Göç yönetiminde statüko ve göçmenlerle yerli toplumun kaynaşması

Artık ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini oluşturan, geneli işçi ve öğrenci statüsünde olan ve belirli bölgelerde yoğunlaşan göçmenlerle ve mültecilerle yerli toplumun ortak hareketi önem kazanıyor.

Eren Korkmaz

Türkiye’ye Suriyeli mültecilerin gelişinin 10. yılı ve Avrupa Birliği ile mülteci anlaşmasının 5. yılı vesilesiyle değerlendirme yazılarının ilkinde Türkiye’nin bir göç ülkesi olmasını, ikincisinde ise dernek veya kooperatif gibi adlarla kurulan ancak aldıkları fon karşılığında proje yönetim şirketi olarak faaliyet yürüten kurumların çalışmalarının iki toplum arasındaki kaynaşmaya katkı sunmadığını tartışmıştım. 

Bu yazıda yerlilerin ve göçmenlerin ortak hareket etmesinin, diyalog kurabilmesinin önemi üzerinde duracağım. Burada bir parantez açarak göçmen-yerli ayrımının meselenin daha anlaşılır ve sade şekilde izahı için yaptığımı, yerli dediğimiz nüfusun da göçmen nüfusun da heterojen olduğunu belirtmekte fayda var. Hatta bu heterojenlik Türk-Alman, İngiliz-Hintli ayrımında olduğundan daha karmaşıktır. Türkiye’de Kürt ulusal meselenin çözülmemiş olması, milli ve mezhepsel ayrımların yakıcılığını koruması, diğer yandan yerli dediğimiz insanların önemli bir kısmının son 2 nesilde köyden göç etmiş olması gibi olgular göçmenlerle ilişkileri değerlendirirken her bir alan özgülünde dikkate alınmalıdır. Benzer şekilde Suriyeli mülteciler dediğimizde de Kürt, Alevi, Çerkez, Sünni Arap gibi farklı kesimlerin yaklaşımları da değişebilir. Türkiye’de Kürtlerin yoğun yaşadığı bir mahallede Suriyeli Kürtlerin daha rahat adapte olması ama örneğin Alevilerin yoğun yaşadığı bir yerde Sünni Arapların daha çok zorluk çekmesi beklenebilir. Ama tabii bunlar aşılamayacak konular değildir, bunları mutlaklaştırmamak gerekir, söz konusu semtin sosyo-ekonomik yapısı gibi birçok ortak mesele öne çıkabilir. 

Bu konuyu değerlendirirken öncelikle ilk iki yazıdaki bazı temel argümanları özetlemek ve biraz daha geliştirmek istiyorum. 

Ülkeden gidenler, ülkeye gelenler

Türkiye bir göç ülkesidir. Bu durum ülkedeki siyasal, sosyal ve sınıfsal meselelerin göç olgusunu hesaba katmadan değerlendirilmesinin eksik sonuçlar vereceğini ifade ediyor. Örneğin, yetişmiş genç işgücünün önemli bir kısmı yurtdışına göç etmişse veya belirli sektörlerde yoğun olarak kayıt dışı göçmen çalışıyorsa bu hem genelde hem de sektörler özgülünde değişimlere neden olacaktır. Bu durumda bazı sektörlerde ücretler düşerken bazı sektörlerde şirketler çalışan bulmakta zorlanacağı için ücretler artabilir.

Suriyeli mülteciler sayısal nedenlerle ön planda olsa da Afganistan ve Pakistan’dan Orta Asya ülkelerine, Karadeniz’e kıyı devletlerden Kafkasya’ya ve Afrika ülkelerine çok çeşitli ülkelerden insanlar ya Avrupa’ya geçişte bir durak olarak geçici bir süreliğine ya da dönemsel veya kalıcı olarak doğrudan Türkiye’de çalışmak için geliyorlar. Gelenlerin büyük çoğunluğu ise kendi iç ağları ve aracı kurumlar vasıtasıyla hızlı bir şekilde çalışma yaşamına katılıyor ve genellikle kayıt dışı çalışıyor. Bu kayıt dışılık geçici ve uluslararası koruma altında olanlar ve turist vizesiyle gelenler için sürekli bir hal alıyor. Ev içi işlerde olduğu gibi bazı işkollarında göçmenin pasaportuna el koyma da yaygın şekilde görülüyor.

Turist vizesiyle gelenler için genellikle geçici ve dönemsel işlerde çalışıp geri dönmek ve sonrasında iş olduğunda yeniden gelmek yaygın görülse de uzun dönemli işlerin bulunması halinde aile olarak gelme yönünde bir eğilim de görülüyor. Örneğin Orta Asya ülkelerinden aile olarak gelip çalışanlar oluyor. 

Suriyeli mülteciler açısından ise nüfusun önemli bir kısmı halen çocuk ve ülkeye 8-10 yaşlarında gelenler artık çalışma yaşamında yer alıyorlar. İlköğretimde, lisede ve üniversitede okuyan yüz binlerce Suriyeli genç de birkaç yıl içinde çalışma hayatına katılacak. Bu topluluğun önemli bir kısmının Suriye’de sınırlı bir yaşamı olmuş, esasen Türkiye’de büyümüş ve okumuştur. Gençlerin aile büyüklerinin yaptıkları işleri ve çalışma şartlarını kabullenmeleri beklenmemelidir. Şayet vatandaşlık alabilen az sayıda Suriyeli dışında kalanlar için yasal çalışmaya erişim mevcut engellerini korursa “freelance”, “gig”, “platform” ekonomi gibi tanımlanan alanlara yoğunlaşmaları da beklenebilir.

Statükodan memnun olanlar

Ülkeye mültecilerin ve göçmenlerin yaygın şekilde geldiği son 10 yılda göç yönetimi ve “paydaşların” görevleri konusunda oluşan statüko göçmenler ve mülteciler için hukuki açıdan oldukça dar, kısıtlı ve sorunlu bir ortam yaratıyor. Bu statükoyu bozacak bir çıkış henüz görülmüyor ve statükonun “paydaşlarının” mevcut durumdan memnuniyetleri sürüyor. Bunu bozacak yegane tepki göçmen ve yerlilerin mahallelerinde ve işyerlerinde ortak bir tutum almasına bağlıdır.

Bu işbölümünde bilhassa güvenlik kaygılarını ön planda tutan devlet açısından, mültecilerin ve göçmenlerin hukuki haklarının sınırlı ve istenildiği zaman geri alınabilen bir konumda olması ve AB ile ilişkilerde pazarlık için kullanılması faydalıdır. Bu nedenle göçmenlerin ve mültecilerin esasen ülkede kalması ama AB’ye yönelik göçün belirli sınırlar altında sürekliliğinin sağlanması önemlidir. 

Bu işbölümü sermaye kesimleri açısındansa ucuz, yasal yükümlülüğü olmayan bir işgücüne ulaşma imkanı sunuyor. Yüzbinlerce göçmen tekstilde, inşaatta, tarımda, hizmet sektöründe yasal hakları olmadan çalışıyor. Devlet de buna göz yumuyor, hem teftiş etmiyor, hem çalışma iznini almayı zor bir prosedüre bağlıyor (örneğin oturum kartı verdiğine çalışma izni de verebilir veya çalışma iznini şirket yerine göçmenin kendisinin talep edeceği basit bir online sistemle alması sağlanır, bazı kontroller yapıldıktan sonra da onaylanır). Öte yandan ailede yasal çalışan biri varsa tüm aileye verilen yardımı keserek yasal çalışmak isteyen göçmenlerin dahi diğer aile üyelerinin aldıkları yardımları kaybetmemek için kayıtlı çalışmaktan caymasına sebep oluyor. 

Görüleceği üzere bunlar çok basit düzenlemelerle çözülebilir ama çözülmüyor. Turist vizesiyle gelenlerin çalıştığı belli olmasına rağmen buna da göz yumuluyor, pasaporta el koyma suç olsa da bir cezası olmuyor. 

Büyük sermaye kesimlerinin yanı sıra evde ev içi işleri yaptıran, çocuğunu baktıran aileler de tarlasında düşük yevmiyeyle işçi çalıştıran çiftçi de durumdan memnun. Şayet göçmen itiraz eder, sorun çıkarırsa kolluk kuvvetleri de göçmen aleyhinde devreye girebilir, hatta bu durumda göçmenin sınır dışı edilmesi ciddi bir olasılıktır. Sınır dışı edilme korkusu da patronlar açısından etkili bir sopa olarak kullanılmaktadır.

AB ve diğer fon veren kuruluşlardan aldıkları projelerle mültecilere yönelik eğitim, danışmanlık, mentörlük gibi hizmetleri sunan “STK’ların” önemli kısmı açısından bu tıkanıklığın sürmesi yeni projeler anlamına geliyor ve onlar da mevcut statükodan kazanç sağladıkları için onu değiştirecek bir çalışma programını önlerine koymuyorlar.

Mülteciler ve göçmenler ise mevcut engellerin sonucunda kendi içlerinde sıkı haberleşme ve dayanışma ağları oluşturarak sorunlara çözüm arıyorlar. Örneğin bankalar kredi vermiyorsa, formel finansal erişim yoksa mültecilerin kendi içinde paralı bazı kişiler tefeci rolüne soyunuyor. Veya çalışanlar açısından daha iyi çalışma koşullarının olduğu işyerlerini bulmada ailevi, hemşehri ve diğer benzeri ağlar üzerinden edinilen bilgi önem kazanıyor. 

Statükoyu bozmanın nedenleri

Peki, Avrupa Birliği’nden devlete, sermaye kesimlerinden STK adı altında iş yürüten proje yönetim şirketlerine göçmenlerin ve mültecilerin mevcut kısıtlı hukuki sürecinin devamından fayda sağlayanların statükosu neden ve nasıl değişebilir?

Mevcut sınırlı hukuki durum devlete kontrol ve pazarlık gücü, sermayeye ucuz işgücü, STK’ya seminerlerine katılacak “faydalanıcı” (beneficiary) sağlıyor. Bu kesimler bundan büyük kazançlar sağlıyorlar, ancak yasal şartlarda, temel hak ve özgürlüklerden azade çalışma imkanı olmayan, kayıt dışı ekonomide kıstırılan ve sömürüye uğrayan göçmen işçiler STK’ların sunduğu mesleki eğitim ve danışmanlıklardan da fayda görmeyince doğal olarak kendi içlerine dönüyorlar ve sorunlarını kendi iç bilgilendirme ve dayanışma mekanizmalarıyla çözüyorlar. 

Bu aynı zamanda yerli toplumla ilişkilerini de koparıyor, hem mekânsal olarak hem de düşünsel açıdan birbirinden daha da uzaklaşıyor. Bu durum da ırkçı, ayrımcı söylemlerin, fiili saldırıların, hedef göstermenin, sahte haberlerin yaygınlaşmasının önünü açıyor. Yani sadece dış politikada bir pazarlık aracı olmuyor, iç politikada da toplumun tepkisini boşaltmasını sağlayan, hedef gösterilen, ırkçı-faşist argümanlara kaynaklık eden zehirleyici bir işleve bürünüyor. Dahası işçi sınıfı üzerindeki kontrolü arttırıyor, emek hareketini zayıflatıyor ve ücretleri düşürüyor. Doğal olarak bu süreçten rahatsız olan, emekten yana politikalar izleyen kurumların önüne yeni engeller çıkarıyor.

Dolayısıyla göçmenlerle yerli toplum arasında diyaloğu, dayanışmayı, anlayışı, kaynaşmayı sağlamak önem kazanıyor. Bu aynı zamanda Türkiye’de büyüyen, okuyan, çalışan ve Suriye ile bağı oldukça zayıf olan geniş bir genç nüfusun arayışına ve dertlerine de çözüm olacaktır.

Geç mi kaldık?

10 yıl bir insanın yaşamı açısından uzun bir süre ancak göçmenin yeni ülkesine entegre olması ve toplumsal meselelerin anlaşılıp çözümü için harekete geçme açısından bakıldığında anlaşılır bir süre. Bu aşamada hem olumlu hem de olumsuz anlamda biriken olguları kavrayıp ona göre bir hareket planı belirlemek gerekir. 

Öncelikle statükocu yaklaşımın gücü ve elde ettiği kazançlar muazzam ve bunları aşmak oldukça güç. Ancak Suriyeli göçmenlerin ve ülkeye yerleşen diğer milletlerden göçmenlerin bu dar statükoya sığması da pek mümkün değil. Bu önemli çünkü Suriyeli mülteciler artık Türkiye toplumunun bir parçası ve kitlesel bir geri dönüş mümkün değil. Yakın zamanda Suriye’de barışın sağlanması da güç, ancak diyelim ki ülkede kalıcı ve çoğunluğun memnun olacağı bir barış sağlansa ve ülkenin yeniden imarı için gerekli ekonomik imkanlar yaratılsa dahi 10 yıldır Türkiye’de yaşayan ve önemli kısmı burada büyüyen, okuyan ve çalışan yerleşik bir nüfusun toplu olarak geri gitmesi mümkün olmaz. Bir kısmı dönse dahi aile üyelerinin bazıları Türkiye’de kalmaya devam edecektir veya yaz tatilinde, bayramda Suriye’ye gidip gelecektir. Hatta belki de düzenin sağlanması halinde şu an Suriye’de olan birçok kişi de çalışmak ve okumak için Türkiye’ye gelmeyi gündemine alabilir. Nasıl ki Kulu’dan İsveç’e, Emirdağ’dan Belçika’ya göç aile birleşimi vb. yöntemlerle sürüyorsa.

Bu, göç araştırmalarında neredeyse evrensel olarak görülen bir olgu ama yakın bir örnek vereyim. 60’lı yıllarda Türkiye’den misafir işçi statüsünde Almanya’ya çalışmaya gidenler gerçekten bir süre sonra geri dönme şartıyla ve bu yönde iki ülke arasında imzalanan anlaşmayla gelmişlerdi. Buna rağmen gidenlerin büyük çoğunluğu kalmayı başardı. Bunun birçok nedeni var elbette. Almanya’da çalışarak para biriktirmenin tahmin edilenden güç olması, Türkiye’de sosyal, siyasal ve ekonomik durumun parlak olmaması, çeşitli yasal düzenlemelerle aile birleşiminin mümkün olması sayesinde aile bireylerinin ve çocukların gelmesi, onların eğitimi vb derken ülkeye geri dönüş her zaman ileriye ertelenen bir konu oldu.

Ancak uluslararası anlaşmayı ve iş sözleşmesini Almanya gibi bürokrasinin ve kuralların güçlü olduğu bir ülkede dahi aşmanın yolunu bulan göçmen işçilere katkı sunan iki temel talep söz konusuydu. İlki, Alman sermaye örgütlerinin rotasyon usulüne karşı çıkması ve işi öğrenen ve şirketin memnun olduğu işçinin yerine başkasının gelmesini istememesi ve göçmen işçi üzerinden ücret ortalamasını düşürebilmesidir. Diğer yandan sendikaların göçmen işçileri ilk günden itibaren sendikalaştırması, öne çıkan, ilgili genç işçileri eğitmesi, onları temsilci ataması, işçilerin konut, eğitim, dil gibi meseleleriyle ilgilenmesi oldu. Kültürel etkinlikler düzenlenmesi, fazla kira taleplerine karşı çıkılması, veli toplantılarına sendika temsilcisinin katılması gibi uygulamalar bu yönde aktif ve enternasyonalist tutum sergileyen sendika şubelerine üye olan Türkiyeli göçmenlerin yeni ülkelerine alışmalarını hızlandırdı ve işçi çocuklarının önemli bir kısmı bu ilgi sayesinde üniversiteye gidebildi. Örneğin Biontech firmasının kurucusu Uğur Şahin de babası Köln’deki Ford fabrikasında çalışan ve bu destek sayesinde iyi okullarda okuyabilen bir göçmen çocuğudur.

Sendikal mücadeleye göçmen işçilerin kendi inisiyatifleriyle kurdukları siyasi ve sosyal dernekler, kahvehaneler ve çeşitli küçük işletmeler eşlik ederek kalıcılaşmanın önü açıldı. Son 60 yılda ülkede siyasi ve ekonomik yaşamda ciddi dalgalanmalar olsa da hiçbirinin Suriye’de yaşanan çatışma ve yıkımla kıyaslanması mümkün değil. Türkiyeli göçmenlerin yaşadığı deneyimin benzerinin Suriyeliler için yaşanması ise kuvvetle muhtemel.

Ancak Almanya’da rotasyona dayalı, kısa süreli misafir işçilik uygulaması üzerine kurulan statükoyu bozan iki unsur vardı. İlki sermaye kesiminin talebi, bu rotasyon sayesinde istemediği işçiyi gönderme ve istediğini tutma gücü veriyordu ve emek hareketi karşısında önemli bir avantajdı. İkincisi ise Alman sendikal hareketinin işyerinde tüm işçileri sendikalı yapma anlayışı ve özellikle sol-sosyalist şubelerin özel çabaları sayesinde göçmenlerin yaşadıkları sorunların aşılmasıdır. 

Türkiye’de Suriyeli mülteciler ve diğer göçmen işçiler içinse sermaye kesimlerinin, devletin, AB’nin ve sürecin sivil tamamlayıcısı olan bazı STK’ların statükodan rahatsızlığı bulunmuyor, tersine kazancı var.

Statükoya kimler karşı çıkacak?

Türkiye’de büyüyen, okuyan, Türkçe bilen yeni nesil işçiler çalışma yaşamına girerken ve çalışma izni ve vatandaşlık hakkı olanların sayısı da azınlıktayken bu kısıtlı sisteme nasıl karşı çıkılabilir? Bunun bir sosyal mücadele yönü kısmen olabilir ama geçici koruma statüsünün geçici yönü hukuki açıdan engel çıkarabilir. Geçici korumaya sıkıştırılan geniş bir mülteci kısmının bu hukuki konumdan dolayı hak taleplerini olumsuz etkilemesi beklenebilir. Büyük ihtimalle yukarıda bahsettiğim freelance, gig ekonomi, platform ekonomi denilen, ancak burada da kendine has sömürü şartlarının olduğu alanlara yoğunlaşma olabilir. Büyükleri aynı sektör içinde sıkça işyeri değiştirerek daha yüksek ücrete kavuşurken gençler farklı sektörler arasında gidip gelebilir. 

Veya bir aşamada belirli sermaye gruplarının statükoyu eleştiren tutumları açığa çıkabilir. Örneğin lise giriş sınavlarında Türkiye birincisi olan, derece yapan Suriyeli çocukların haberleri çıkıyor. Birçok genç, belki bütün içinde azınlık olsa dahi, nicelik olarak azımsanmayacak bir sayı ülkenin iyi üniversitelerinden mezun olup, Türkçe, Arapça ve İngilizce’ye hakim bir şekilde iş piyasasına girebilir, statükoyu aşmak için çaba gösterebilir. Bu durumda onları istihdam eden sektörlerdeki sermaye örgütleri ve şirketler de bir düzenleme talep edebilir.

Ancak göç yönetimindeki statükoyu aşmak ve ülke genelindeki sosyal, sınıfsal ve siyasal hareketliliği geliştirmek açısından işyerlerinde ve mahallelerde ortak hareketlerin geliştirilmesi hem sömürü çarkının kırılması hem de ırkçı ve ayrımcı politikaların reddi açısından önem arz ediyor. Bu açıdan salt bir enternasyonal görev veya tali bir iş olarak değil, göçmenlerin yerli toplumla belirli talepler ekseninde birleşmesinin temel görevler arasında yer alması yeni dinamiklerin açığa çıkmasını sağlayabilir.

Meselenin göçmen kısmına değindim, göçmenler yerleşik hale geldikçe kendilerine sunulan bu kısıtlı tutumu kabul etmeyip aşmanın yollarını arayacaktır. Politik önemini de vurguladım, bunun emek ve siyasal hareketlerde karşılığı var. Peki, yerli toplumda bu yönde bir ilgi var mı? Diyalog kurmayı, yardımcı olmayı kimler istiyor? Bu konuda da ciddi bir birikimin oluştuğunu ama önemli zaaflara sahip olduğunu belirtmek gerekir.

Ülkemizde bazı şehirlerde ufak dayanışma hareketleri olduğunu biliyoruz. Örneğin İzmir’de veya Edirne’de göçmenlere destek sunan dernekler var. Birçok mahallede insanların komşusu olan göçmenlere yardım ettiği de biliniyor. Ama esas olarak son 10 yılda binlerce genç STK’ların projelerinde yer alarak mültecilerle görüşüyor, evlerine ziyarete gidiyor, yardım dağıtıyor, danışmanlık yapıyor, eğitimler veriyor, bilgi topluyor. STK yönetimlerinin ve projeci anlayışın tüm sıkıntısına rağmen alanda bizzat mülteciyle muhatap olanlar kısa süreli sözleşmelerle çalışan ve büyük emek veren binlerce genç işçi. Burada parantez açıp bu işçilerin de örgütsüz olduğunu, seslerini duyuramadığını, bazılarının mobing vb. baskılara maruz kaldığını belirtmekte fayda var. 

Bu işleri takip eden, iş başvuruları yapan, çalışan ve stajyer olarak bu projelerde yer alan binlerce gencin mültecilere sempati duyduğu, onların sorunlarına çare bulmak için bu işlere talip olduğunu tahmin etmek güç değil. Bizzat tanışma imkanı bulduğum onlarca gençte bu yönde ciddi bir ilgi ve istek olduğunu görmemek mümkün değildi.

Diğer yandan Türkiye’de ve yurtdışında yüzlerce genç akademisyen Türkiye’de Suriyeli mültecilerle ilgili araştırmalar yapıyor. Bu konuda çok sayıda yüksek lisans ve doktora tezi yazıldı, çok sayıda makale, kitap ve rapor çıkarıldı ve bu çalışmaların önemli kısmı da hem eleştirel ve mülteci yanlısı bir yaklaşıma sahip, mültecilerin çalışma, eğitim ve yaşam şartlarını anlayıp meseleyi haklar ve özgürlükler açısından ele alıyor ve eleştirel göç teorilerinden yararlanıyor hem de ciddi bir alan çalışmasına, mülakatlara, toplantılara ve gözlemlere dayanıyor. Bu ciddi bir emek ve birikim anlamına geliyor. Bazı durumlarda araştırmacı tezini yazarken bir STK’da veya BM kuruluşunda çalışıp hem akademik açıdan hem de kurum çalışanı olarak sürece dahil olabiliyor.

Dolayısıyla bu değerli birikime sahip olan binlerce genç faaliyetçinin ve akademisyenin iki topluluk arasında diyalog kurmada, birbirinin derdini diğerine tercüme etmede, ortak yönler bulmada büyük katkısı olacaktır. Yani toplulukların birbiriyle diyaloğu ve kaynaşması için sıfırdan başlamıyoruz.

Ancak bu gençlerin çalışmalarının ciddi zaafları da mevcuttur. Öncelikle bir STK çalışanının kendisine çizilen sınırlar içinde hizmeti sunup o noktada bırakması gerekir. Mevcut STK’ların önemli kısmının da toplumu örgütlemek, temsil etmek gibi bir derdi olmadığını ve proje yönetim şirketleri olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla mülteciye destek olmak isteyen, mültecilerle diyalog içinde olan ama bunu bir uzmanlık işi olarak değerlendirip projenin sınırlarını aşmayan bir çalışma yürütmek zorunda kalınıyor. Akademik çalışmalar ise doğası gereği belirli bir mesafe koymayı şart koşuyor.

İşin içine yardım veren ve alan, eğiten ve eğitilen, araştıran ve araştırılan ayrımı girdiğinde, bu kalın çizgi taraflar arasında hiyerarşik bir ilişki kurulmasını sağlıyor. Bu da karşılıksız bir desteği, dayanışmayı ve kaynaşmayı engelliyor. Burada eksik olanın gönüllülük, aktivizm ve siyasal bir yönelim olduğu açık. Bu durumda daha eşitlikçi bir ilişki kurmak, sadece öğreten değil, birbirinden öğrenen bir yaklaşım açığa çıkabilir.

Neler yapılabilir?

Özetle hem emek hareketinin gelişmesi hem de anti-faşist bir politik hat açısından artık ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini oluşturan, geneli işçi ve öğrenci statüsünde olan ve belirli bölgelerde yoğunlaşan göçmenlerle ve mültecilerle yerli toplumun ortak hareketi önem kazanıyor. Ancak bunun için öncelikle diyalog kurmak, kaynaşmak, önyargıları, setleri aşmak gerekir. Bu noktada Suriyeli ve Türkiyeli öğrencilerin birlikte okuduğu okullar, birlikte yaşadığı mahalleler ve birlikte çalıştığı işyerleri ideal bir başlangıç olabilir. 

Burada elbette alanın özgünlükleri ve imkanlar önem kazanıyor ama kültürel etkinlikler, piknikler düzenlemek, beraber yöresel yemekler yapıp paylaşmak, bayram ziyaretleri, Türkçe ve Arapça dil ve okuma dersleri, okul derslerine yardım, mümkünse veli toplantılarına katılmak ve öğretmenlerle görüşmek, çeviri desteği, sanatsal çalışmalar, hukuki destek ve çalışma yaşamına ait sorunlarda yön göstermek gibi konular semtlerde, okullarda ve işyerlerinde diyaloğu, kaynaşmayı, ortak hareket etmeyi ve birbirinden öğrenmeyi mümkün kılabilir.