Burjuvazi, 12 Eylül ve AKP

Başbakan’ın “İtaat veya Bertaraf…” çıkışı, hızla sonuç vermeye başladı. İstanbul Ticaret Odası ile Denizli Koyun ve Keçi Yetiştiricileri Birliği başkanları referandumda oylarının “evet” olacağını açıkladılar. Daha da anlamlı iki katkı müteahhitler cephesinden geldi. 40000 üyeli Tüm İnşaat Müteahhitleri Federasyonu Başkanı Tahir Tellioğlu, “cunta anlayışıyla hazırlanan anayasa değişmeli” gerekçesiyle lüks konut sektöründe uzmanlaşmış ünlü bir inşaatçi olan Ali Ağaoğlu ise, “istikrar için” oylarının rengini belirttiler.

Son yıllarda iş çevreleriyle siyasi iktidar arasındaki ilişkilerin avanta, vurgun biçimlerini yeşertmiş olduğunu geçen hafta bu köşede belirtmiştim. Oylarının rengini belli eden iki müteahhit AKP’li yıllarda “yeşeren” alanların içinde yer alıyorlar. Herkes biliyor ki, bakanlıkların, yerel yönetimlerin, TOKİ’nin yatırımlarında ayrıcalık, siyasi iktidara yakın olan müteahhitlerdedir. Büyük kentlerde devâsâ kazançlara kapı aralayan imar izinlerinde, aflarında, arsa tahsislerinde inşaatçıları, mülk sahiplerini kâh ihya eden, kâh engelleyen, bazen de cezalandıran hayatî kararlar, ilgilinin iktidara yakınlığıyla yakından ilgilidir. “Evet” oyları bu nedenle alenîleşiyor. Arkası da gelecektir.

Fakat, bir de ileri sürdükleri gerekçelere bakalım: “12 Eylül rejimine reddiye” ve “istikrar arayışı…”

Bugün “cunta” eleştirisine kalkışan patronların ağababaları (örneğin Vehbi Koç) ve örgütleri (TÜSİAD, TOBB, TİSK) 12 Eylül’de ne yapıyorlardı? İlk baskısı 1991’de yayımlanan 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm (sonraki baskı İmge Yayınevi’nden) başlıklı kitapta şunları yazmıştım: “Yakın tarihimizdeki askeri darbeleri inceleyenler,12 Eylülde[ki]… askeri yönetimin, 27 Mayıs, hatta 12 Marttaki yönetimlerin aksine, herhangi bir radikal/reformcu üsluba veya bir ‘göz boyama’ girişimine hiçbir anda yönelmediğini aksine derhal ve kesin bir biçimde burjuvazinin ekonomik ve toplumsal programına angaje olduğunu gözleyeceklerdir.” (s.74) Neoliberalizmin nimetlerini ve emek/sermaye ilişkilerini kökten dönüştürme gereksinimini cuntacılar kendi başlarına keşfetmediler. Aynı kitapta anlatmaktayım ki, sermaye çevreleri bu ideolojik biçimlendirmeyi başarıyla gerçekleştirdiler ve 12 Eylül sürecini belli ölçülerde yönlendirdiler.

Bu “kirli sicile” niçin bulaştılar? Ekonomiye egemen olan sınıf, elbette devlet aygıtını da denetleyecek konumdadır. Kapitalist bir toplumun normal gelişim süreci içinde bu denetim yerleşik, kalıcı bir özellik kazanır ve burjuvazi devlete de egemen olur. Öte yandan, sınıflar-arası güç dengesinde meydana gelen kimi gelişmeler, devlet aygıtının üzerindeki sınıfsal hegemonyanın zayıfladığı dönemlere, iktidarın paylaşıldığı alanlara yol açabilir.

Türkiye’de 1973-1979 yılları içinde burjuvazinin devlet aygıtı üzerindeki egemenliği daraldı emekçi sınıfların paylaşım alanı genişledi. Sermaye çevreleri bu mevzi kaybını hazmedemediler karşı hücuma geçtiler: Ecevit iktidarına cepheden ve şiddetle saldırdılar. Turgut Özal’ın 24 Ocak programında ekonominin yönetimine 12 Eylül sonrasında Başbakan Yardımcılığı’na yerleştirilmesinde belirleyici oldular. Emekçi örgütlerini devre dışı bırakan solu yok eden cunta uygulamalarının arkasında yer aldılar. Ve en önemlisi, 1982 Anayasası’nın ve ona bağlı olan yasal, kurumsal düzenlemelerin biçimlenmesinde doğrudan rol aldılar. Bu sayede, temel bölüşüm ilişkilerinin, sadece kısa dönemli (silah zoru içeren) müdahalelerle değil çok daha kalıcı olarak burjuvazinin lehine dönüşmesini sağlamış oldular. Neoliberal dönüşüm, böylece, burjuvazinin genel programı olarak kucaklandı.

AKP referandumu pazarlarken “12 Eylül mirasını red” söylemini tutturarak demokrat çevrelerin gözlerini boyamaya çalışıyor. Bu demokrat çevrelerin, bu söylemi dillerine dolayan patronlara, 12 Eylül rejiminin ve 1982 Anayasası’nın oluşmasında Türkiye burjuvazisinin günahlarını hatırlatmaları iyi olacaktır.

***

Gelelim, “istikrar için evet” gerekçesiyle referandumda AKP’yi destekleyen iş adamlarına…

Burada çok daha tutarlı bir sınıfsal tavır söz konusu. Geçen hafta bu köşede tartıştım: Türkiye’ye neoliberalizm, Özal-ANAP çizgisinin deformasyonlarıyla ithal edildi. Neoliberal dönemin siyasi iktidara bahşettiği yeni imkânlar sonuna kadar kullanılarak, belli iş çevrelerinin “siyasi iktidar aracılığıyla ihya edilmesi” yöntemleri keşfedildi. Bu yöntemler otuz yıl boyunca adım adım geliştirildi AKP’li yıllarda “cezalandırma” mekanizmalarının da eklenmesiyle bugünkü ortama ulaşıldı. Ancak, her aşamada burjuvazinin genel ve ortak çıkarları gözetilerek ve genişletilerek…

1999’da, “siyasi istikrarsızlık ortamlarında yeniden yeşermeye başlayan popülizmi (yani emek lehine ödün verme eğilimlerini) külliyen tasfiyeyi” hedefleyen (ve IMF/Dünya Bankası rehberliğinde) yeni bir programa geçildi. Bu stratejik saldırının ilk aşaması, DSP-ANAP-MHP koalisyonları ve 2001 krizi içinde Kemal Derviş tarafından yönetildi. İkinci aşamanın yönetimi ise, sonraki sekiz yıl boyunca aynı programı ödünsüz sürdüren, geliştiren AKP tarafından üstlenildi. Bu aşamada AKP’nin tek parti sermayenin genel çıkarlarının izlenmesi açısından çok önemli bir güvence oluşturdu.

İnşaatçı iş adamının “istikrar için evet…” demesinin ardında bu algılama var. Açık farkla “evet” sonucu veren bir referandumun, AKP’nin tek parti iktidarının devamına işaret edeceği ve bu nedenle borsayı rekor düzeylere çıkaracağı öngörülüyor. Borsa burjuvazinin kollektif ruh halini yansıtmaktaysa “bertaraf edilme” tehdidi sineye çekilmekte veya umursanmamakta sermaye çevrelerinin temel tercihi de “istikrar, yani AKP” olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu nedenlerle referandumda AKP’ye doğrudan veya dolaylı destek veren liberal ve “demokrat” çevreler, temel bir sınıfsal tercihe de katılmış oluyorlar.