Corona günlerinde aşk

Türkiye’de ilk vakanın tespit edildiğinin ilan edildiği gündü; akşamüstü markete girmek zorunda kaldım. İtalya’da durumun vahametini gösteren görüntüler içinde en çarpıcı olanları sanki kontrolsüz bir güruhun yağmasına maruz kalmış market rafları görüntüleriydi. Girdiğim market aynı türden bir görüntü arzetmekteydi. Özellikle bakliyat, makarna ve diğer dayanıklı gıda reyonları boşalmış durumdaydı. Anlaşılan semt sakinleri sokağa çıkma yasağı türünden bir önlem bekliyorlardı. Evleri sığınaklar dönüştürüp, onlara sığınacakları anlaşılıyordu. Zaten pek de eli yüzü düzgün olmayan kamusal hayatımız iyice çökmüş olacak. Boşalmış reyonların önünde duran market çalışanı “Yağmaladılar abi” dedi. Dünya Sağlık Örgütü daha pandemi açıklaması yapmadan vatandaşımız pandemiye uygun bir panik refleksi geliştirmişti bile. 

Salgın öyle çok sık rastladığımız bir afet ve toplumsal dram değildir, zaten bir kere rastlandığında da kolay unutulabilecek bir şey değildir. Avrupa ülkelerini 1918 ile 1920 arasında tarumar eden İspanyol Gribi milyonlarca insanı öldürdü. 14. Yüzyıl’daki Kara Veba ise etkili olduğu bölgelerde nüfusun önemli bir bölümünü yok etti. O kadar etkili oldu ki, bazı tarihçiler feodalizmin çözülüşünde Kara Ölüm’ün mutlaka bir parmağı olduğuna kanaat getirdiler. Ölenlerin önemli bir bölümü toprağa bağlanmış ve iliklerine kadar sömürülen serf köylüler idi, nüfus azalınca sömürecek kadın ve erkek bulamaz oldular. Sömürülecek az sayıda insan kalınca tarımsal üretimde insan gücünden tasarruf eden dönüşümlere zorunlu kaldılar ve tarımda kapitalizmi tetikleyen unsurlardan biri ortaya çıkmış oldu. Açıklama budur; kapitalizm ölümle doğdu. 

Kitlesel ölüm ve salgın garip bir şekilde eşitlikçidirler, çoğunlukla toplumsal sınıf, toplumsal cinsiyet, dil din ve ırk farklılıklarını dikkate almadan telef ederler. Yaşam eşitsiz ancak ölüm eşitlikçidir. Ölüm kitleselleştiğinde tüm farklılıklar anlamını yitirir, bu dünyaya ait bedeni şehvet ve açlık yerini bir acayip vurdumduymazlığa ve bekleyişe bırakır. Nitekim Kara Ölüm dönemini en iyi tasvir edenlerden Boccaccio’nun büyük yapıtı Decameron’da soylu sınıftan bir grup genç kadın ve erkek bir araya gelerek ölümü beklerler, beklerken de birbirlerine arsız ve kuralsız hikayeler anlatırlar. Bir tür umarsızlık, kendinden geçmişlik ve duyarsızlık içinde arafı bekleme sürecidir. Orta Çağ’ın karga burunlu maskeler takan doktorları yaşarken ne olduklarını zerre kadar göstermeyen cesetleri istiflerken resmedilirler. Ölüm ve salgın sanki dünyada kurulan eşitliksiz ve hakkaniyetsiz düzene karşı ilahların intikamdır ve insan çaresizdir. 

Corona salgınını aynı türden bir kader gibi resmetme çabalarına şahitlik etmekteyiz. Öncelikle yayılım ve ölüm oranları dikkate alındığında ne Kara Ölüm’ün ne de İspanyol Gribi’nin yanına bile yaklaşamamaktadır. Hatta mortalite yani ölüm oranı daha yakın zamanlarda sökün etmiş SARS’ın çok altındadır. Ancak hem vaka hem de ölüm sayısı gün geçtikçe artmakta ve bu da paniğe neden olmaktadır. Bunlara ek olarak özellikle ulusal ve uluslararası kurum yetkilileri her gün paniği tetikleyecek açıklamalar yapmaktadırlar. Bunlar bir kenara, kapitalizm bu türden bir salgına yüz yıl öncesinde olduğu kadar hazırlıksız olduğunu kanıtladı. Üstelik yüz yıl önce sağlık olanakları bu kadar gelişmiş değildi ve dünya vahşi bir dünya savaşını daha yeni nihayetlendirmişti. Yanlış anlaşılmasın sağlık teknolojisi ve sağlık siteminin örgütlenmesi yüz yıl önceki duruma göre büyük bir gelişme göstermiştir. Ancak panik ve dağılma emareleri yüz yıl öncekinden daha baskın ve belirgindir. Neden? 

Buna öncelikle hem fiziksel hem de moral düzeyde iki cevap vermek gerekir. Öncelikle yüz yıl önceki salgın sırasında küresel bir boğazlaşmadan yeni çıkmış dünya yine de daha umut dolu bir dünyaydı. İnsanlık yeni ve ortakçı bir düzenin eşiğinde duruyor gibi görünmekteydi. Şimdi ise kendisini İlahi Komedya’daki Cehennem’e ilk katından giriş yapan Dante ya da Vergillius gibi hissetmektedir. Sistemin ve düzenin vaat edecek bir şeyi yoktur. İkincisi ise sistemik bir cevaptır; kapitalizm ile korku arasındaki organik bağ başkaları tarafından maharetle tescil edilmişti. Yayıldıkça ve büyüdükçe daha çok korkuya duymaktadır. Marketlere hücum, metroda birinin öksürdüğü mıntıkadan hızla uzaklaşma, paranın gücü ile sergilenen empati yoksunu vahşi yağmacılık; tüm bunlar bu korkunun doğal ürünleridir. Ayrıca kapitalizmin modern teolojisi tüketim merkezli hedonizmi kutsarken insan olmayı ve yaşamı sadece tüketime ve sahip olmaya endekslemiştir. Böylece ölüm aynı zamanda hazdan, tüketimden ve sahip olma dürtüsünden zorunlu olarak azade olmak anlamına geldiği için daha da korkutucu bir surete bürünmüştür. Ölümü çağrıştıracak her şey, ne kadar mesnetsiz olursa olsun, insani olmayan, hayvani bir reflekse ve paniğe yol açar hale gelmiştir.  Panik ise aklın kırıldığı asli andır. Zaten akılcılıktan uzaklaşma eğilimini güçlendiren bir sistemin bize attığı son kazıktır. 

Tekrar edelim; Dünya Sağlık Örgütü’nün gündelik olarak yayınladığı verilere göre durum bu insanlık dışı paniği haklı çıkaracak kadar vahim değildir. Durumun vahim olduğu bölgeler ve ülkeler vardır ancak insanlığın üstesinden gelemeyeceği bir kasırga değildir söz konusu olan. Yine de birkaç gözlemi ve belirlemeyi aktarmamıza izin verin.

Çin’in uzunca bir süre önce girdiği kapitalist yol, önce Çin sonra da dünya için insani ve toplumsal dramlar üretmeye devam etmektedir. Beşli Çete’nin tasfiyesi ve kapitalist yolcu Deng’in iktidarıyla birlikte ana hatları çizilen bu yol, Çin’in olağanüstü ölçeğiyle birlikte insanlığı tehdit eder hale gelmiştir. Bu yol kapitalizmin tüm dinamiklerinin baskıcı faşizan bir devlet eliyle hızla hayata geçirilmesi sonucunu doğurduğu ölçüde kapitalizmin insanlık ve doğa düşmanı eğilimlerini daha kristalize ve daha yoğun hale getirmiştir. Kırları ve sanayi bölgelerini yabancı sermayenin sınırsız sömürü alanları haline getiren Çin Komünist Partisi kağıttan kaplana teslim olurken kırdan kente zorunlu göçü tetiklemiş ve 10 yıl içinde 7 bin kişilik kasabaları 7 milyon kişilik devasa kentlere ve ucuz emek sömürüsü cennetlerine çevirmiştir. Bu kitlesel ucuz emek yığılması sürerken ne altyapıya ne de bu türden yoğun göçü massedebilecek yerleşim alanlarının varlığına dikkat edilmiştir. Üstelik bu kitlesel yığılmaya karşın ne yeterli bir sağlık sistemi geliştirilmiş ne de uygun halk sağlığı önlemleri hayata geçirilmiştir. İşyerinde işçi sağlığı ve güvenliği ise toptan yok sayılmıştır (nitekim Çin’de yabancı veya yerli sermayeye ait madenler mi, yoksa Covid 19 mu daha çok can almıştır sorusu cevaplandırılmayı beklemektedir). Bol sayıda ucuz beden arz eden Çinli emekçiler (Uzun Yürüyüş’ü gerçekleştiren devrimcilerin torunları) kendi kaderlerine ve sermayenin insafına utanmazca terkedilmişlerdir. Bu sağlıksız ve insani olmayan ortam bir tür karanlık çağı veya yeni bir orta çağı tetiklemiştir. Böylece orta çağı andıran grotesk salgınlar Çin’in ucuz sömürü cennetinden dünyaya sökün etmeye başlamıştır (SARS, Domuz Gribi ve Corona). 

Bazı aklı kıtlar yeni salgın için “doğanın son intikamı” yaftasını yapıştırıverdiler hemen. Oysa bu doğanın intikamı değildir, kapitalizmin insanlığa yönelik kininin son tezahürüdür. Doğa Covid 19’u bile isteye yaratmış mıdır bilemem; ancak onu önce kendi bedenlerine sonra da başkalarının bedenlerine bulaştıran, aldıkları düşük ücretler dolayısıyla insanca beslenemeyen ve ucuz vahşi hayvan etine zorunlu kalan Çinli emekçilerdir. Bu doğanın intikamı değildir, doğa bu kadar gaddar değildir. 

Corona kendisini yaratan kapitalizmden bilinçsiz ve fakat vahşi bir intikam almaktadır. Genelde dünya kapitalizminin, özelde ise Çin de dahil büyük kapitalist ekonomilerin kayıpları yüz milyarlarca dolara ulaşmıştır. Dünya ticareti hızla küçülme eğilimine girmiştir. Özellikle turizm, finans gibi özünde yüksek derecede sömürgen olan sektörler ziyadesiyle kötek yemiş haldedirler. Corona’dan önce de durum pek parlak değildi ama şimdi gerçekten seyirlik bir kepazeliğe doğru evrim geçirmektedir. Corona kendisini insanlığa karşı kininin tezahürü olarak yaratan kapitalizmden aşkla, şehvetle intikam almaktadır. 

Wuhan’dan ilk haberler ve görüntüler dünyanın iletişim ağlarına sızmaya başladığında “orada bir köy var uzakta, ama çok uzakta, vallahi çok uzakta” modunda bir havaya bürünen gelişmiş kapitalist ülkelerdeki rahatlık, Corona içeri sızdığında yerini çarpıcı bir paniğe bıraktı. İtalya önce gelişmiş Kuzey İtalya’yı sonra da tüm ülkeyi karantina altına aldı. ABD’nin bazı eyaletlerinde, namı yürümüş büyük kentlerinde olağanüstü durum ilan edildi. Önce Çin’e sonra da birbirlerine uçuşları iptal edip içeri kapanmayı tercih ettiler. Ancak fatura ağırlaştıkça kendini belli eden bir olguyu göz ardı etmeye devam eder bir görüntüleri var. İtalya’daki insani faturanın yüksekliği sadece İtalyan hükümetinin hareket etmekte gecikmesine bağlanamaz, nitekim şimdi ABD’de hem vaka hem de ölü sayısında hızlı bir yükseliş var. Oysa Güney Kore, Almanya, Fransa gibi bazı ülkelerde vaka sayısında veya ölü sayısındaki artış kontrol edilmiş gibi görünmektedir. Birinci grubu ikinci gruptan farklı kılan nedir? Sağlık hizmetinin kamusallığı ve yaygınlığıdır farkı yaratan. Sağlık sektörünü sermayenin insafına sonuna kadar teslim eden örneklerde fatura daha ağırdır. Örneğin Michael Moore’un belgesellerinde alaycı bir eleştiriye konu olan Amerikan sağlık sistemi için hikaye yeni başlıyor gibi görünmektedir. Sağlık sisteminin son raddesine kadar özel sağlık sigortası sitemine bağlı olduğu ABD’de yeni başlayan kitlesel salgın sistemin insan karşıtlığını gözler önüne serecek bir bilanço bırakmaya yazgılıdır. Amerikan halkı çok yakın bir gelecekte şu soruyu sorar hale gelecektir: Hangisi hayatı daha çok tehdit etmektedir? Corona mı? Amerikan sağlık sistemi mi? Başkanlık koltuğunda oturan şaklaban mı? Corona, inatla ve ısrarla kamusal ve yaygın bir sağlık sisteminin ne kadar elzem ve ne kadar değerli olduğunu kanıtlamaktadır. 

Corona ciddi bir sorun yaratmaktadır fakat paniğe gerek yoktur. İnsanlık onu da yenecektir, merak etmeyin.

Ancak unutmayın; ifritleri yok etmek, cehennemi yok etmek anlamına gelmez.