Obama Popülizme Sığınıyor

Son günlerde Amerika’daki bazı gelişmeler Obama’nın söylemini değiştirdi. Bazılarına göre Başkan, “ağzını bozdu”. Başkalarına göre eksik de olsa sosyal muhalefet öğeleri içeren popülizme sarılarak Wall Street’e cephe aldı. Müşkülpesent solculara göre ise göz boyayarak zaman kazanmak istiyor.

Neden bu üslup değişikliği? Bir kere Massachusetts’teki kritik bir senato seçimi yenilgisi Amerika’da siyasi sarkaçın Demokrat Parti aleyhine savrulmaya başlamış olduğunu adeta kanıtladı. Bu yıl yapılacak olan Kongre seçimlerinde Demokratların hezimeti, Obama’nın ikinci kez Başkan seçilme olasılığını zayıflatacak kendisini 1992’de Clinton’a yenik düşen Baba Bush’un kaderine ortak kılacaktır. “Herkesle barışık olma” çabaları tökezlemiştir. Bir saldırı hedefi belirlenmelidir.

Wall Street adeta “kaşınarak” bu hedefi oluşturuverdi. Amerikan ekonomisinin hızla küçüldüğü, açık işsizliğin yüzde 10 eşiğini yukarı doğru zorladığı 2009 yılında dev Amerikan bankalarının rekor kazançlar elde ettikleri ortaya çıktı. Halbuki aynı bankalar bir yıl önce astronomik devlet destekleriyle kurtarılmıştı. En büyük 38 finansal kuruluşun prim-ikramiye-tazminat türü ücret-dışı ödemelerinin (aslında bunlar “örtülü kârlar”dır, artı-değer öğeleridir) 145 milyar dolara ulaşacağı açıklandı.

Obama hızla bu hedefe yöneldi: “Bu bankalar bir yandan küçük işletmelere kredi açamayacaklarını, kredi kartlarının faizlerini düşük tutamayacaklarını ileri sürüyorlar ve vergi mükelleflerine karşı borçlarını (yani devlet yardımlarını) geri ödemiyorlar bir yandan da rekor kârlar elde ediyorlar ve reforma karşı direniyorlar. Bunları görünce, sistemin düzeltilmesi doğrultusundaki kararlılığım pekişiyor… Paramızı geri almak istiyoruz ve alacağız… Kurtarılmanız için size akıttığımız kaynakları hissedarlarınıza, müşterilerinize aktarmayınız primleri kısarak borcunuzu ödeyiniz… Çok büyük olduğu için batması önlenen bankalar bundan böyle Amerikan vergi mükellefini rehine alamayacaktır.”

Bu söyleme yol açan “kriz ortamında yüksek ve yükselen banka kârları” nereden kaynaklandı? Bir kere, ABD Hazinesi’nden kaynaklanan 700 milyar dolarlık kurtarma fonu (buna TARP parası deniliyor) büyük ölçüde dev finans kapitale gitmiştir. Bu paranın 120 milyar dolarının hiç geri ödenmeyeceği tahmin ediliyor. İkincisi, ABD Merkez Bankası (“FED”) bankalara yüzde sıfırla kredi açmakta bu maliyetle borçlananlar aynı parayı en azından yüzde 3 faizli ABD Hazine bonolarına yatırdıklarında kolay, büyük kazanç elde edebilmektedirler. Daha yüksek getirileri hedeflediklerinde ise, “carry trade”e (yani, “taşıma suyla dışarıda spekülasyona”) giderler Türkiye’den, Rusya’dan, Polonya’dan devlet tahvilleri alarak dolar üzerinden 3-4 misli daha yüksek getiri oranlarına ulaşabilirler.

Hazine’nin bol kepçe yardımları ve FED’in ucuz para pompalaması sonunda oluşan rahat kazançlar, bankaların reel ekonomiye kredi açma eğilimini baltalar reel ekonomi kösteklenirken finans kapital ihya olur.

***

Obama söylem değişikliğiyle yetinmedi “zülfiyare dokunan” bir takım önerileri de gündeme getirdi. Bunlar üçe ayrılıyor. Birincisi, TARP parası alan bankaların yükümlülükleri (mevduatı) üzerinden binde bir buçuk (%0.15) oranında bir vergi ikincisi, yatırım bankalarının mevduat toplamasının engellenmesi üçüncüsü ise finansal kuruluşların büyüklüğünün sınırlanması…

“Banka vergisi”nin on yıl içinde 90 milyar dolar toplayabileceği banka kârlarının olsa olsa yüzde beşine ulaşabileceği söyleniyor. Şirket primlerinin veya bazı finansal işlemlerin vergilenmesi ise gündemde değildir. Bu ılımlı özelliklerine rağmen büyük bankacılar “anayasa ihlâli” şamatasını başlatmışlardır.

Ticari bankacılıkla yatırım bankacılığının ayrılması, mevduat toplayan bankaların kendi hesaplarına spekülatif işlemler yapmasına son verir. Bu, büyük buhran yıllarından gelen ve Clinton döneminde kaldırılan Glass-Steagall yasasının bir anlamda yeniden yürürlüğe girmesi anlamına geliyor.

“Batmasına izin verilemeyecek kadar büyük bankalar”ın parçalanmasına yol açabilecek pratik yöntemler ise henüz ortada yoktur.

***
Obama, bu önerilerle, finansal tutuculuğu temsil eden (ve sol iktisatçıların hedef tahtası olan) Summers-Geithner ikilisinin dümen suyundan ayrılıp, Reagan dönemnde FED başkanlığı yapmış olan Paul Volcker’in tezlerine itibar etmiş olmaktadır.

İşin tuhafı, finansal serbestleşme çılgınlığını hizaya getirme tezlerinin bugün bayraktarlığını yapan Volcker, 1981’de dünya ekonomisini neoliberalizme teslim eden dönüşümün ilk adımlarını, Üçüncü Dünya’yı borç krizine sürükleyerek gerçekleştirmişti.

Amerikan tarzı popülizm, hem büyük devletten, hem de büyük sermayeden (“soyguncu baronlar”dan, Wall Street’ten) nefret eder dolayısıyla 2008’de “vergi mükellefinin parası” ile büyük bankaların kurtarılması çok şiddetli bir halk muhalefetiyle karşılaşmıştı. Şimdi de, işsizlik artarken banka kârlarının ve primlerin dört nala tırmanması yaygın bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır.

Obama şimdi bu hoşnutsuzluk dalgasına yaslanarak zaman kazanmak, zararlarını sınırlamak peşindedir. Popülist söylemlerin ABD’de katıksızca hayata geçirilmesi ise nadiren mümkün olmuştur. Obama’nın seçim kampanyasına en cömert destekçilerin başında Wall Street patronlarının yer aldığı da ayrıca hatırlanmalıdır.