İnci Aral’ın ‘Aranjman’ Romanı

Bazı şeylere akıl sır erdiremiyorum ve apışıp kalıyorum. Kaybetmekten korktuğum bir şabalaklık. Her şeyi açıklayabilmenin soğukkanlı duruşundansa, âlemde olup bitene acemice şaşırmayı yeğlerim. Ama bu, zaman zaman umutsuzluğa da yol açıyor. Özellikle bu ülkenin “entellektüel camia”sı açısından.

İnci Aral’ın “yeni” romanı “Şarkını Söylediğin Zaman”, birkaç aydır sırasını bekliyordu. Bu zaman zarfında bir kez okumaya girişmiş, 20-30 sayfadan sonra, “dursun şimdi” demiştim. Yığınla başka yazar da örneğini sundu, ama, roman daha girizgâhta, kendi kendime, belki de “Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları”nı ilk örnek olarak belleğime kazıdığımdan, Demir Özlüvari diye bir çağrışım uydurduğum ve prototip kabul ettiğim basmakalıplığı taşıyordu.

Olay-kişi ve bakış-köken paralelliği yazar dillerini de benzeştirse de, anlatım tarzından çok, “zamanında” sol harekete öyle ya da böyle “bulaşmış”, küçükburjuva, “iyi aile” çocuğu, bohem takılan, “parlak” öğrenci gençlerin, akademisyenlerin, cinsellikle sarılıp sarmalanmış “politik yaşam” öykülerinden gelen bir basmakalıplık.

Bilirsiniz, o günleri düşününce sebebini bulamadığınız, olsa olsa yazarın bize anlatmadığı bir militanlığı da vardır diye akıl yürüterek gerçekliğine ikna olmaya çalıştığınız bir kaçaklığı, bir sahil kasabasında ya da Avrupa’da, gustolarından vazgeçmeden ve “tensel anımsama”larla geçirir çoğu. Yine bu örnekte, nedense ille günün eylem çizgisini eleştiren bir sağduyulunun gözünden, biraz acımaklı gözlerle bakılsa da, o oyuna kendini kaptırmışlara eleştiri de bolca serpiştirilir. Mutlaka içlerinden biri etraflarını kuşatmış izmaritlere ve kirli çay bardaklarına bakarak, “öküz militanlar” karşısında “birey, birey!” temelli bir isyana düşecektir. İtiraz etseniz kurgu karakterlere, Demir Özlü kitabının adına koymuştur zaten, “biz küçükburjuvaziyi anlatıyoruz” savunması gelir.

Son yıllarda kat ettiği aşamaları bilsem de, bu türden bir romanla karşılaşmayı beklemiyordum gene de İnci Aral’dan. O yüzden, kitabı bırakmam vazgeçiş değil, sadece bir ertelemeydi ilk sayfaların verdiği izlenime karşın. Nitekim, günü geldi geçen, oturdum okudum.

Ben okuyana kadar, roman en çok satanlar listesine kurulmuş, “yepyeni bir deneme”, “romanda yükselen çıta” gibi, bildik eleştirmenlerin bildik pohpohlarına kulak asmasanız da, epeyce beğeni toplamıştı.

Tabii bu “tanıtım” çalışmalarına, enteresan bir öykü de eşlik ediyordu. İnci Aral, “sonradan evleneceği, çocuklarının babası olacak kişi” için bir ses bandına şarkılar söylemiş, duygularını bu kez mektupla değil sesle ifade etmişti ve tam 45 yıl sonra bu bantlar bulunmuştu. “Bir süre sonra kitapla beraber verilecek” bir CD’ye içinden 10 parçanın kaydedileceği bu bant, uzun yıllardır tasarlanan romana fon olmuştu.

Kitap hakkındaki her söze, bu çok etkileyici, gerçek öyküyle başlanıyordu ve açıkçası, ilgisiz kalmak mümkün değildi.

Muhtemelen çoğu okur, bu bantların yazıya aktarılmış halini de içeren ve İnci Aral’ın o dönemini anlatan biyografik bir yapıt bekliyordu kapağı açarken. Benim gibi.

Ama bu olmadığı gibi, “uzun yıllardır yazılmayı bekleyen”, elimizdeki “çıta yükseltici” roman, yeni de değildi.

Bunu gördüğümde, epeyce araştırdım, denk geldiğim bir blog dışında –ki, orada da öyküye “romanın çekirdeği” denilerek gene de yeni bir eserden bahsediliyordu– mutlaka gözümden kaçmış bir yerde, söz konusu duruma değinilmiş olmalıydı. Yazarla yapılan röportajlara bir daha baktım ulaşabildiğimce, ikrar edilmiştir umuduyla. Yoktu. Gene de bir ihtiyat payı bırakıyorum ve aşağıdakiler daha önce yazarı tarafından söylenmiş, medyada yer almışsa, kusura bakmayın diyorum.

Evet, karakter isimleri değişmişti çoğunda, ama bu bizim ilk olarak 1984’te okuduğumuz, sonra değişik baskıları da yapılan bir İnci Aral öyküsünün blok olarak alınmış, önüne sonuna eklerle genişletilmiş haliydi. Hatta, “yeni” romanın çıkmasından hemen önce, Nâzım Hikmet Akademisi’ndeki “Edebiyat ve Siyaset” dersine de konu ettiğimiz bu öykünün üzerinde, 80’lerde de bir hayli konuşulmuş, dahası, yanılmıyorsam KSD grubundan bir kadın militanla öykü kahramanı arasında paralellikler kurulmuştu.

“Uykusuzlar” adlı kitabında yer alan “Güz Yaprağı” adlı bu öykü yaklaşık 60 sayfaydı ve şimdi karşımızda 200 küsur sayfalık bir romana kelime kelime, cümle cümle, paragraf paragraf aktarılmış olarak duruyordu. Örneklemeye gelmez, “şurası oradan alınmış” denilecek parça yok çünkü, bütün öykü alıntılanır mı?

Öykünün kahramanları Sevil ve Nezir, romanda Deniz ve Cihan olmuştu, öyküde pek yer tutmayan Eylem adlı kız çocuğu da, romanda başat rollerden biri olarak genişlemeye ve dramatik etkiye katkı sunan Ayşe Devrim’e dönüşmüştü. Yücel Yüksel’miş, Hüsam, Jale, Onur filan aynı kalmıştı.

Ne de olsa bu bir roman olacaktı, –yok, Yeşilçam melodramlarının bildik teması demeyelim– kaderin bir cilvesiyle, Cihan ile küçükken kucağından indirmediği, eski “yarım kalmış” sevgilisinin ona emanet ettiği kızı Ayşe’nin yıllar sonra tesadüfen karşılaşıp, kim olduklarını bilmeden birbirlerine âşık oluşlarıyla, hem hacim genişlemiş, hem okura bu “aykırı” aşk üzerinden çeşitlemeler olanağı doğmuş, “çarpıcı”lık unsuru eklenmişti. Bu ilişkinin doğmasına vesile olması için eklenenleri de saymazsanız, romanın özü, eski öykünün yeniden, vurgu olsun, yeniden! basımıydı.

Tabii ki bundan doğal bir şey olamaz. Yazar bir öyküyü, istediği kadar yeniden kurabilir, değiştirebilir, parçalarını farklı öykülere dağıtabilir, genişletebilir, “bittiği noktadan sonra bunlara ne oldu”larla yenileyebilir, içinden bir karakteri çekip öne alabilir ve farklı bir formatta yazabilir, ya da örnekte olduğu gibi tekrar kullanabilir. Kendi öyküsüdür, kendi tasarrufudur. Kendinden “intihal” olacak değil ya...

Burada bizi şaşırtan, İnci Aral üzerine binbir çalımla döşenen kimseciklerin bundan söz etmeyişidir. Geçtik, koflukları ve İnci Aral uzmanlıklarının palavra olduğu bunu es geçmelerinden görülen eleştirmenleri, bunu en iyi bilecek kişi, İnci Aral neden açıkça söylemez? Yapılan röportajlarda, eskiden kaleme aldığı bir öyküye doğrudan göndermeden neden kaçınır? Aksine, neden kurgulama ve yazma sürecinden, lirik bir dille, kendi yaşamını da anlatarak ve beklentiyi bu yönde kurarak bahseder?

“Tüm bu bilgileri biriktirdim ve o süreçte yer yer hikâyelerimde kullandım. Fakat elimde hâlâ malzeme vardı... 12 Eylül'de yaşayan bir kuşağın yenilgisiyle, acısıyla bitmiş tüm topluma mal olan o felaketin yeterince edebiyatımızda yer bulmadığını hep düşünüyordum. Ben de o nedenle de hep bir kenarda tuttum. İşte bazı şeylerin zamanları geliyor ve o zaman yazılıyor” diyor İnci Aral. “Yer yer kullanma”, öyle mi? “Zamanı gelince yazılıyor”, öyle mi? Ne demeli? Yoksa, “o kuşağın yaşadığı trajedi”, öyküde dile getirilmeyen, sonradan romanda yaşanan aşk mıydı asıl? Öyküdeki trajedi “yazılamamış hal” kabul edilecekse, karakterlerin bugünlerindeki yaşamlarına bakarsak, “melodramatik aşk”tan öte bir trajik boyuttan eser var mı romanda? İnci Aral, 1984’teki Sevil ve Nezir’in yaşadıklarını değil de, 2011'de Cihan ve Ayşe’nin yaşadıklarını mı trajik görüyor bugün ki, yazılmamışı yazmaktan söz ediyor?

“Bu kitabın hazırlıkları çok önceden başladı. 80'li yılların ortalarından sonra bu konu üzerinde hep düşündüm ve bunu bir roman haline getirmeyi planladım... Bir de hikâyeyi o dönemlerde yaşanıp bitmiş gibi göstermek bana yetersiz geldiği için günümüzde de yaşamak istedim. Günümüze taşımak için de bir ekonomist tipi tasarladım, Cihan'ı” dediğinde İnci Aral, bunun neresinden tutmalı? Cihan, bugüne, öyküde çıktığı yurtdışından ekonomist olarak evrilmiş dönen Nezir değil mi?

Geçin bir kalem hepsini. Nedir bu romandaki “çıta yükselten”, “Türk romanını zirveye taşıyan” yenilik? Bu nasıl bir “uzun yıllardır yazmayı tasarlama”? Peki, neydi o öyküyü okumuş birine, esasa hiçbir şey katmayan eklerle bir daha okumaktan kalacak olan tat? Menekşe kokusu siler miydi aldatılmışlık kekreliğini?

Ve en önemlisi, o etkileyici gerçek öykünün, 45 yıl sonra bulunan bantların, bu romana katkısı nedir? Zaten 1984’te aynen yazılmış şeylerken, bu kez kahramanların arkalarında bıraktıkları ve sonradan bulunan “günce”ler formuna dönüştürmeye esin kaynağı da olamaz ki! Nedir yani, Ankara, müzik okulu, Ayşe’nin güzel sesi ve “sultaniyegâh” bir şarkı mıdır taşıdığı iz?

Umutsuzluğa sevk eden, işte bu çok satanları belirleyen pazarlama teknikleri ve kimseciklerin “Güz Yaprağı” öyküsünü hatırlamayışıdır...

Neyse ne, işin asıl kötüsü, bu şaşkınlığın, zamanında “Güz Yaprağı”na yöneltilmiş, şimdi bu romana uyarlanması gereken, hatta bugüne devredilmişlik eklemeleriyle daha da gerekli hale gelen içerik eleştirisini güme götürmesidir.

Hoş, güme gitme midir, zaten boşa zahmet midir, emin de olamıyor insan aslında, böyle bir ortama baktığında...

Belki de boşverip, bir Münir Nurettin bestesi dinlemeli... “Sen şarkı söylediğin zaman / mevsimler değişir gibi kıpırdardı içim”... Tabii, aynı güftenin "aranjmanı” olmayan bir versiyonunu bulmalı.