Faili Belli Açılımlar Atlası

İki yüzyıldır açılıyoruz. Batıya doğru kürek çekiyoruz. Her biri yakın tarihimizin parlak sayfaları diye kıvanç duyduğumuz nice kararlara yelken açtık. Önce Tanzimat dedik, olmadı 1856 Islahat Kararnamesi'ni çıkardık. Meşrutiyet ilan ettik, akabinde “Muharrem kararnamesi” ile “Düyunu Umumiye” yönetiminde ekonomik açılım sefinesinin forsalığını yaptık… Açıldıkça açıldık. Cumhuriyet’le biraz dik durmaya çalıştık. Ama 1946’da İstanbul’a cenaze getiren Missouri zırhlısıyla “25 kuruşa Amerika”ya açılıverdik… Özal’la, Evren’le, Derviş’le neo-liberal sulara girdik, nihayet “Kürt Açılımı” ile günümüzün bol çığırtkanlı şölenine ulaştık. “Açılıma” bir de ad bulduk “Demokrasi ve Kardeşlik” açılımı. Artık bu doğrultuda “Kol Bastı” oynar, “Kolcu”yu görünceye kadar tepinir dururuz.

Hiç sevmediğim bir huyum vardır. Sık sık “Kurtlar Vadisi'nin” Muro'su gibi “Lanet olsun şu hocalık tutkuma” diye söylenir dururum. Gene aynı tutkuyla son açılıma yelken tutanlara yakın tarihle ilgili bazı hatırlatmalara deyinmek isterim.

Bilir misiniz ki şimdilerde pek beğenilen Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkler en çok aşağılanan halktı. “Etrak-ı bi İdrak” diye nitelenirlerdi. Bu niteleme “İdraksiz Türkler” şeklinde günümüze çevrilebilir. İmparatorluğun diğer halkları kutsanırdı. Örneğin Araplar “Kavmi Necip”ti. Yani saygın kavimdi. Ermenilerden ise “Tebai Sadıka” diye söz edilirdi.

Yeni Osmanlılardan Jön Türklere uzanan siyasi muhalefet ise “Osmanlılık” kavramına dört elle sarılmıştı. İttihat–Terakki 1908 eylemini bu şiarla gerçekleştirmişti. Vatan şairi Namık Kemal yapıtlarında Osmanlıyı yüceltmiştir. Aşağıdaki dizeleri bu yaklaşımının en güzel örneğidir:

Ey Ümmet-i Osmaniyan
Ey muhteşem şir-i jiyan

Namık Kemal millet ve ümmet sözcüklerini yazılarında içice kullanmış, millet yerine ulus kavramına özel bir ağırlık katmamıştır. Döneminde büyük beğeni kazanan ünlü piyesi de “Vatan” kavramını yüceltirken “Osmanlılığa” yurttaş anlamını yükler. Osmanlının son kuşağı Türk kimliğini bir anlamda Rusya’dan, Çarın zulmünden kaçan Türklerden öğrendi. Bu bağlamda Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset” adlı eseri çok öğreticidir. Akçura bu yapıtında 1876’dan sonraki üç siyasal yaklaşıma dikkatleri seçmektedir. Bu üç tarzı siyaset şunlardır:

· Osmanlıcılık (İttihad-ı Anasır) Siyaseti. Bu bağlamda İttihad-ı Terakki’nin net tavrını Dâhilî’ye Nazım Halil (Menteşe) Bey Meclis-i Mebusan'daki konuşmasında şöyle ortaya koymuştur: “… Dâhili siyasetin esası bütün Osmanlıların siyasi birliğidir. Bu birlik siyasetinin gayesi bütün Osmanlıların Osmanlı vatanının her tarafını vatanı umumisi ve yine aynı umumi aşk ve muhabbetle Osmanlı Devleti'ni de kendi devleti tanımasıdır” Böylece iki kavram gündeme getirilmişti: Vatan-ı Umumi ve Vatan-ı Hususiyi Prof. Tunaya’nın altını çizdiği gibi “Osmanlı Devletinin dokusu genel ve özel vatanlardan örülüydü. Huzur ve barış bu iki toplum tipi arasındaki diyaloga dayanıyordu”. Balkan Savaşı bu ütopyaya son verdi. Ziya Gökalp’ın şu dizeleri yeni bir siyasal doğrultuyu gündeme getiriyordu:

Bir ülke ki toprağında başka elin gözü yok
Her ferdinde mefküre bir lisan, adet, din birdir
Mebusanı temiz, orda Boso’ların sözü yok,

· Türkçülük akımı Ermeni, Rum, Arap vb. unsurların ayrılıkçı mücadeleleri sonucu bir savunma ve kimlik arama duygusuyla su yüzüne çıkmıştır. 1908 inkılâbından sonra yapılan seçimde Ermeni, Rum, Bulgar vb. azınlık partilerinin sürdürdükleri Osmanlı karşıtı ulusalcı, ayrılıkçı propaganda Hüseyin Cahit’in Tanin’de “Millet-i Asli” başlıklı makalesi ile yanıt buldu. Daha sonra Bulgar Prensliği'nin krallığa dönüşerek bağımsızlığını ilân etmesi, Avusturya – Macaristanın Bosna – Hersek’i ilhakı, Arnavutluk isyanı, Trablusgarp’ın ve on iki adanın İtalya tarafından işgali, nihayet Balkan Savaşı Türkçülük akımını güçlendirdi, Ziya Gökalp bu akımın ideologu olarak öne çıktı. “Yeni Hayat” önerisi inkılâbın gelecekteki ütopyasının ana çizgilerini belirledi.

· İttihad-ı İslam siyaseti. Bu siyaset İkinci Abdülhamit döneminde hem iç, hem de dış politika alanında büyük bir önem kazanmıştır. İttihatçılar da Birinci Dünya Savaşına girerken sömürgeleştirilmiş İslam halklarını yanlarına çekmek için “Cihat” ilan etmişlerse de bir yararını görmemişlerdir. 1924’de halifeliğin ilgasına karşı koyanlar itirazlarını aynı nedene dayandırmışlardır. Maalesef aradan 80 yıl geçtikten sonra bu “tarzı siyaset” ABD eliyle yeniden gündeme getirilmiştir.

Ne yazık ki aydınlarımızın bir bölümü rüzgârgülü olmayı çok seviyorlar. Ömer Seyfettin bu tip aydınları Efruz Bey tiplemesiyle çok güzel betimlemiştir. Efruz Bey’in “Tarz-ı hayatını” kaleme alan usta hikâyecimiz, bu zatın yeri gelince “Türk Ocaklı” yeri gelince “Cemiyet-i Hafiye üyesi (yani İttihatçı)” oluşunu, bazen de batı aristokrasisine temayül edip, baron, marki vb. gibi sıfatlara soyunmasını ince bir mizah biçimi ile anlatmıştır. Polis akademisinde “Kürt açılımına” katkı yapan 12’i akıl adamını Efruz Bey'in günümüzdeki son numuneleri olarak algılayabiliriz.

Bunları anlatmamın nedeni Kürt sorunu kadar önemli bir Türk sorununun da varlığına deyinmekdir. Ezilen, sömürülen, işsizlikten kıvranan, her alanda özgürlük diye çırpınan iki halk da aynı sorunlarla boğuşmaktadır. Ne Kürtçülük, ne de Türkçülük bu sorunların umarı olamaz. 1970 – 80’li yıllarda Diyarbakır, Batman, Şırnak, Hakkâri, Van yöresini sendika seminerleri, paneller vb. nedenlerle dolaştım. Seminerlerde Kürt emekçilerin başat sorusu “Sömürge nedir?” olurdu. Böylece bölgenin Türkiye'nin sömürgesi olduğunu ima ederlerdi. Başlangıçta yanıtlamakta zorlanırdım. Sonra cevabı buldum. Onlara aşiret reislerinin sömürgeci sultası altında olduklarını anlattım. Devletin de aşiret reislerini koruyarak bu sömürüye göz yumduğunu söyledim. Bu sorunlar ancak emekçilerin, ezilenlerin ortak eylemiyle çözülebilir. Efruz beylerden medet beklenemez.

Lozan Antlaşması'nın tüm belgeleri iyi okunmalıdır. O belgelere göre (hepsi Prof. Reha Meray tarafından derlenip yayınlandı) Türkler ve Kürtler yeni devletin aslı unsurlarıdır. Rumlar, Ermeniler, Museviler azınlık statüsündedirler. Kendi okullarını açabilir, çocuklarını bu okullarda eğitebilirler. Diğer yandan, bugün artık unutulan, 1921 Anayasası gerekçesi ve 1. Meclis’teki tartışmaları ile ele alınmalıdır. “Misak-ı Milli” tartışmalarında son Osmanlı Meclisi Mebusanı zabıtlarından okunarak bu bağlamda değerlendirilmelidir. Yerel yönetimler, il genel meclisleri bu bağlamda önem taşır.

Tüm bunların ötesinde Türk ve Kürt halklarının ortak bir özgürleşme sorunu vardır. Siyasal yaşamdan, sağlığa kadar mutlak bir özgürlük gereksinimi ortadadır. Derebeylerinin sultasına son verilmelidir. Toprağa bağlı kulluk nihayete ermelidir. Ne Barzani, ne Ahmet Türk ne de diğer aşiret reisleri ve onlara biat edenler ezilenlerin lideri olamaz onları lider kabul etmek sorunu baştan çözümsüz kılar. Bütün bunların ötesinde etkin bir toprak reformuyla ekonomik özgürlüğün temelleri atılmalıdır. Bu söylemi kim yükseltiyorsa, Türk halkının ve Kürt halkının, ezilen yığınların sorununu da o çözecektir. Bölgedeki yüzyılı aşkın emperyalizmin sultası ve onun oyunları yeni sorunları yaratmaktan ileri bir yarar sağlamaz. Bölgenin yakın tarihi emperyalizm tarafından ezilen halkların kanıyla sulanmıştır. Analar ağlamasın söylemi halkların analarını gerçekten ağlatan emperyalist oyunları gizlemek için yükseltilmektedir.