Ölümün Eşiğinden (Direniş-Teslimiyet)

İkisinin de duygusu gelir cana dayanır. Düğüm noktası ölümün eşiğidir. Doruk noktasıdır bu aynı zamanda. Yaşamı sürdürmenin tanımı bütün çıplaklığıyla direnişte bulur anlamını. Teslimiyetse ölüme dönüktür. Ölümün eşiği, bir ucu ışığa bakan, bir ucu karanlık iki yolun kavşağıdır. Yaşamın mıknatısı ışıkta gizlidir. Direnişte. Can taşımanın doğal eğilimi yaşamaktır. Işıktan beslenir. Teslimiyetin karanlığında ölüm uğuldar.

Daha ilk okuldan itibaren insanlara, 'Doğada geçerli olan, güçlünün egemenliğidir. Güçsüz güçlüye tabidir!' diye anlatılsa da, bu anlayış bir safsatadır. Dahası, bu anlayış: güçlünün yemini teslim alma tuzağı, 'teslimiyete çağrısı'dır. Bu anlayışın, doğada, insan hariç, hiçbir canlı için geçerliği yoktur. Hiçbir canlı, düşmanına teslim olmaz. Direniş, canlı için, yaşamını sürdürmesinin en belirgin dinamiğidir.Doğada esas olan, direniştir. Filin ayağı altındaki karıncadan, sırtlanın saldırdığı ceylana dek bu böyledir. Güçlerinin son zerresine dek direnirler. Direniş yaşamda kalmanın tek çaresidir. Teslimiyet bir yana, 'direnişte tereddüt' bile, ölüme dönük sonun başlangıcıdır. Doğanın yasası, 'direnişte tereddütü' bağışlamaz. Yaşamın sürmesi 'her dersten geçmeyle' koşulludur. Doğanın yasasında, teslimiyet ölümle aynı anlamı taşır.

Teslimiyet insanla başlamıştır. Düşmanının 'teslimiyet' tuzağına düşen tek canlı insandır. İnsanın düşmanı mı: o da 'insan'dır! Öyleyse: bu noktadan sonra 'hangi insan' diye saflarımız başlayacaktır. İsteyen, 'kötüler-iyiler' diye, 'acımasızlar-merhametliler toklar-açlar katille-maktuller hırsızlar-namuslular' diye ayırsın saflara isteyen 'köle beyleri-köleler, ezenler-ezilenler, sömürenler-sömürülenler, zalimler-mazlumlar' diye. Doğada bir canlı olarak insan, kendi evrimi sürecinde 'fazladan' saflara dağılmıştır. Değişmeyen tek şey yine aynı: yaşamı sürdürmenin direnişle, teslimiyetinse ölümle özdeşliğidir.

İnsanlık tarihi bu mücadelenin tarihidir. Din kitaplarında yazılan, 'İnsan eşref-i mahlûkattır' (yani: canlıların en şereflisidir) sözüne bakmayın. Bu söz de çünkü, insanla başlamış bir yalandır. Bırakın doğayı ve diğer tüm canlıları, kendi türüne karşı bile insandan daha zalim, acımasız, doymaz, kurban meraklısı, vahşi, kaba bir canlı yoktur. Yine aynı noktaya geliyoruz: insan olarak insan içindeki safımıza. Soru açık: hangi saftayız?

İşte dünyayı kan gölüne çevirenler işte açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun pençesinde can çekişenler işte zalimler sürüsü, işte mazlumlar işte yurt, işte emperyalist talancılar işte halk, işte halk düşmanları işte zincirlerle, postallarla, kırbaçlarla, gazlarla, bombalarla insanî olan her şeye saldıranlar işte yeni doğan bebekler, yeni doğan bebeklerine bir lokma için çırpınan emekçiler. Soru yanıt bekliyor: hangi saftayız? İnsan olarak hayata yaraşır olmanın safı hangisi? Unutmadan: tarafsızlık, bu kavşakta 'teslimiyeti' içerir.

Direniş, insanca yaşamanın öz kardeşidir. Kökleri vardır. Canlıdır. Teslimiyetse canı hayattan koparan tuzak. Direnenlere bakın, alınları ışık yuvasıdır. Teslim olanınki ise karanlığın..

Haziran 1972'de, Sansaryan Hanı'nda, kapatıldığım hücreden işkenceye gidip gelirken böylesi duygularmış demek ki içime düşen. Kemal Okuyan'ın, içten ve anlamlı bir cümleyle, "16 Haziran'da yeni biçimiyle yayınını sürdürecek olan Sol adlı gazetemizde, istediğiniz aralıklarla, istediğiniz şeyleri yazarak aramızda olmanız bizi ve daha da önemlisi okurlarımızı çok sevindirecektir!" daveti, 1972 yılı Haziran'ında yazdığım 'Ölümün Eşiğinden' adlı şiirime götürdü beni. Yıllar ve yıllar sonra açıp okudum. Saf tutma duygusuyla bu yazıya başladım.

"Bu yaz artık düpedüz
birbirine uzak günlerindeyim gençliğimin,
(oysa bir bakıma nasıl da yakın
birbiriyle öpüşen üç '16 Haziran'),
kim bilir hangi ranza
hangi dağlara çevriliyor uykularımda,
ve yaşamak, baharla
dallarda yumrulaşan
erikler gibi -inan-
gömleğime sıçrayan taze kan izleridir
....
Ah yurdum yanıyor, yanıyor yurdum
ışıkla rüzgâr arasından bana el ver
ah yurdum yanıyor, yanıyor yurdum,
arklardan, dal kümelerinden,
seyrelmiş adımlardan bana el ver!
Bana el ver, bana el ver...
bunları düşünürken
karanlık bir mahzendeydim
ve zincirler altındaydı omuzlarım
kalabalıklar içinden sıyrılmış bir yürek
yılmadan
dövüp durdu bağrımı,
ve ben daha iyi kavradım
yalnız olmadığımı,
ne tuhaf -ah- ne tuhaf
o zaman birden hatırlayışım
ayrılık öpüşlerinin tadını
binlerce iğnenin
doldurduğu bir çuvala
yuvarlanırcasına
beynime, tenime, erkekliğime
saplanışlar yağdırırken elektrik,
kavgasından
koparılıp getirildiğim halkımın
acısını
soluyarak
inatla tekrarlayışım..."

Diye sürüp gidiyor şiir...Demek ki o büyük direnişin üçüncü yılıymış..24 yaşımda bir damla olarak katıldığım, Kadıköy'e doğru akan o büyük halk dalgalanışı nasıl bir direniş ruhuyla köklenmiş ki içimde, beni o işkencelerde yaşamanın safında tutmuş. Şan olsun o direnişe. Şan olsun acısının bilinciyle kuvvetini bileyen halka. Şan olsun safını halkın omuzbaşı sayanlara. Şan olsun insan olmanın onuruyla suya, toprağa ve havaya kardeş yaşayanlara.

Merhaba arkadaşlar...

Nihat Behram / Haziran 08