“Kadınlar vitrin süsü olmayacak” diyor, Serap Emir.
Kendisi Türkiye Komünist Partisi MYK’sinin Kadın Dayanışma Komiteleri’nden sorumlu üyesi, genç bir avukat.
9 yıldır mesleğin içinde olan Emir, 6 yıl boyunca yaptığı işçi avukatlık dönemini anlatırken patronların “ekonomik şiddeti”ni de anlatıyor uzun uzun. Bitmeyen mesailer, verilmeyen haklar, hele ki kadınsanız daha da cüret bulan patronların nasıl çirkinleşebileceğini gözler önüne seriyor.
Mücadelenin, kadın olarak verilen mücadelenin çok daha büyük olduğunu her bir kelimesiyle hissettiriyor.
Hem tanıklıkları hem de kendi tecrübeleri aslında neden kadın mücadelesinin sadece bir kimliğe sığmayacağını da dinleyen herkese gösteren cinsten.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü için bir araya geliyoruz Emir’le. Kadıköy’deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin bir köşesinde biz söyleşirken, konuştuklarımızın aslında bizim hikayemiz olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Fiziksel, cinsel, ekonomik şiddet; mevcut düzenin tüm yükünü taşıyan emekçilerin karşı karşıya kaldığı şiddeti ve çözüm yollarını soruyor, bir de KDK’lar olarak çözümleri, yol haritalarının neler olduğunu öğreniyoruz.
İçinde yaşadığımız nesnelliğe dikkat çekerek başlıyor yanıtlamaya. İşçi sınıfıyla kadın mücadelesinin kesiştiği zamanların hem dünyada hem de Türkiye’de daha çok kazanım sağlanan, sesimizin daha gür çıktığı dönemler olduğunu söylüyor. “Biz şimdi böyle bir kesişimden yoksunuz. Özellikle 80’ler sonrasında bu ikisinin ayrışması için çok ciddi bir mücadele yürütüldü. Ve bu kadın mücadelesini büyütmek yerine yalnızlaştıran bir sonuç çıkardı ortaya.”
KDK’lar açısından işlerinin kolay olmadığını da ekliyor. Kadınlara iş yerlerinde, mahallelerde, üniversitelerde tek tek ulaşmaya çalıştıklarını söylüyor. Emir’e göre bu zor bir yöntem, hele ki işyerlerinde çok daha zor.
Bunu şöyle açıklıyor:
“İş yerlerinde kadınların üzerinde çok yoğun bir baskı var. Kadın mücadelesi ve sorunları bir çeşit insan hakları ve kimlik sorunu anlamına indirgenmiş halde. Şiddetin ülkenin gerçekliği olduğunu biliyoruz fakat işyerlerindeki sömürünün de üzerinin kapatılmasına izin veremeyiz.”
Özelleştirme politikalarının kadınların hayatında nasıl etkilere yol açtığını anlatarak örnek vermeye devam ediyor:
“Sağlık, eğitim özelleşmiş durumda. Yoksulluk zaten kadınlar için çok can yakan bir başlık. İşsizlik verileri kadınlar için yüzde 40’ların altına düşmüyor. Hele ki bir de kadınlar örgütsüz olduklarında iş yerlerinde kendilerini daha da yalnız hissediyorlar ve ses de çıkaramıyorlar.”
Burada şirketlerin ikiyüzlülüklerini de hatırlatıp devam ediyor:
Burada aklıma hemen son dönemde gündeme gelen, Agrobay’da hakları verilmeyen kadın emekçiler geliyor. Patronlarının da kadın olduğunu hatırlıyorum. Haklarını vermeyen ve ekonomik şiddeti sonuna kadar kullanan patronun fiziksel şiddete de başvurduğu o anlar gelirken gözümün önüne Serap Emir, anlatılanın ötesindeki ekonomik şiddeti tane tane anlatıyor:
“Kadınlara şiddet türleri anlatılırken ekonomik şiddeti sadece partnerin, eşinin, sevgilisinin kadının kazandığı ücrete el koyması olarak ya da çalışma hakkını kısıtlaması olarak tarifliyorlar. Ama aslında ekonomik şiddetin en büyüğü iş yerlerinde patronlar tarafından uygulanıyor. Şiddet türlerini konuşacaksak bizim eşit emeğe eşit ücret vermeyenleri, emeği sömürenleri de konuşmamız gerekiyor.”
Şiddetin sadece erkekten değil, patrondan da veya iş arkadaşların da geldiğini hatırlatırken mücadele alanının burada sınırlandığının da altını çiziyor.
Araya girip, “Emek sömürüsü sonuçta sadece kadınlara yönelik değil, buradaki fark ne? Kadın, kadın olduğu için farklı bir baskıyla mı karşı karşıya?” sorusunu soruyorum.
“Görünürde böyle bir ayrım var diyerek örnekleyemesek de evet var maalesef. Toplumun her alanına yansıyan ‘makbul kadın’ çerçevesi, iş hayatına da yansıyor. En temel görev olarak annelik, ev işlerinden sorumlu olmak gibi maddeler sıralanıyor. Bu durum da evin dışında atılan her adımda kadının 1-0 yenik olmasına yol açıyor. Dinci gericilik ve sermaye burada kol kola. Dinci gericilik kadınlara rol biçerken ve bir çerçeveye sıkıştırmaya çalışırken, sermaye de buradan beslenip kadınları daha düşük ücretlere çalıştırıyor.”
Aslında mücadelenin büyük bir cehalete karşı olduğunu da hatırlatan bir örnekle devam ediyoruz. “HPV riski var” deyip KYK yurdundan uzaklaştırılan öğrenci örneği, KDK’ların ve o öğrencinin mücadelesiyle yani dayanışmayla bir başarıya ulaştı. Süreci soruyorum, anlatırken söylediği bir cümle ilham ve güç verici:
KDK, HPV riski taşıdığı için yurttan atılan öğrenciyle birlikte nasıl bir yol yürüdü?
“Yurt eylemlerinin sonrasında özellikle KYK’larda örgütlülüğümüz büyüdü. Buradaki ağ büyüdükçe de öğrenciler yaşadıkları problemleri daha çok anlattı. Arkadaşımızın yaşadığı durumu da böylece öğrendik. Biz bir cahilliğe karşı mücadele ettik. Hekimler rapor yazdı, ilgili müdürlüklerle görüşmeler yaptık. TTB ve Eczacılar Odası da bu mücadelenin sonucunda işin içine girince, iş büyüdü. Büyüyünce de geri adım atmak zorunda kaldılar. Biz en sonunda öğrendik ki, süreç boyunca İl Sağlık Müdürlüğü’nden cevap beklediklerini söyleyenler cevabın hızla alınması için hiçbir adım atmamışlar. Basında hep bir kadının mağdur edilmesi yer aldı ama bu böyle değil; o kadın mağdur edilmedi mücadele etti, hem de bir örgütlülükle mücadele etti.”
Kadınların sadece mağduriyetleriyle gündeme gelmesini reddederken sözlerini şöyle tamamlıyor:
Gündemin sıcaklığında şiddet, cinayet davaları veya belli tarihler dışında (8 Mart, 25 Kasım) kadınların sözleri daha mı geride kalıyor?
“Kadınlar sadece kendi yaşamları, sorunlarıyla ilgili söz söyler noktaya getirildi. Ama bugün bu ülkede siyasetçisinden tutun tarikat şeyhine kadar, cumhurbaşkanından tutun Diyanet İşleri Başkanı’na kadar herkes kadınlarla ilgili söz söylüyor. Bu sözler haberleştiriliyor, kadınlar böyle tartışılıyor. Dönüp de kadınların sözü nedir sorusu sorulmuyor. Bir alana sıkıştırılmış durumdayız. Bu alanın dışında konuşmak ‘haddimiz değil’miş gibi bir algı var, bunu buradan çıkarmak zorundayız. Ekonominin gidişatı, AKP’nin maceracı dış politikaları, laiklik meselesi, gündem edilmeye çalışılan yeni anayasa… Bunların hepsi bizim hayatlarımızı etkiliyor. Bu ülkenin geleceğinde biz de varız. Tam olarak yapmaya çalıştığımız bu. KDK’lar olarak sadece şiddeti, baskıyı değil bu memleketin her sorununu konuşuyoruz. En önemlisi nasıl bir ülke istediğimizi konuşuyoruz.”
Haklarının yendiğini söylüyor bir sorum üzerine. Tüm bu sorunlar için düzeni işaret ediyor KDK’lar. Çözüm için ilk sözleri “düzen değişmeli”. Peki tekil örnekler diye soruyorum. Burada dengeyi nasıl sağlıyorlar? Düzen değişikliği için mücadele mi yürütüyorlar yalnızca yoksa onlara ulaşan veya kendi ulaştıkları tekil örneklerdeki durumlar için bir mücadele yürütüyorlar mı?
Bu yaklaşımın “ertelemecilik” eleştirilerini beraberinde getirdiğini söyleyerek başlıyor yanıtlamaya:
“Bizim tek sözümüz bu değil. Bizim eylemlerimiz, pratiklerimiz aslında diğer yola çıkıyor daha çok. Mahallelerde bizim KDK’larımıza gelen bir kadınla biz hukuki sürecinden tutun da o kadına yeni yaşam kurmaya kadar bir dayanışma örgütlüyoruz. Bugün bu kadar yoğun bir şiddet varken dayanışma olmadan tabiiki de bir mücadele yürütülemez.”
İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılacağı dönem yayımladıkları metni hatırlatıyor bir yandan da. “Ne yapmak istediğimizi, hangi sözü söylediğimizi anlatmak için iyi bir rehber” diyerek tarifliyor. İlgilisi için linkini ekliyorum ve devam ediyoruz…
Hem toplumun hem de yaşadığımız bu düzenin kadınlar üzerindeki etkilerini konuşurken cesareti de gücü de asla eksik olmayan tüm kadınların okulda, sokakta, aile içinde, arkadaş ortamında belli saiklerle sessizleştirilmesine geliyor konu. Gözlemlerini soruyorum.
“Ailemizden başlayarak üzerimize yüklenen tüm bu yüklerle mücadele etmemiz gerekiyor. Şiddeti, baskıyı, gericiliği konuşurken bizim adımıza kimse bunun sözcülüğünü yapamaz. İlk başta belki 10 kadın bir araya geldik ama bu sayı zamanla inanılmaz derecede arttı. Yan yana geldikçe daha çok konuştuk ve ve fark ettik ki sorunların ortaklığı birleştirdi bizleri. AKP ile geçen yılların çıktısını özellikle Anadolu’da görüyoruz. Oradaki kadınlar evlerinden çıkıp toplantılara gelirken bile düşünüyorlar, çünkü bu onlar ciddi bir karar konusu. Fakat bizim için şaşırtan bir şey oldu. Özellikle Doğu bölgesindeki illerden ciddi bir talep geldi KDK’lar adına. 25 ilde 25 buluşma gerçekleştireceğiz 25 Kasım’da. Biz henüz karar aşamasındayken, ilk talep onlardan geldi ‘biz bir şeyler yapmak istiyoruz’ dediler. Şimdi Türkiye Halk Temsilcileri Meclis’lerine aday çıkaracağız bu buluşmalardan. Çünkü sadece kendi hayatları için de değil, bu memleket için söyleyecekleri sözden geri durmuyor hiçbiri. 25 Kasım bizim için ‘patronların temsilcileri susacak, emekçi kadınlar konuşacak’ deme günü olacak.”
Bir adım öne çıkmaya ve cesareti toplamaya çağrı yapıyor KDK’lar, adaylık için para istenmeyeceğini söylerken gülümsüyor Emir. Akıllara siyasi partilerde adaylık için ödenen ücretler gelince günlerdir partisinin ‘kasa’ krizi gündemden düşmeyen Akşener de geliyor tabii. Milliyetçi ve muhafazakar kesime hitap eden, Türkiye’deki önemli siyasi partilerden birinin lideri ve kadın. Zaman zaman tartışılan bu konuya giriyoruz biraz da. “Bir kadının ülkede güçlü bir siyaset aktörü olması önemli mi? Mücadeleye katkı koyar mı?” diye soruveriyorum. Çünkü bilinen de bir gerçeklik, kadınlar yıllardır bağıran erkekler yanında bir de bağıran bir kadın gördüğünde bundan mutlu oluyor.
Daha da ciddileşiyor bu soruyu duyduğunda, büyük bir dikkatle açıklamaya çalışıyor:
“Siyaset böyle yapılan bir şeymiş gibi algılanıyor; bağıranın, laf sokanın kazandığı ve iyi olduğu düşünülüyor. Siyaset erkek işiymiş de senin de varolman için ‘erkekleşmen’ gerekiyormuş gibi bir dayatma mevcut. Ya aile içinden bir rol biçiliyor burada ya da erkekleşiyorsun. Örnek verelim: Erdoğan Akşener’e ‘gelin hanım’ demişti şimdiyse Özgür Özel ‘ablam’ dedi. Kadın siyasette aile kavramları üzerinden var edilmeye çalışılıyor. Bunun karşısındayız elbette ancak bunu kabul eden, bu imajı sürdürenler olduğunu da söylemekten geri durmamalıyız.
Bunun panzehiri siyaset algımızın değişmesiyle mümkün. Çünkü siyaset Meclis’te bir takım koltuklarda oturanların yapacağı bir şey olmamalı. Mahallede, sokakta, biz sıradan insanların asıl siyaset yapması gerektiğini kabul ettiğimizde değişecek her şey.
Biz Akşener’in geçmişini biliyoruz. 90’lı yıllarda işlenen cinayetlerde parmağı var. İYİ Parti’yi sallayan para gündemi mesela. Sermayeden el altından para alındığı ortaya döküldü… Fabrikada çalışan emekçi bir kadının patronundan para alan bir Akşener mi o kadının hakkını savunacak? Özlem Zengin örneğinde de benzer bir şey yaşandı. İstanbul Sözleşmesi gündeminde… Acaba gerçekten çabaladı mı diye sempati oluşturuldu neredeyse. Bunların hiçbir önemi yok. Kimlikleri, bugüne kadar yaptıkları, imza attıkları şeyler ortada. Sırf kadın diye, kimse kusura bakmasın ne Akşener ile ne de Zengin ile dayanışamayız. Buna tek kalemde vergi borçları silinen Güler Sabancı’yı da ekleyelim. Kimlikçilik kılıfı patron ya da siyasetçi konumundaki kadınların üzerine koruma kalkanı giydirilmesine yarıyor. Kadın olması tüm günahları affettirebiliyor.”
Son olarak kadının “vitrinde” olma halini konuşuyoruz. Siyasi partilerde özellikle uzun zamandır hep vurgu yapılan, “kadın kotası”, “genç kotası” gibi uygulamalar… “Bu meşruiyet sağlama alanı mı?” sorusunu yöneltiyorum.
Son CHP kurultayından bahsederek başlıyor konuyu ele almaya. MYK’nın içinde gençlerin, kadınların olması epeyce gündeme taşınmıştı. “Puan toplamak için yapılıyor sanki” diyerek giriyor söze:
“Bu kadını sayıya indirgeyen bir tutum. Oysa ki kadın zaten sadece siyasette değil, toplumun her alanında öne çıkmalı. Böyle olduğunda bu kotalar kendiliğinden anlamını yitirecek şeyler. İyi niyetle de konuluyor olabilir bu. Bu iş kotayla olacak şey değil ama. Kadınların siyasal ve toplumsal hayatta pek çok engeli var önünde, bu engellerin kaldırılması lazım asıl.”
THTM’ler için aday olacak kadınları tekrar hatırlatıyor Emir, “aday adayı olmak için ne güçlü olmaları ne de para vermeleri gerekmiyor” diyor ve ekliyor: