Bu durumla ilgili bir sözü Oscar Wilde usta söylemiş: “Yaşam sanatı, sanatın yaşamı taklit etmesinden çok daha fazla taklit eder.”

Bakalım Şimdi Ne Olacak?

Elimdeki kartlara bakıyorum. Hangilerini yazsam diyorum. Öylesine biriktiler ki ifşaatlara başlamak gerekli yoksa akamayan su gibi çoğalır çoğalır çoğalır korkunç bir gürültüyle patlayıveririm de hepiniz boğulur kalırsınız altında mazallah. Yazık olur, hem bana hem size sevgili okur. Bilgiyi zâyi etmemek gerek; kamu yararına kullanmak, kitlelerle paylaşmak, halkla bütünleşmek, okurlara göz kırpmak ve elbette bütün tebrikleri, teşekkürleri, çiçekleri ve dahi umut yaldızlarını cebe indirmek…

Vallahi metaforik konuşuyorsam namerdim. Bizim özümüz de sözümüz de birdir. Düşündüğümüz de eylediğimiz de ortadadır. Düşünmek için eyleriz ya da eylemek için düşünürüz. Praksis durumları anlayacağınız. Daha neler söyleyeceğim ama dur deyip otosansürle başlıyorum. Ama Fouche’yi de bilirim, Hegel de okurum, ekmeğimi kendim yapar, hepinizi yakarım… Hele öteye, öteye, sosyal mesafe reca ediyorum.

Kartlar karıldı. Tamam, elimde neler var, açalım…

Uzun zamandır üzerine düşünüp düşünüp durduğum önemli bir bölümünü arada derede izleyebildiğim ama yazmak için yeterince dersime çalışmadığım üç polisiye diziyle başlayalım: ABD yapımı “Wire”, Alman yapımı “Babylon Berlin” ve İngiliz yapımı “Line of Duty” Yazarken bile heyecanlandım, gözlerim kamaştı, şehvetlendim. Hep bu diziler dünyasında mı kalsam, oradan size nanik mi yapsam? Bunu da düşünmek lazım.

Yaşadıklarımız bunlara bin basar mı diyorsunuz? Mümkündür. Siz de haklısınız. Bu durumla ilgili bir sözü Oscar Wilde usta söylemiş: “Yaşam sanatı, sanatın yaşamı taklit etmesinden çok daha fazla taklit eder.” Anladım, hep ikilikler üzerinden gidiyorsun, diyorsunuz. Doğru ancak içinde yaşadığımız günlerde ikilikler bile birbirine dönüşmedi mi? Her şey her şeye dönüşürken ayağınızı bastığınız o kadim zemin altınızdan çekilmedi mi? Güvendiğiniz dağlara kar yağmadı mı?

Belirsizlik, belirsizliğin getirdiği öngörülemezlik hayatlarınıza nüfuz etmiş durumda. Her an her şey olabilir, her şey zıddına dönebilir beklentisi ile istim üstünde duran kocaman, şekilsiz bir yığına dönüştünüz. (Elbette elbette tek tek hepiniz biricikmişsiniz gibi geliyor ancak maruz kaldıklarınız karşısında verilemeyen tepkiler sizi insana değil amorf ve hantal bir yığına döndürür şekerim. Kendi güvenli alanlarınızda olabildiğince bağır bağır bağırmanız, tweet denizlerinde boğulmanız, önemli gün ve haftalarda mangalda kül bırakmaz muhalifliğiniz kusura bakmayın canım ama öyle pek bir şey ifade etmiyor bu mesafeden bakınca.)

Akışkan, yıvış yıvış bir müsilaj gibi nam-ı diğer deniz salyası ya da sümüğü gibi hayatlarınıza akmak ne kelime, boca edilen pisliğe bulanmış durumdasınız. Ne imgesel değil mi! Mine’l aşk! Hani yani, tabiat ana bile dayanamadı, her Pazarı iple çekmenize, çekirdek çitleyerek şecaatinizi arz etmenize.
Titreyin mümkünse mücrim gibi baktıkça istikbâlinize…

Ne diyordum, vallahi kafa bırakmadınız. Ambivalans içindeyim dehşetli. Tüm bu kuralsızlık, tüm bu anomi dünyasında söyleyin bakalım size kim doğruyu söyleyecek hele hele. Kayboldu değil mi yoldaki bütün işaret levhaları? Yoksa işaret oklarını birileri tersine mi çevirmiş? Şimdi konum bildirin: kara ormanlarda, gorgolar ormanında kayboldunuz. Konum kapalı ve ışıklar size uzak. Kötülük diye bildiğiniz her şey iyilikle karıştı, birbirinin tersi olan tüm karşıtlıklar birbirinin yerine geçti değil mi? (Gerçek bir soru değil, sözümü kesmeyin rica ederim.)

Elimdeki kartlara bakıyorum. Baltimore şehrinde geçen Wire öylesine gerçek ki bildiğiniz tüm polisiyeleri unutun. Polisiye olsa ne olur, olmasa ne olur diyenler çıkacaktır. Kulak asmayın. İyi polisler suçluları yakalasa ne olur, yakalamasa ne olur derlerse kanmayın. Bu dizi pek latif. Öylesine jilet gibi ABD kapitalizmi eleştirisi var ki… Yok, öyle süper polis falan beklemeyin. Baltimore’un kıyıları, suça bulanmış çocuklar, uyuşturucu tekelleri, kirli bürokrasi ve işinsanları (bayılıyorum bu kelimeye. Gösterenine öylesine boş küme ki… Bir sırıtış geliyor suratıma her duyuşumda bir daha da gitmiyor. Bunu da cezalandırıcam.)

Sonra “Line of Duty” İngiliz yapımı. Hakkını vermek lazım. Adamlar yapıyor. Her türlü yapıyor. Görev etiği mi görev sorumluluğu mu diye çevrilmeli emin değilim. Ancak adı bile parlıyor, değil mi Churchill? Dizi emniyet teşkilatı içindeki yozlaşmış polisleri anlatıyor. Anlatıyor anlatmasına da yozlaşmayı araştıran da yozlaşmış olursa ne olur? Peki, tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan o vakit?

Üçüncü iyi dizimiz ise Almanlara ait: Babylon Berlin. 1920’lerin Almanya’sı. Nazilerin ayak sesleri, komünistlerin cengâverliği ve elbette yine polisiye. Daha fazlasını yazmaya üşeniyorum sevgili okur. Bazen ansızın yoruluyorum ve anlamsızlık denizinde boğuluyorum. Tıpkı yaşadığımız günlerin müsilajı gibi. Gözüne ışık tutulmuş bir tavşan gibi öylece kalakalıyorum.

Daha bu dizilere döneceğiz. Polisiyeden bugünlere dair çok mevzu çıkacak belli ki. Şöyle güzel bir polisiye yazısı… Ancak yine de eleştirinin, tanıtımın eserlerin kendisi kadar heyecan verici olmayacağı da ortada. Tavsayan, sarkan bir dolu yazı. Ah, işte gözüme yine ışık tutuldu sanki. Sustum.

Unutmayın, not alın siz yine de. Haftaya sözlüye kaldıracağım. Yazacaklarım arasında AB projelerine bulanmış müsilajlı sivil toplum da var, Cumhuriyet ideolojisinin inşa etmeye çalıştığı aydınlar da, 1940’ların cadı kazanına çanak tutanlar da… Takipteyim sahte sivil toplum cengâverleri sizi… Mıymıntı züppe aydınlar sizin de takipçinizim. Gerçeklerine sözüm yok. Onlar benim canım ciğerim. Bunları da yazacağım. Beklemede kalın.

Ve size gelince sevgili okur, bir dahaki yazıya kadar cezalı olmanıza karar verdim. Bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız bundan sonraki bütün yazılarımı okuma cezasına bir de haftaya kadar tek ayak üstünde bekleme cezası eklendi. Çünkü paşa gönlüm öyle istiyor. Yalnız bi şartla, çekirdek çitlemeyi bırakırsanız cezanız tekrar düşünülür.

Yazarın Notu 1: İçinde bulunduğum ruh hali Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanına yönelik yakın okuma yapmaklığımdandır. Isırgan otları ve kuru dikenler arasında yabani ot gibi kalmaklığımdandır. Sert, çorak, kokuşmuş doğa betimlemeleri, kokmuş insan portreleri ambivalans etkisine neden olmuştur.
Yazarın Notu 2: Başlık “Hunuli Yazı” olarak düşünülmüştü ancak, heyecan ve PR yani nam-ı diğer halkla ilişkileri gözetmek babında “Bakalım Şimdi Ne Olacak” başlığında karar kılınmıştır.