kendine mahsus bir tren istasyonu yaptırdı, daha başka lüks işlere kalkıştı; şimdi bunlar onu korkutmağa başlıyor.'
Yusuf Şaylan burayı okurken gülümsüyor. 'Bak onların da Diyaneti bizimki gibi. Yine milyarlarca para almış, paraları arabalara saymışlar. Korku da her yerde aynı farkındaysan" diyor.
Ve ekliyor: "Cesaret de öyle. Bak bir tek rejim düşmanları korkmuyor diyor yazar."
Söz buraya gelince yine soL yazarlarından Nevzat Evrim Önal'ın hem bir köşe yazısında hem de daha sonra yayınladığı İnsan Bencil midir? adlı çalışmasında yer verdiği Aynalar Labirenti öyküsü geliyor akla. Çünkü bir tek elinde çekiçle gezenler korkmuyor labirentin yansıttığı yanılsamalardan.
'Eşekler kadar aklımız olsa prens dilenmeye çıkardı'
Kitaptan bölümler okurken Yusuf Şaylan, "Bu kitabı her okuduğumda neden tiyatroya uyarlamadıklarını düşünüyorum. Fontamara bence tiyatroya uyarlanabilecek bir diyalog zenginliğine sahip. Bizim alanımız değil tabi o. Ama tiyatrocuların buna bir diyeceği vardır elbet" diyor.
Şaylan kitaba ek olarak Kasabanın Sırrı filmini öneriyor. "Benzer dönemlerde benzer hikayeleri anlatıyorlar. İtalya köylülerinin faşizm yıllarındaki insan manzaraları gibi düşünebiliriz" diyor.
Yazar kitabında baskıyı anlatırken mutlaka bir yerine de sömürüyü ekliyor. Tüm bu baskı ve yaratılan korku ikliminin sömürüyü devam ettirmek için olduğunu ifade ediyor. Tek gücü toprağı işlemek olan yoksul köylülerin faşizme karşı yapabileceği ne var? Ne gelir elden? İşte bu soru ve arayış miras kalıyor yazarın satırlarından okurlara.
"Bak yazar bir yerde şunu söylüyor. Sanırım 69. sayfaydı.
'Aklı başında bir mahluk açlığa karşı kor. Der ki yersem çalışırım yemezsem çalışmam... Daha doğrusu bunu da demez, çünkü o zaman münakaşa etmiş olur, yalnız içinden gelerek böyle yapar. Bir gözünüzün önüne getirin: Fucino gölunde çalışan altı bin ırgat böyle akıllı, yani yumuşak huylu, yola gelir, candarmayı, papazı, hakimi sayar kimseler olacaklarına gerçekten, her türlü akıldan uzak yük hayvanları olsaydılar... Prens Torlonia dilenciliğe çıkardı'.
Yazarın bu satırları pek etkileyici değil mi? Yani yoksulluğa karşı yük hayvanları kadar aklımız olsa prens dilenmeye çıkardı diyor. Haklı da üstelik" diyor gülümseyerek.
Sözlerini tamamlarken "Okurların kitaplıklarında bulundurması gereken bir eser bu. Hatta daha önce yine Sahaflar Çarşısı'nda bahsettiğimiz Remzi İnanç tarafından da 1966 yılında Toplum Yayınevi tarafından basılmış bu kitap. Kıymetli detaylar bunlar" diyor gözlüklerini kabına yerleştirirken.
Köylülerin hikayeleri birbirine benzer derken verdikleri mücadelenin de benzeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ve baskıların tek bir nedenle, sömürünün kalıcı hale gelmesi için yaratıldığını yeniden anımsayarak. Akla Işığın Yansıması grubunun şarkısı olan Kazıcılar geliyor. Köylerdeki insanların evleri kentlerdeki yoksulları korkutmak için yakılır çünkü çoğu zaman.
Haftaya bir başka romanda buluşmak üzere vedalaşıyoruz.