Tüm bu şarkılar, tüm düzen içi hallerine rağmen bir yandan da düzenin dikiş tutturamayacağının işaretleri gibiydiler.

Boğaziçi, Trump derken 'For Whom The Bell Tolls'

Özal dönemi haliyle kötü hatırlanır ama Türkiye kapitalizmi için birçok ana atılımların yapıldığı da ara sıra yazılır, hatırlanır. Hakikaten bir yanıyla öyleydi Özal dönemi: Ülkeyi dolu dizgin borçlandırıp bir yandan da Türkiye kapitalizmini başka bir yere taşımaya çalışmışlardı. Bu nedenle de Özal hem sevilmişti hem sevimsizleşmişti.

O dönem iki alana oldukça önemli yatırımlar yapmıştı Özal: Telekomünikasyon altyapısı ve Anadolu Liseleri. Tuhaf gelebilir ama Türkiye kapitalizmine yol aldırabilmek için üretici güçlerin donanımına sonraki 10-5 yıl içinde katkıda bulunabilecek iki farklı alana yatırım yapmıştı. 

Borçlanmayla yürütülen telekomünikasyon altyapısı gibi yatırımlar bir yana Anadolu Lisesi açılımı emek üretkenliğine hakikaten ciddi bir müdahaleydi. Bu sayede, o dönemde dünyanın bir başka yerinde olmayan bir şey oluyordu Türkiye’de: Sayıları milyonu bulacak olan, 12-18 yaş arası genç harıl harıl İngilizce eğitim alıyordu. Sadece İngilizce öğrenmekten bahsetmiyorum: tüm temel eğitimi, fen bilgisi, fizik, kimya, matematik ve geometriyi, hepsini İngilizce öğreniyorlardı. Öğretmenler bir iki yıllığına İngiltere gibi ülkelere gönderiliyor ve dönüşte örneğin trigonometriyi ya da maddenin hallerini İngilizce anlatıyorlardı. 12-13 yaşındaki çocuklar atmosferin katlarını dahi İngilizce öğreniyorlardı.

Tabii ki tüm bu “dünyaya açılma” denemeleri için ideolojik önlemler de alınmıştı: Anadolu Liselerine o ilin ya da bölgenin genellikle en gerici öğretmenleri atanıyordu. Elde gerici öğretmen yoksa da en azından idare mutlaka ama mutlaka Türk-İslam siyasetinden seçiliyordu. İdeolojik önlemler için bunlar da yetmiyordu, bir de okullarda başta Gülenciler olmak üzere Kadirilerden, Nurculara tüm tarikatlar cirit atıyordu. Kıvıl kıvıl...

Ama bu maya tutmadı. Yani Anadolu Lisesi mayası tuttu da murat edilen ideolojik maya tutmadı.

Sayıları iyice artıp sağladıkları eğitim tavsayıncaya kadar bu okullarda “orta-iyi” derecede İngilizce (ve hatta Almanca, Fransızca) öğrenen, eğitimini bu dillerde yapabilen bir milyona yakın emekçi adayı yetiştirildi. Ve bu parlak zekalı, donanımlı gençlerin çok azı dini-bütün, milli ve yerli bakış açısıyla donanmış olarak çıktılar bu okullardan. Türkiye kapitalizmine kalifiyeli eleman olarak katıldılar. Ve o dönemin dünyasıyla da buluştular.

İşte o dünyada başka şeylerin yanı sıra Metallica, Megadeth, Slayer, Guns N’ Roses, Nirvana falan da vardı.

1991 yılıydı.

Reel sosyalizm dağılmış, “demir perde” çökmüş ve 1980’den bu yana ülkeyi, dünyayı zaten etkisi altına almış olan “liberal hava” her yere ama her yere yayılmıştı. Kasabalar, evler, şehirler onca gericiliğe rağmen bu liberal havadan muaf değildi. SHP’li belediyeler sayesinde kentlerin tepesine kurulan uydu antenlerinden MTV (ve tabii ki başka Avrupa kanalları da) izlenebiliyordu. Evlerde eski ve yeni olan her şey yan yana, birlikte var olabiliyordu. 

Sermaye zafer sarhoşluğu içindeydi. ABD emperyalizmi de…

İşte o günlerde, o zafer sarhoşluğu içinde, İngilizceyi iyi derecede konuşmaya, anlamaya başlayan binlerce Anadolu gencinin kapısını gürültülü bir müzik çalmaya başlamıştı. O zafer kutlamaları ile uyuşmayan bir tonu vardı bu müziğin ve ekranda ara ara dönen kliplerinin. 

Tamam piyasa, piyasaydı. O günlerin içinden taşan müziğin yoz, maskülen, eril ve abartılı bir hali de vardı ama dünya insansızlaşırken, sistem dünyayı “dehümanize” ederken işte o insansızlaşmanın şarkıları vardı o müziğin içinde. Başka hiçbir müzik türü o dönemi bu insansızlaşmayla veremiyordu. Müzikte de herkes zaferin bir parçası olmuştu. 

Yıl 1991’di.

Metallica o kara kapaklı albümüyle çıktı geldi. Orak çekiçli Sovyet bayrağı Kremlin'den indiği yıldı. 

Sermaye sınıfı küresel bir zafer kutlaması içindeydi ve dünya emekçileri de olan biteni ağızları açık, kafaları karışık, öylece izliyorlardı. Paranın, piyasanın aptallaştırıcı etkisi Anadolu kasabalarına kadar her yere, bin bir kılıkta yayılmıştı.

Halen çok iyi hatırlıyorum: Anadolu Lisesi’nin orta kısmını yeni bitirmiş 15 yaşında bir yeniyetme olarak kasedi walkmane takıp da kulaklıktan Enter Sandman’in ilk notaları dökülmeye başladığında etrafımdaki o aptal, sahte ve sıkıcı dünya şöyle bir titremişti. “Bu!” demiştim. Bu!

Günlerin egemen haline aykırı biçimde Metallica’nın yarattığı o karşıt havaya hava katanlar arasında Slayer, Megadeth de yer alıyordu. Aynı iklimin parçaları olan Seasons In The Abyss (Cehennemde Bir Mevsim), Countdown to Extinction (Yokoluşa Gerisayım) albümleri (tamam piyasa işi falandılar ama) etraftaki zafer görüntüsünün sahteliğini anlatıyorlardı. 

Ve tabii ki hemen arkalarından da Nirvana’nın Nevermind albümü gelecekti. Kapağında oltanın ucundaki para ile baştan çıkarılmaya çalışılan o saf, masum bebekle… Yani bizlerle! Sermayenin oltasına takılmış bir kuşağı kapağına taşıması boşuna değildi Nirvana’nın. Dönem tam da sermayenin dönemiydi. Ama bu gitarlı zebanilerin müzikle ürettikleri hava sayesinde Fukuyama’nın bile sözleri beyhude kalıyordu. Tarih yeni başlıyordu. 

Amerikan emperyalizminin en tatlı, en heyheyli ve kendinden en emin olduğu günlerinde bu şarkılar, albümler işlerin çok da öyle olmadığını anlatıyordu. Farkında bile olmadan. Dertleri belki de tam tersi olsa da.

Anlayan anladı. Anlamayan ise işte öyle dinledi geçti bu albümleri, şarkıları.

Anlamayanları ilk kez üniversitede görmüştüm, 90’ların ikinci yarısında. İşte flört, kimlik, sükse için bu şarkıları dinleyen ve gerisine çok da kafa yormayan bir toplam. Paralı. O liberal zafer sürecini, sürecin bir parçası olarak yaşamış bir toplam. Onlar çoğunluktaydı. Çoğunluğu da Anadolu Lisesi/Kolej mezunuydu. Öyle Türk-İslam sentezi ile işleri yoktu ama bayram namazını kaçırmamaya ve her ramazanda içki içmemeye dikkat ediyorlardı. Metallica’nın Metallica albümü dışındaki albümlerini pek dinlememişlerdi, Megadeth dediğin onlar için Tout Le Monde’du. Slayer ise zaten fazla sertti vs.

Sanırım o yıllarda çok da bilinçsizce gündelik hayatın içinde, etrafımda dönüp duran sınıfsal meseleyi okumuştum o şarkılarda, o müzikte. Mesela Metallica’nın Master of Puppets şarkısının tek bir anlamı vardı: Kuklaların, yani bizlerin, toplumun, çoğunluğun, öylece boyun eğip geçenlerin efendisi, efendileri. Şarkıların başka bir anlamı olamıyordu. Ya da Slayer’ın Skeletons of Society şarkısı. Toplumsal düzenin kokuşmuşluğuna işaret ediyordu, başka bir şeye değil. Ya da Megadeth’ın Peace Sells şarkısı: Tüm o barış naralarının nasıl da satılık olduğunu anlatıyordu. 

Tüm bu şarkılar, tüm düzen içi hallerine rağmen bir yandan da düzenin dikiş tutturamayacağının işaretleri gibiydiler.

Bir şeylerin, egemen olanın örtemediği bir şeylerin içeriye sızdığı ürünlerdi onlar. Tam da Symphony of Destruction şarkısının anlattığı gibi, tüm o zafer nidaları arasında dünyanın yaşadığı, yaşayacağı yıkımın gürültülü senfonisiydi o albümler. Tüm önlemlere rağmen içeri sızıyorlardı.

Sonra zaman geçti. 30 yıl…

30 yıl insanlık için oldukça kısa ama sınıf mücadelelerinde olayın renginin değişmesi için yeterli bir süredir. Olayın rengi de gittikçe değişti. O zafer havası dağıldı; artık neredeyse hatırlanmıyor bile...

O günlerde, o şarkılardaki sızmayı anlayamayanlar da büyüdü. Çoğunluğu mühendis, yazılımcı, doktor falan oldu. Özal döneminde, emekçilerden çalınan koca bir geleceğin bir tutamıyla ayağa kaldırılan o okullarda okuyan gençlerdi bu insanlar. Bunu da hiçbir zaman anlamadılar. Yani düzenin ve hayatın işleyişini. Akıllıydılar ama bu tür şeylere kafa da hiç yormadılar. 

Bir kısmı artık yavaş yavaş yönetici konuma geliyor. Müdür, hoca, dekan falan oluyorlar.

Hatta geçtiğimiz hafta görüldüğü üzere rektör bile oluyorlar.

Özal’ın ve o dönemin milli eğitiminin amacı Metallica dinlemeyen kuşaklar yetiştirmek falan değildi; mesele o değildi. Evet, amaç bir yanıyla yerli ve mümkünse dinle yoğrulmuş bir kültüre yöneltmekti. Ama temel amaç üretici güçlere donanım katarken, bir anlamda emekçileri “up-grade” ederken bir yandan da onları emekçi sınıf ideolojilerine karşı mühürlemekti. Bu nedenle tarikatlara falan güvendiler ama mühür başka yerden geldi. Piyasadan. 

Ve piyasa o dönemin yıkıcılığını anlatan alternatif kültürü de içine kattı, bugünlere devrildi, geldi. Sanırım atanan rektör biraz da bunu görerek girişimcilik, tekno-gelişim gibi günümüzün egemen, havalı laflarından sonra işi kültüre, Metallica’ya falan getirdi.

Ama tutmadı. Tutmuyor.

Bugün Amerikan emperyalizminin yaldızları dökülüyor. Kapitalizm bir virüsle baş edemiyor. Sınıfsal olan kendini herkese ve her olayda yeniden ve yeniden dayatıyor.

Bu nedenle de insan bir Metallica şarkısı eşliğinde yeniden sormadan edemiyor: Çanlar kimin için çalıyor!

Haydi 90’larda sosyalizm içindi. 

Peki...

Ya şimdi?

For whom the bell tolls?