Dr. Mine Önal ile sağlıkta şiddet ve gericileşme üzerine: Gericilik halkın sağlık algısına nüfuz ediyor

Ankara Tabip Odası'nın 2007-2017 arasını kapsayan "Sağlıkta muhafazakarlaşma-dinselleşme" güncesi üzerine ATO Yönetim Kurulu Genel Sekreteri Dr. Mine Önal'la konuştuk. Önal, "Şu anda gericilik yavaş yavaş halkın sağlık algısına nüfuz ediyor. Yani bu tabandan gelen bir şey değil, yukarıdan gelen bir şey" diyor.

Ezgi Karataş

Ankara Tabip Odası 2007-2017 arasında sağlık alanına yapılan gerici saldırıları bir güncede topladı. 

ATO Yönetim Kurulu  Genel Sekreteri Dr. Mine Önal, sağlık alanında yaşanan gerici ve piyasacı saldırıya ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Hekimlere perfomans baskısı ve sağlık emekçilerine yönelik şiddete de vurgu yapan Önal,  "Şu anda gericilik yavaş yavaş halkın sağlık algısına nüfuz ediyor. Yani bu tabandan gelen bir şey değil, yukarıdan gelen bir şey. Çünkü bizim halkımız ne kadar hani eğitim düzeyi çok yüksek olmayan bir kesim de olsa yine de bilime, hekime saygı gösteren, inanan insanlardan oluşuyor. Ben de 25 yıllık hekimim ve benim kendi gözlemim de bu şekilde ama şu anda yukarıdan gelen bir gericileşme var. Yani bir takım yönetmeliklerle, peygamber bilimi ya da tıbbı gibi kongrelerle en baştan aşağıya doğru nüfuz ettirilmeye çalışılan bir gericilik var" ifadelerini kullandı.

NE KADAR HASTA BAKARSAN O KADAR PARA...

Geçtiğimiz Ekim ayında Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda ikinci faza geçileceğini açıkladı ve "yeni uygulamaları hayata geçireceğiz" dedi. Bakan tarafından ‘müjdelenen’ ikinci faza geçmeden sağlıkta dönüşümün birinci fazını değerlendirir misiniz?

Birinci fazda en başta hekimlere yönelik performans sistemi baskısı dikkat çekiyor. Performans sistemi, hekimin çalıştığı kadar değil de yaptığı işlem ve baktığı hasta kadar ücretlendirilmesi demek. Yani hekime şu deniyor: “Ne kadar hasta bakarsan o kadar para”. Bu iş barışını ve nitelikli sağlık hizmetini bozan bir şey. Buna paralel olarak da hastalar açısından da yani sağlık hizmetindeki niteliksizlik nedeniyle geri dönüşüm oldu. Yine birinci fazda özelleştirme ile karşı karşıya kaldık. Sağlık hizmetleri piyasaya açıldı ve metalaştırıldı. Şehir hastaneleri projeleri başlatıldı. Bunun dışında sağlıkta şiddetin aşırı derecede arttığını görüyoruz. Bu ülkede artık günde 30 sağlık çalışanına hasta ve hasta yakınları tarafından şiddet uygulanıyor. Bunu biz kendi verilerimizden çok beyaz koddan öğreniyoruz. Beyaz kod, Sağlık Bakanlığı’nın 2012 yılında, sanıyorum Ersin Arslan’ın ölümünden sonra, bir hekimin katledilmesinden sonra kurduğu sistem. Biz şiddet olaylarını bire bir bu sistemden öğreniyoruz.

Bu sözünü ettiğiniz direkt fiziksel şiddet mi, diğer şiddet türleri de bu sayının içerisinde mi?

Sözel ya da fiziksel hepsi var ama şiddetin hepsi yansımıyor. Yani özellikle çoğu sözel şiddet beyaz koda yansıtılmıyor. Zira hekimler iş yükü arasında uğraşmak istemiyorlar hem de sonuçtan bir şey çıkmayacağını düşünüyorlar. O yüzden bir kısım hekim de beyaz koda hiç başvurmuyor.

GERİCİLİK TABANDAN DEĞİL, YUKARIDAN GELİYOR

Peki, sağlıkta dinselleşme toplumda saygın bir yeri olan hekimlik mesleğini nasıl etkiledi? Az önce de söylediniz hekimler ciddi bir şiddetle karşı karşıya. Hekimlere yönelik şiddetin gericilikten de beslendiğini söylemek mümkün mü?

Tek başına gericilik diyemeyiz. Siyasal erkin, yöneticilerin, Sağlık Bakanı’nın, dönemin başbakanının birtakım söylemleri var. Bir de bu dönüşüm programının içerisindeki iş yükü sizi zaten bu şiddetle karşı karşıya bırakıyor. Hekimler gün içinde yüzlerce hastaya bakmak zorunda kalıyorlar. Türkiye dünyada tek mesela. Kendi nüfusunun çok üzerinde, 2 katına varan bir acil başvurusu var. Çünkü katkı katılım payları ile sağlık sistemi paralı hale getirildi. Sağlığın parasız halini unuttuk nerdeyse ve bugün artık her şey paralı sağlıkta. Bu nedenle insanlar bu kadar yoğun biçimde acil servise başvuruyorlar. Şiddetin de ana nedenleri bunlar. Gericilik burada biraz daha geride kalıyor. Şu anda gericilik yavaş yavaş halkın sağlık algısına nüfuz ediyor. Yani bu tabandan gelen bir şey değil, yukarıdan gelen bir şey. Çünkü bizim halkımız ne kadar hani eğitim düzeyi çok yüksek olmayan bir kesim de olsa yine de bilime, hekime saygı gösteren, inanan insanlardan oluşuyor. Ben de 25 yıllık hekimim ve benim kendi gözlemim de bu şekilde ama şu anda yukarıdan gelen bir gericileşme var. Yani bir takım yönetmeliklerle, peygamber bilimi ya da tıbbı gibi kongrelerle en baştan aşağıya doğru nüfuz ettirilmeye çalışılan bir gericilik var. Bunun çıktısını biz zamanla göreceğiz. Şiddette gericilik şu anda çok fazla ön planda değil. Sağlıkta şiddetin var olmasında sağlığın piyasalaşması, iş yükü ve tabii hekimi yalnız bırakan söylemler etkili. Hem özel sektörde hem de kamuda hekimle hastayı birebir karşı karşıya bırakan bir sistem bilinçli yürütülüyor. Bu da şiddeti doğuruyor.

KÜRTAJIN TARTIŞMAYA AÇILMASI ÇOK TEHLİKELİ

Şiddetten devam edecek olursak, toplumsal gericilik kadınlara tam boy saldırırken, kadınlar sağlık alanındaki dinselleşmeden nasipleniyorlar elbette. Bir yanda kürtaj yasağı ile kadının bedeni üzerindeki tasarrufu engellenirken diğer taraftan pek çok kadının sorunu olan emzirme sorununa “anne sütü bankası” ile çözüm üreten çalışma “dinen caiz değil” diyerek engelleniyor, rafa kaldırılıyor. Bu ikileme dair ne söylemek istersiniz?

Tabi, bunların temelinde muhafazakârlaşma var. Öncelikle kadın çalışma hayatından çekilmeye çalışılıyor, ki son 10 yıl içerisinde, AKP iktidarıyla birlikte Türkiye kadın istihdamı konusunda da her geçen yıl geriye gidiyor. Anne sütü projesinin dünyada 100 yıldan fazla bir geçmişi var. Fakat Türkiye’de hiçbir zaman hayata geçirilemedi. Dünyada anne sütü arzının artırılması, bu arzın etik bir şekilde paylaşımı ya da bunun pazarlanmasının etik olup olmadığı tartışmaları yapılırken bizde sütkardeşliği, nikâhın düşüp düşmeyeceği ya da bu durum caiz midir değil midir tartışmaları yapıldı ve bu tartışma süreci içerisinde de proje hemen rafa kaldırıldı.

Yine sorunuzda kürtajdan bahsettiniz. Kürtajın tartışmaya açılması da çok tehlikeli. Yasal kürtajı tartışmaya açtığınız zaman, bunu yine en üst düzeyden yapıyorsunuz. Yani tartışmayı Sağlık Bakanı ya da Başbakan düzeyinde yürütüyorsunuz. Bunun hemen arkasına devlet hastaneleri yasal kürtajı yapmamaya başlıyor. Bu da tabi kadının kendi karar vererek yapacağı bir seçime ulaşamaması yani bir halk sağlığı sorunu olarak geri dönüyor. Aslında hepsi birbiriyle bağlantılı şeyler.

Tabii bu kürtaj düzenlemesi kadınların sağlıksız ve yasadışı biçimde kürtaj olmasına da sebebiyet veriyor.

Evet. Devletin verileri bize üreme sağlığı ile ilgili yasal düzenlemeler yapılmadan önceki anne ölümleriyle, bu yasal düzenleme yapıldıktan sonraki anne ölümleri arasında 2 katına kadar fark olduğunu söylüyor. Sonuçta kadınlara üreme sağlığı ile ilgili birinci basamak bir sağlık hizmeti vermediği takdirde bu anne ölümleri artarak devam edecek.

Anne-çocuk konusuna girmişken şimdilerde yeni nesil ebeveynler arasında uzunca bir süredir aşı tartışması sürüyor ve gericiler yaygın bir aşı karşıtlığının bayraktarlığını yürütüyor. Buna ilişkin neler söylemek istersiniz?

Ben bunun da tabandan olduğunu düşünmüyorum. Bunun çıkış noktası eğitimli bir aile. Asıl kötüsü, bu durum Anayasa Mahkemesi tarafından bir hak olarak değerlendirildi. Çocuğun hakları göz ardı edildi ve anne ve babanın tercihleri esas kabul edildi. Ben buna aslında bir halk sağlığı cinayeti bile diyebilirim. Çünkü toplumun belli bir kesimini aşılamadığınız takdirde, bu sizin kişisel tercihiniz gibi görülebilir ama, aşılanmayan çocukların sayısı belli bir yüzdenin üzerine çıktığı zaman bu salgın hastalıklara neden olacaktır. Yani siz artık sadece bir çocuğun sağlığı ile değil toplum sağlığıyla uğraşıyor oluyorsunuz. Bu konuda da ben tabandan çok yukarıdan gelen imaj ve soru işareti oluşturulmaya çalışıldığını düşünüyorum.

Gericilerin yüklenmesi de yukarıdan destekle yani?

Tabii, tabii bu durumun paraleli.

DİN PSİKOLOĞU DENİLEN KAVRAM BAŞTAN KABUL EDİLEMEZ

Gündelik pratikte hasta bireylerin ruhsal destek ve danışmanlık alması pek çok tacizkar yoruma sebebiyet verir. Zira psikolojik yardım almaya pek sıcak bakan bir toplum yapısı yok. Ama şimdilerde din psikoloğu gibi bir kavramla karşı karşıyayız. Ülkenin belli başlı büyük hastanelerinde din psikoloğu/ manevi destek uzmanı adıyla görev yapanlar var. Bu ikilemi nasıl açıklayabiliriz?

Bu meselenin 6-7 yıllık bir geçmişi var. Konuyla ilgili manevi destek çalıştayları yapıldı ve Sağlık Bakanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı’yla protokol imzaladı. Sonrasında ise bu kişiler yavaş yavaş kadrolu çalışan haline getirildiler. Elbette hastaların psikolojik destek alması gerekebilir ve bu destek de lisans eğitimi almış, bu desteği bilimsel şekilde sunacak kişiler tarafından verilmelidir. Din psikoloğu denen kavram baştan kabul edilemez bir şey. Bu maneviyatla ilişkili o yüzden din görevlileri, vaizeler, vaizeler ya da ilahiyat fakültesi mezunları bu işi yapabilir diye bir mantık olamaz.

TOPLUMSAL BİR SAĞLIK PROBLEMİ HALİNE GELECEK

Son dönemde yaygın bir alternatif yaşam ve sağlık söylemleri var. Bu kanaldan ilerleyen bir diğer söylem de geleneksel tıp uygulamaları. Bir zamanlar duvarlara yazılan telefonlarla iş gören sağlık düzenbazları şimdilerde hastanelerin kadrosuna geçirildi ve sülük, larva, kupa terapisi gibi çağdışı yöntemler tedavi olarak pazarlanıyor. Bunlarla ilgili makaleler yazılıyor, sözde bilimsel toplantılarda tartışılıyor, doktorlar dünyanın pek çok ülkesinde bu yöntemlerin kullanıldığını söyleyerek bu yöntemleri meşrulaştırıyor. Siz bunun için ne söylemek istersiniz?

2014 yılında bir yönetmelik yayınlandı ve bu yönetmelikle birlikte 14-15 tane bilimsel dayanağı olmayan uygulama yasal prosedür kazandırıldı. Uygulamaların birçoğunu da hekim olarak bizler daha önceden hiç duymadık zaten. Bir kısmını biliyoruz ama hiçbir zaman tıp fakültelerinde okutulmayan, uzmanlık uygulamalarında yer almayan yöntemler bunlar. Bu uygulamaların yararları ile ilgili çalışma olmadığı gibi yan etkilerine dair de çok fazla soru işareti var. Bu kadar soru işareti barındıran uygulamaların Sağlık Bakanlığı tarafından sanki işe yarayacak gibi sunulmaya çalışılması bir kere hastalar açısından ve hekimler açısından son derece tehlikeli. Hastalar açısından şöyle tehlikeli, ülkede artık hekime başvuran sayısı giderek azalıyor. İnsanlar artık daha fazla ot, çöp sormaya başlıyor. Yani tedavisini alıyor ama bu tarz uygulamaları kullanayım mı diye soruyor da. Hekimler açısından da etik yükümlülük açısından tehlikeli. Hekimler bilmem kaç saatlik sertifikasyonla parasal getiri getirecek bir şeye itiliyor. Bu da hekimin etik algılayışında bir kırılmaya yol açıyor. Bu durum zaman içinde her iki taraf açısından da toplumsal bir sağlık problemi haline gelecek.

Peki, bu tip gerici uygulamalar tıp eğitimi müfredatına dâhil edildi mi?

Evet, maalesef. Bunlarla ilgili bölümler açılmaya başlandı. Artık hacamat bölümü filan var. Tıp fakültelerinin hepsinde değil ama bunu yapan üniversiteler var. Zaten yönetmelikle bunlara yasal prosedür kazandırıldı.

Hekimlerin mesleğe atılmadan önce ettikleri Hipokrat yemininde din, cinsiyet, ırk vb. ayrımların hasta ile hekim arasına girmeyeceği kayıt altına alınıyor. Fakat son dönemde hekimlerin özellikle cinsiyet ayrımı yaparak hasta seçtiği bilinen bir durum ve yine sağlıkta dinselleşmenin yarattığı sorunlardan birisi de belli uzmanlık alanlarının cinsiyetlere göre dağılması. Örneğin artık yeni mezun erkek doktorlar jinekoloji alanında uzmanlık tercih etmiyor.

Bu aslında sağlıkta muhafazakârlaşmayı aşıyor. Toplumsal muhafazakârlaşma yükseldikçe bu tarz tercihler, kaçınmalar yaygınlaşıyor.

Son olarak bu günceyi yayınlama motivasyonunuz neydi?

Biz bunu bir halk sağlığı sorunu olarak görüyoruz. Bu durum giderek yaygınlaşıyor ve biz bunun altını çizmek, soruna dikkat çekmek, bu alana bir not düşmek istedik.

Teşekkür ederim.