“Nâzımolojinin” başlangıç varsayımlarından birisi sayılabilir: Yaşamı ve kişiliği hakkında en “hakiki” iki kaynak, Vâlâ Nureddin’in “Bu dünyadan Nâzım geçti” anlatısıyla, otobiyografik roman “Romantikler” diğer adıyla “Yaşamak güzel şey be kardeşim” sayılmalıdır.
Vâlâ, paşa torunu Nâzım’la İstanbul’dan Anadolu’ya geçişlerini detaylıca anlatır. Ankara’da kurtuluş hareketinde önemli bir yeri olan büyük dayısı Ali Fuat Paşa ve temiz sicili sayesinde Anadolu’ya geçiş için permi almıştır Nâzım.
Evet, İstanbul’dan Anadolu’ya, kurtuluş hareketinin merkezi Ankara’ya geçiş için “permi” gerekir. Ankara’nın aydınlara, şairlere de ihtiyacı vardır ama “güvenilir” olmalıdırlar. Nâzım’ın güvenilirliği anlaşılan paşa dayısının referansı ve işgal İstanbul’unda yaşarken, kurtuluşçulara sataşıp damat Ferit’e yaltaklananlardan olmamasıyla tespit edilmiştir.
Cesur ve ateşli iki genç şair olarak geçtikleri Ankara’ya bile fazla gelir Nâzım’ın yürekliliği. “Yoksa siz de mi satıldınız” sorusunu sorduğu bir şiiri kurtuluşçular arasında heyecan yaratması beklenirken, kurulması gereken dengelere çarpar.*
Onu riskli bulanlar haksız sayılmaz. Sonuçta cepheyi genişletme çabası, şairimizin açık yürekli dürüstlüğüyle çok da uyumlu değildir.
Bu “dengeler” konusunu kaybıyla çok şey kaybettiğimiz Mehmet Bozkurt’un iki yazısına bırakıp devam edeyim.
- Fevzi Paşa'nın 27.4.1920 nutku üzerinden Vahdettin'i aklamak
- ‘Padişahımız Ankara’nın zaferiyle sevinir başarısızlıklarıyla hüzünlenirdi’
Vâlâ ve Nâzım, Bolu’ya öğretmen gönderilir. Oysa bu yetenekli ve ateşli şairin Ankara’da matbuat (yazılı propaganda) işlerinin başına getirilmesi bile mümkündür. Ateşi belli ki fazla gelir.
Anadolu’ya geçişe dönelim.
İstanbul’dan çıkışta ilk uğrak yeri, daha doğrusu Ankara’ya geçiş için “izin çıkmasını” bekledikleri durak İnebolu’dur. Burada konaklarlar. Vâlâ’nın da şahitlik ettiği bir olayı Nâzım’dan aktarmak istiyorum. Nâzım ve Vâ-Nu, İstanbul’dan milli kurtuluş mücadelesinin merkezi Ankara’ya izinli ve yolluklu olarak geçerken Ilgaz dağlarında namlı “Ecevit’in Hanı”na ulaşırlar.
Burada hanın meşhur tereyağıyla balından ısmarlarlar. Orada kendileriyle birlikte yolculuk edenlerin kendi çıkınlarından çıkardıkları ekmekle peyniri yediklerini fark eder Nâzım. Şöyle anlatır gerisini:
“- Şu baldan, tereyağından niye yemezsiniz? dedim.
Karşılık vermediler. Önümde, asma yapraklarının üstündeki tereyağıyla tahta kaptaki baldan ikram ettim. Hiçbiri almadı. Aklıma geleni söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi, diye kararlaştırmaya vakit kalmadan söyleyiverdim:
- Size yol harçlığı vermediler mi?
- Verdiler.
- Ne kadar?
- Onar lira…
Önce şaştım, sonra utandım, sonra tepem attı:
- Bana 100 lira verdiler dedim. Siz cepheye gidiyorsunuz, ben resim yapmaya. Ama benim teyzeoğlu mebus Ankara’da. 100 lirayı onun için yolladılar. Rezalet. Allah kahretsin. Bana şu kadarcık iyilik etmek isterseniz, şu parayı birlikte yiyelim. Olurdu, olmazdı, ayıptı filan derken, herkese tereyağ, bal, ayran, yufka getirdi hancı. Bir yandan da içimde dayanılmaz bir utanç. Fakir fukaraya ziyafet çeken mirasyediye benziyorum.” 1
Bu karşılaşmanın önemine hem Nâzım’ın otobiyografik romanı hem de Vâlâ şahitlik ediyor.
Karşılaşma dediğim şeyin daha iyi anlaşılması için bir bölüm daha romandan, keyifli, alaycı bir anlatı:
“İnebolu bir üç çeyrek saat kadar arkada kaldı. Ama ilerlediğimiz dağ yolundan hem kasabayı, hem Karadeniz’i, aşağılarda, solumda görüyorum ve de ovayı sağımda ve de karlı dağları önümde, Karadeniz’de yaz güneşi, ovada bahar, dağlarda kış. Durdum:
- İşte yurt! İşte yurdum? İşte canım Anadolu!
Sesimi, haykırırken; sağ elimi, ileriye doğru uzanmış yakaladım.
Sürücü şaşkın şaşkın bana bakıyor. Toparlandım. Utanarak gülümsedim. Ama bu utanma duygusu çarçabuk geçti. Aynı sesle ama bu kere sağ elimi ileriye doğru uzatmadan:
- Böylesine güzellik, İsviçre’de bile yoktur, dedim sürücüye. Oysaki İsviçre’yi yalnız Tobler çikolatasının içinden çıkan renkli, küçük kartlarda görmüştüm.
Sürücü karşılık vermedi.
- Deh de karaoğlan, dedi eşeğine. Yürüdük.” 2
Vâlâ ötesini anlatır. Anadolu’ya geçerken gözlerinin önünde “çürümüş ve yozlaşmış İstanbul” ve hayallerinde “efsanevi bir güzelliğin, halkın Anadolusu” vardır. Anadolu’da karşılaştıklarıysa savaşlarla yorulmuş, açlık ve sefaletle biçimsizleşmiş Türk köylüsüdür.
Açlar şiirinden bir dizeyi hatırlatayım: “Eğri büğrü dallarıyla eğri büğrü ağaçlar.”
Bu dizeye ilham veren sadece Nâzım’ın Rusya’da bir belgesel filmde karşılaştığı Rus köylüleri değildir.
Bir yıldönümü yazısı giderek uzun bir Nâzım raporuna dönüşmesin.
Buraya kadar söylenenleri bir başlangıç kabul ederek, kitabın sonuna gelelim:
Nâzım’da halk sevgisi, bir tür suçluluk duygusuyla içiçe geçer başlangıçta. Ezilenlerin yüksek sınıflardan çaldıkları aydınlarda çok rastlanan bir şey. Nâzım’ın ayrıksı ve yüksek yanı, bu suçluluk duygusunun kapalı devre bir tatmin/telafi unsuruna dönüşmemesi ve onu körleştiren, aptallaştıran bir şey olmamasıdır.
Paşa torunu Nâzım, çabuk yıkılan bir halk mitiyle başladığı yolculuğunu somut ve sahici bir halka bağlanarak sürdürmüştür.
Bir “siyasiler koğuşunda” yaşamamayı başardığı cezaevi deneyimi, politik kişiliğinin oluşumundan çok sonra olsa da bu açıdan tamamlayıcıdır diye düşünüyorum. 13 yılını halkın belki de en çarpık, en zaaflı ve fakat en gerçek kesimiyle geçirdi: Suçlularla!
Gerçek ve sarsılmaz bir halk sevgisini miras bıraktı. Ancak hayallerde ve efsanelerde bulunabilecek türden bir “millet” imgesine ya da “ne yapsa kabulümüzdür” denilerek kuyruğuna yapışılan bir halk kavrayışına dayanmıyor bu.
Yine kendi anlatımına başvurayım, çok bilinen dizelerine:
“Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir geğil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu çelep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.”
Böyle başlıyor şiir. Durmuyor, devam ediyor:
“Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,”
Ve fakat bu dizeler şunlarla tamamlanıyor:
“ kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”
O “canım kardeşim” çok şeyi anlatıyor, çok şeyi değiştiriyor.
Seçim sonuçlarını ucuz bir halk düşmanlığı, itici bir orta sınıf züppeliği için malzeme yapanların şerrinden koruyor mesela..
Söylenecek çok şey var ama belki söylemeye de gerek yok.
Buraya kadar okuduysanız zaten gerisini tamamlayabilirsiniz.
Peki yazının başlığı havada mı kaldı ne?
Kalmadı sanki…
- *. Yazarın küçük tembelliği… Ankara’da yaşanan “şiir krizi” ve sonrasında Bolu’ya geçişi hatırladığım kadarıyla özet geçmiştim. Sevgili kardeşim Ulvi İçil bir hatırlatma yolladı.
Saime Göksu ve Edward Timms’in Romantik Komünist çalışmasında “Gayesi olan şiir” alt başlığından sonraki bölümde bu olaya ilişkin detaylar ele alınıyor. Bir kısmını buraya da aktarayım:
“Şans eseri Nâzım’ın arkadaşı Nüzhet de Ankara’da, Kemalist hükümetin Matbuat umum müdürü olan Muhiddin Birgen’in yanında kalıyordu.
(…)
Nâzım ve Vâ-Nu, çok geçmeden şairlik yeteneklerini yurtseverlerin davasının hizmetine sunmak için bir fırsat yakaladılar. Muhiddin Birgen, matbuat umum müdürü olarak, iki şaire diğer gençleri bağımsızlık hareketine katılmaya çağıran bir şiir yazmalarını önerdi. Vâ-Nu’nun aktardığına göre, İstanbul gençliğine seslenen üç sayfalık şiir birkaç gün içinde basıldı:
'Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik,
Gel ki Anadolu’da senin bükülmez, çelik
İmanına, azmine ümit bağlayanlar var?
O satılmış vezire, o satılmış kullara
O satılmış hünkara siz de mi katıldınız?
Siz de mi satıldınız, siz de mi satıldınız?'
Bu cüretkar dil şairlere faydadan çok zarar getirdi. Mart 1921’de Matbuat Müdürlüğü tarafından birkaç bin kopya dağıtılan şiir, Millet Meclisinde tartışmalara yol açtı. Muhiddin Birgen eleştiri yağmuruna tutulduğunda, Nâzım ve Vâ-Nu konuşmaları locadan izliyorlardı. Padişaha bağlılık duyan vekiller, padişahın memleketi “sattığı” suçlaması karşısında küplere binmişlerdi.”
Olaydan sonra Muhiddin Birgen Matbuat umum müdürlüğünden istifa ediyor ve ailesiyle birlikte Tiflis’e gidiyor. - 1. Yaşamak güzel şey be kardeşim, Nazım Hikmet, Adam Yayınları 1987, s. 50
- 2. Yaşamak güzel şey be kardeşim, Nâzım Hikmet, Adam Yayınları 1987, s. 49