Bir ego barındırıyor mu? Kendini dayatıyor mu? Biricik olduğunuz iddiasıyla 'ben buradayım' diyor mu? Evet, hâliyle…

Uysalgiller

Uzuncadır yoğunluk, koşuşturma ve bitmeyen işler yüzünden, elbette öyle olmasını istememekle birlikte, bir türlü yazamadım. Kimi kez severek kimi kez söylenerek kimi kez de içimden taşan her türlü coşkunluğu ve öfkeyi sizlerleler paylaşmak isteyerek yazıyorum.

Yazmak bir iddiayı barındırıyor, evet. Göz önünde olmak, olay ve olguları suskunlukla geçiştirmek “sessizlik cinayeti” işleye işleye üç maymunu oynamak karşısında çırılçıplak kalmayı, kendinizi alabildiğine açık etmeyi göze almak anlamına geliyor. Bir ego barındırıyor mu? Kendini dayatıyor mu? Biricik olduğunuz iddiasıyla  “ben buradayım” diyor mu? Evet, hâliyle… Ama her tür eylem, her tür yapıp etme üstelik her tür sanat bunu gerektirmez mi? Kovuklarımızdaki yeraltı insanı değilsek, buradaysak, şaşıyor, seviniyor, hissediyor, sinirleniyor, baharın kokusunu alıyor, bir şiir karşısında gözlerimiz doluyor, bir filmdeki o sahneyi mıh gibi aklımıza çakıyor, bir kediyi, bir çocuğu, bir zeytini seviyor, durup dururken nereden çıktığı belli olmayan bir sevinç, evet o sevinç bizi yokluyorsa… Tam da o minicik anlarda yaşıyoruz sanki. “Ben buradayım” diyoruz. Paylaşmak istiyoruz. “Ben” buradayım, peki sen neredesin?

Kendimi yazabildiğim için şanslı görüyorum. Yazmak, meydan okumanın yanı sıra örtülerinden kurtulmak bir nevi çırılçıplak kalmak anlamını da içeriyor, demiştim. Sevildiğiniz kadar sinirlendirdiğiniz de oluyor elbette. Karar almıştım bir süredir, maalesef ki ülkenin, çocuklarına kendisinden başka bir şeyle uğraştırmama kararlılığı karşısında kendi gündemimi yaratacağım, o küçük ama onurlu gündemi ufak ufak öreceğim diye. Bir de kötü söylemek için pek ağzımı açmayacağım da demiştim. Sanki bunlara karar veren ben değilmişim gibi sürekli bir homurdanma, sürekli bir sinir, sürekli bir hoşnutsuzluk sarmalı içinde yüzüyorum diye ve yine dediğim gibi bitmeyen işler yüzünden,  aman diyeyim, dedim. Yazmamalı. Milletin onca derdine başka dertler katmamalı. Üstelik herkes her şeyi biliyor. Herkes her şeyin farkında…

Eh, o zaman çıkmayan candan umut kesilmez de dediydim. Farkındaysa hissediyordur. Biliyorsa elbet bir gün gereğini yapacaktır. Sonra karşıma geçip, sen kimsin ki böyle üstten üstten konuşuyorsun, ne biliyorsun da ahkâm kesiyorsun, sustur şu papaz nasihatlarını, aydın kibrini bir yana at, ondan sonra görüşelim de dediydim. Evet, demiştim. Kıvılcımlı’nın tabiriyle susuş kumkumasına kurban gitmesine de izin veremedim içimdekilerin. İçimi boğdu çünkü Uysallar.

Sinirlendim. Eee söylemeyecek miyim? Hakkım değil mi de dedim. O kadar zaman ayırdım. O kadar beklenti içine girdim dur bakalım ne olacak diye diye sonunu buluverdim.

Uysallar adlı dizidir sözünü ettiğim. Baştan söyleyeyim hiç ama hiç beğenmedim. Beklentimi yükseltenler utansın, günahı onların boynuna. Benzer bir hissi Hakan Günday’ın romanı Kinya ve Kayra’yı okurken de hissetmiştim. Nasıl bir mahalle baskısıysa artık… Farklı zamanlarda farklı konumlarda farklı insanlarla iyi romanlar, iyi kitaplar, iyi edebiyat üzerine konuşurken şöyle diyorlardı. Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra’sını okudun mu? Ben, hayır deyince (Başlangıçta sadece hayır diyordum. Ama sonraları utanarak, sıkılarak ezilip büzülerek hayır demeye başladım. Daha sonraları ise evet evet, okuyacağım okuyacağım listemin en başında o var demeye başladım.  Ama o bakışlar, kısılmış gözler, müstehzi tebessümlerle mevzuyu kısa kesmeler. Anlıyordum tabii eşek değilim.  Şöyle diyorlardı aslında dinazorsun, boşsun, anarşist edebiyatı takip etmeyen bir muhafazakârsın. Suçluluk duyuyordum. Eksik sayıyordum kendimi.) karşımdaki allayıp pullayarak Türk edebiyatındaki en iyi romanlardan biri olarak niteliyor, tez zamanda okumam konusunda direktif veriyordu. Sonunda içim kamaşarak tuğla kitabı aldım. On bir baskı yapmış diyordu elimdeki kitap. Gitmedi okuyamadım. Heyecanım, öfkeye ve yıllardır uğradığım yıldırmaya karşı isyana dönüştü. Bu muydu yani? (Yeri gelmişken geçerken gömeyim de romanı azıcık serinleyeyim.)

Uzatmayayım. İşte karşımda bu kez de sünepe Oktay Uysal ve orta-üst sınıf sinir bozucu ve vallahi boğuntu nedeni ailesi var. Derinliksiz tipler. Klişelerin gölgesinde yaratılmaya çalışılmış tip olmaktan öteye gidememiş avaneler bunlar. Eğer dert, orta-üst sınıf, emeğiyle geçinen eğitimli ve dahi kendini sığlığında kaybetmiş ve her şey boş zirzopluğuna düşmüş karitatürize nihilistlerse yine giremiyorlar kadraja, başaramamışlar. Sünepe Oktay, donukluğuyla, poker suratıyla, iradesizliğiyle (Öner Erkan iyi oynuyor, saygıyla eğiliyorum, o ayrı) hakikaten bir defol git, dedirtiyor. Bak bunu başarmış Hakan Günday ve Onur Saylak. Ancak o çoksatar romanlarda liste başı olmak amacıyla memleketin bütün toplumsal sorunlarını üzerimize bağlamsız boca eden şark kurnazlığını artık mümkün değil midem almıyor. İstihkakım dolalı çok oldu. Bünye kusuyor. Punk akımına da uymaz bu çakallık söyleyeyim.

Oktay’dan, eşinden, babasından, manyak ergen, temizlikçilere bağıran ruhsuz oğlundan, Twitter ödleği paranoyak iş arkadaşından, bürokrasiyi ve verili iktidarı simgeleyen, onu da anlayalım ama mutsuz alt metniyle kaktırılan Berhudar Bey tiplemesine, oradan kadın sığınma evlerine, anasını namus uğruna öldürmeye hevesli oğul göndermesine, KPSS, LGS, LYS’ye; mutsuz, acayip beyaz yakalı dantel entel ancak patronunun tecavüzlerine hayır diyemeyen film festivali müdavimi bekâr kadın tiplemesine… Ay bayılıcam. Hani bir bakıma yok yok dedirten dizi… Kaos sevdalısı mı düzen düşkünü mü dedirtmesi de cabası. Vallahi bunaldım. Bunalttı. Ayyy!

İtirazım var. Yekten yazımın iktidarına sığınarak söylüyorum. Olmamış, olamamış. Sinirlendirdi beni durduk yere. Cık.