Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi İttihat ve Terakki’nin kadrolarından yola çıkarak didikliyor, anlamaya çalışıyor, üstünde eşiniyor bir nevi.

Mürteci, Laâyig ve Maskara

Elimde Reşat Nuri’nin romanları… Aman diyorum, aman ne özlemişim şöyle alaturka romanlar okumayı, dünya bir yana, romanlar diyarındaki salyangoz deliklerinden geçip başka bir zamana, başka bir ruha, başka mekâna atlamak bir yana. Şöyle tatlı tatlı, ama bir derin sızı ve öfkeyle sayfaları çevirirkenki sese kulak verip, yemiş yüklü ağaçların imgesiyle büyülü bir denizin ortasında tazeleniyorum adeta.

Kaybettikten sonra bulduğumuzu varsaydığımız yekpâre bir zamanda, ne olacak diye dertlenirken başlıyor sormaya Reşat Nuri:

“Memleketin en ileri insanları olması lazım gelen bu insanlar, hâlâ bu maskaralıklara inanmakta devam ederlerse, bu memleketin hali ne olacak?” (Gökyüzü, 206) diyor. Başımı sallıyorum hararetle. Hele siz bugünleri göreydiniz, diyorum. 1935’te basılmış “Gökyüzü” romanı… Kahraman anlatıcı anlattıkça anlatıyor ömrünü, ömür, ömür…

Ömür dediğimiz nedir hakikaten?

Bunu sonra düşüneyim.  

Romana adını veren gökyüzü ise bir ate olan roman anlatıcısının toplumun dinî inanış eğilimlerine işaret etmek için kullandığı bir kavram… Geriye dönüşlerle İkinci Meşrutiyet öncesinden 1940’lara kadarki süreci, kendi yaşamöyküsünü merkeze alarak aktarıyor. 13 Aralık 1925’te İnkılâp tarafından kapatılan Tekke ve Zaviyelerin verdiği esinle gökyüzü insanları ile yeryüzü insanlarını çarpıştırıyor Reşat Nuri Güntekin.

İlk gençliğinden, Padişaha karşı mücadele etmek gerek düsturundan başlıyor anlatmaya. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi İttihat ve Terakki’nin kadrolarından yola çıkarak didikliyor, anlamaya çalışıyor, üstünde eşiniyor bir nevi. Kahramanın kendisine de pek acıması yok, öyle kendini dev aynasında falan da görmüyor,  ne olduğunu biliyor, ne olmadığını pek net idrak ediyor ama ne olacağı üzerinde pek durmadan gündelik yaşamın akışında hurafelere, yobazlıklara, mürtecilere kıvamlı kıvamlı ve pek şenlikli lafları birbiri ardına yerleştiriyor.

Kendisinin herhangi bir dine bağlı bulunmadığını söyleyen kahraman anlatıcı sürgün günlerinden kurtulmak, memlekete dönmek ve hayatını kaldığı yerden sürdürmek istemekle beraber yapacak bir iş bulmak derdiyle Jön Türklerden yardım almayı umut ediyor. Ancak eleştirilerinde de tavizsiz. Kendi deyimiyle şaklabanlık yapamıyor.

Uzunca alıntılıyorum:

“Ahmet Rıza ve arkadaşlarıyla benim aramda uzlaşmış bir itilaf vardı. Onlar oportünistti. Aralarındaki kafa farklarına göre başka türlü olmalarına da imkân yoktur. Onlar, Şûra-yı Ümmet’in başına “Ve emrühüm şûra” hadisesini yazmışlar, gazeteyi “Sancak-ı Şerif”e çevirmişlerdi.

Ben dinsizdim. “Neler yapmalıyız”ı yazarken model olarak yalnız laik Fransa’yı alıyordum. Peygamber bandırasını açarak memlekete girmeyi, hükümet kuvvetinin yarıdan fazlasını gene Şeyhislâm’ın  eline bırakmayı doğru bulmuyordum. Hatta bunu halka karşı bir samimiyetsizlik, ilk bir aldatma sayıyordum.

İnkılâp yap; memlekette yeni bir idare ilân et. Sonra en küçük ilerleme adımı atacağın zaman “Şeyhislâm’ı acaba nasıl kandırsak?” “Softalar acaba ne derler/” diye düşün. Mesela tiyatroya bir Müslüman kadını çıkaracağın vakit “zaman-ı saadette kadınlar hutbeler iradederlerdi. Şimdiki zamanın hutbesi tiyatrodur. Demek ki kadınların sahneye çıkması Müslümanlık esaslarıyla münafi değildir.” Yolunda aşağılık teviller uydurmaya mecbur ol. Medreseler, imaretler işlesin. Sözüm ona yeni mekteplerde çocuklar Havva Anamızın Hazret-i Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığını, yeryüzünde ilk gemiyi Nuh Peygamber’in yaptığını öğrensinler. En sade bir fen meselesinden büyük bir suç işler gibi korka korka bahset! Buna inkılap değil, maskaralık, adam aldatma derler.

Damat Mahmut Paşa, Paris’te öldüğü zaman mezarında nutuk verdirmemişler, arkadaşlarından biri de bunun yerine “Yasin” okuyuvermişti. Robespiyer’lerin, Danton’ların memleketinde bir inkılâp liderinin başında “Yasin”… Bu, bana kudurtacak bir mantıksızlık gibi geliyordu” ( Gökyüzü, tarihsiz, 23-24)

Reşat Nuri’nin romanları, Yakup Kadri gibi ama ele alış biçimiyle tamamen farklı olarak, Cumhuriyet devrimlerini yerleştirmek, toplumu anlamak ve anladığı toplamdan yola çıkarak ona yön vermek kaygısıyla yazılmış.  Yarattığı karakterler ve romanların konuları Yakup Kadri gibi “büyük”  değil, aksine gündelik yaşam içinde alçakgönüllü ve derin bir gözlemle yansıtılan gerçek insanların gerçek hikâyeleri. Abartı yok, hamaset yok, ancak inanılmaz bir gerçekçilik ve mizah var. Bütünü gören gözlerle tekildeki parıltıyı ve zaafı aynı kıvraklıkla görüp analiz edebiliyor. Hurafelere, bağnazlığa, cehalete, tereddüde, batıla meydan okuyor, okuyor ama bunu  yaparken kocaman bağırmıyor ancak sorunu derinden kavrayıp kıvraklıkla, büyük bir zekâyla ve mizahın keskin dişleriyle  adlı adınca ortaya seriveriyor.

Bir diğer roman ise “Kavak Yelleri”. 1950 yılında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilmiş. Reşat Nuri’nin 1930’lu yılların taşrasını, Anadolu kasabasını nefis bir şekilde anlatan adeta çizdiği her karakteri beyninize çakan son derece güçlü bir roman “Kavak Yelleri”. Bu roman da kahraman anlatıcı Doktor Sabri Bey tarafından anlatılıyor. Sabri Bey Cumhuriyet’in Anadolu’ya gitmeyi heveslendirdiği gençlerden biri olarak küçük bir kasabada vilayet doktoru olarak mesleğe başlar. Ömrünü ve giderek kaynaştığı adeta onlardan biri olduğu kasabalıları tatlı tatlı anlatır. Ama nasıl tatlı, ama nasıl derin, ama nasıl sahici…

Şöyle başlar roman:

“Kazada beni iyi adam bilirler; iyi adam, iyi doktor, vatanını, milletini, ailesini seven adam; fukara babası adam, vesaire. İlk önceleri içimde tek tük kurt yenikleri vardı. Fakat zamanla bu şöhrete kendim de inanmışımdır ve inanmamak için hiçbir ciddi sebep de yoktur. “ (Kavak Yelleri, tarihsiz: 6)

Kasabadan insan manzaralarını başka türlü anlatan Reşat Nuri, içtenliğiyle ördüğü gözlemi ve üzerine misler gibi boca ettiği mizahıyla yine yeniden anlatır da anlatır.  Bilhassa romandaki Müftü karakteriyle beni benden almıştır.  Bu vakitten sonra her tür mürteciye sırıtmadan bakamayacağım romanı okumamla tescillenmiştir. Hele bir Müftü’nün bir “Ben laâyiğim, laâyig” deyişi vardır ki evlere şenlik.

Buyrunuz Müftü Efendimizi takdimimdir:

“Müftü, zeki ve aynı zamanda da vesveseli bir adamdır. Vilayetin bir yerinde faili yakalanmayan bir irtica vakası çıkar da, resmî sıfatından dolayı kendini yakalarlar korkusu ile bizden daha inkılâpçı bir insan olmuştu.

(…) Şeyh Said isyanında beni az kalsın astırıyorlardı. Bak şu ellerime… O günden beri hâlâ böyle titrer…  Müftü Cumhuriyet’e bağlılığını müessir yeminlerle temin eder. Yeni yazıya ve öz Türkçeye çevrilmiş levhalar ve onların yanına asılmış artist resimleri hep bunun içindir. Yine bu sebepten müftü, eski sarıklıların ve hele cer hocalarının dehşetli düşmanıdır. Onlara karşı yeni tabiriyle adeta kampanya açmıştır.

Tanrı’ya karşı en büyük hürmetin camiye başı açık girmek olduğunu anlatmakla söze başlayan ve ara sıra cebinden çıkardığı tarakla saçlarını tarayan müftü, yanlış mana çıkarırlar korkusuyla hemen hiç dinden, imandan bahsetmez ve münhasıran cumhuriyet ve laikliğin faziletlerini anlatır dururdu. Fakat yine öteki beriki, “Müftü efendi, sen şöyle söyledin. Ondan şu mana da çıkmaz mı acaba?” diye muziplik ederek adamcağızı ürkütürlerdi. Mesela bir gün cumhuriyeti anlatırken şöyle söylemişti: “Cumhuriyet idaresi cemaatle kılınan namaza benze. Şu küçük fark ile ki namazda cemaat imama uyar; cumhuriyet idaresinde imam cemaate!” Bu teşbih için İstasyon Parkı’nda günlerce kendisine takıldılar.  (Kavak Yelleri, 137-138)

(…)

Daha sonra muvakkithanede bir kitaplık meydana getirmeye uğraşmış, partiye ve daha başka yerlere başvurarak iki yüze yakın kitap, mecmua vesaire tedarik etmiştir. Fakat sonradan bu işi beceremeyeceğini görerek kitapları takımıyla partiye devretmiş ve muvakkithanenin bir camekânında ancak birkaç hatıra alıkoymuştur.

Sonradan bana anlattığına göre bu iş, güç olmaktan ziyade kazalı idi. Tuzu kuru bazı ukalalar “Yahu, eski yazılı birkaç kitap falan da koyuver de kolayca okuyalım!”diyorlardı. Hâlbuki müftü, muvakkithanenin içinde eski yazı ile mektup okunup yazılmasına bile şiddetle yasak ediyordu.
Nihayet bazı münasebetsizler, yeni kitap ve mecmuaların öteberisini okumaya çalışıp söktüremeyince eski yazıyı methe kalkıyorlardı. Hatta inkılâp işlerinde önayak olması lazım gelen kaymakam bile bir gün adeta Latin harflerine küfretmişti. Müftü bunu anlatırken:

-Herif, çoluğun çocuğun ortasında, “Efendim, okunur mu bu meret yeni yazı?”diye bangır bangır bağırdı; dedi, sonra elini ağzına kapayarak ve ağzını kulağıma yaklaştırarak ilave etti:

-Sanki eskisini okuyabiliyormuş gibi kerata!... O yarın, öbür gün defolup gider; kabak benim başıma patlar. Sonra efendim, kitap ne olsa kitaptır; içindeki de fikir… Yani ne tarafa çeksen gider. “Parti gönderdi” diye de kendini kurtaramazsın… Parti, her sayfasını kendi mührü ile tasdik etmiş olsa dahi… Politik eder bu… Bakarsın yarın parti fikir değiştirir; eski yazdırdığını unutur, senden hesap sorar. Sonra efendim, elin iti bakarsın bir halt eder, sordukları zaman: “Kitapta okudum idi!” der.

Bu ve buna benzer birçok vesveseler, müftünün zihninde büyüdükçe büyümüş ve adamcağız, kitapları partinin tavan arasına üst üste yığdırıp teslim kâğıdını koynuna koymadan rahat uyuyamamıştı. (a.g. e: 182)

Romanda, 12 Ağustos 1930’da Mustafa Kemal’in teklifiyle Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu ve 17 Kasım 1930’da kapatılışı sürecinin kasabaya yansımasını şekerpâre kıvamında anlatılır.

“Gazi’nin Ankara’da Serbest Fırka diye bir ikinci fırka kurmak üzere olduğu hakkındaki ağız haberleri evvela ciddiye alınmamıştı. Kaymakam, çehresini çatarak, “O, bizim bileceğimiz şey değil. Büyükler ne düşünüyorlarsa en münasibini yaparlar… Biz kendi işimize bakalım!”diye lakırtısını bile ettirmiyordu.  

(…)

Haber doğru idi. Yeni parti kurulmuş, mebusların ileri gelenleri birer ikişer partiden ayrılmaya başlamışlardı. Bununla beraber müftünün telaşına gülmemek mümkün değildi.

-Peki ama bundan sana ne? diye sordum.

Eski tekerlemesini tekrar etti

-Bana ne olur mu? Evriliküm çevriliküm; sonunda fukara müftünün üstüne devriliküm…

- Gazi bu adamları futbol topu oynatmak için ayırmıyor ya? Maksat bizleri sınamak… Bakalım kimler kafa kaldıracak gibilerde… Bizim aptallar eserler, savururlar.. Sonra sayım, suyum yok deyiverirler… Gabak patlar yine müftünün başına.. Ben bir kere daha İstiklal Mahkemesi’ne gidemem. Beraat bile etsem o sefer koskoca adam, altıma işedimdi: Bu sefer sağlam, ölürüm. (a.g.e: 265)

Ne diyelim… Bizim yerimize cânım Reşat Nuri söylesin:

“Amma mahsül yetiştiriyor mübarek memleketin toprağı”

Gökyüzü, Reşat Nuri Güntekin, İnkılâp Kitabevi. 14. Baskı.
Kavak Yelleri, Reşat Nuri Güntekin, İnkılâp Kitabevi