Britanya'da AB referandumu: Avrupa bölünsün!

Tam da bu nedenle, çatırdayan Avrupa’ya bakıp “inceldiği yerden kopsun!” demekte, o mistik tülün kayıp gitmesinde, kapitalizmin neoliberal maskesinin parçalanmasında bir beis yok. Avrupa’yı tek bir bütün hâlinde tutamayan ABD’nin korkmasında kötü bir şey yok. Britanya’nın AB’den ayrılmasından kaos türetilmesinde bir sakınca yok.

Erman Çete

ABD’nin Soğuk Savaş’taki ilk Genelkurmay Başkanı General Bradley bir zamanlar şöyle demişti: “Avrupa ile Ortadoğu’yu aynı anda savunamayacağımızı hissediyoruz. Ortadoğu’yu kaybetsek bile savaşı kazanabiliriz; ancak aynı şey Avrupa için doğru değil.”

ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford da, İkinci Dünya Savaşı sonrası politikalarını şöyle özetliyordu: Avrupa birlik olsun, güçlü olsun, böylece Sovyet Birliği’ne karşı koysun ve kendi içinde yeni savaşları engellesin.

Ancak Ford eklemek zorunda kalıyordu: “Suriye’den gelen mülteciler sorunu nedeniyle, Avrupa’nin birliği sorgulanıyor.”

BİR JO COX HATIRLATMASI
Britanya’nın Avrupa Birliği’nde (AB) kalıp kalmayacağına ilişkin referandum yarın yapılacak. Ekonomik kriz, kemer sıkma politikaları, mülteci sorunu ve ideolojik belirsizlik içindeki bu emperyalist birliğin kader anlarından biri yaşanacak.

Fakat gelin, önce tarafların konumlarına bakalım. Örneğin, geçen hafta bir Neo-Nazi tarafından katledilen Jo Cox’a…

Batı basınında, her zaman olduğu gibi, kurulu düzenin bu mümtaz temsilcisi hakkında mersiyeler düzüldü. Cox’un yardım gönüllüsü olmasından tutulsun da, Suriyeliler hakkında ne kadar fedakar olduğuna kadar.

Cox’un kocası, Guardian’a verdiği bir mülakatta eşinin siyasi görüşleri nedeniyle öldürüldüğünü söyledikten sonra, Jo’nun AB referandumu öncesinde yaşanan “nefret ortamı”ndan endişe duyduğuna parmak basıyor.

Söylediklerinin sonraki kısmı çok mühim değil. Ancak mülakatın sonunda, ilginç bir duyuru yapılıyor. Cox’un arkadaşları, ailesi ve kocasının işbirliği ile bir fon kurmuş. Bu fon, öldürülen milletvekilinin kendisini adadığı yardım faaliyetleri için kullanılacakmış. Peki fondan yararlanacak “sivil toplum örgütleri” hangileri? Royal Voluntary Service, Hope Not Hate ve White Helmets.

White Helmets mi? Hani şu ABD ve İngiltere tarafından fonlanan, Suriye’de “yardım kuruluşu” adı altında El Kaide ile birlikte çalışan, bu ülkede uçuşa yasak bölge talep eden örgüt mü?

Biraz daha geriye gidelim. 11 Ekim 2015 tarihinde, yine Guardian’da bir yazı yayımlandı. “Britanya kuvvetleri, Suriye’de etik bir çözümün başarısına yardım edebilir” başlıklı yazının yazarlardan birisi Andrew Mitchell. Mitchell, Britanya’nın muhafazakar milletvekillerinden. Diğer yazar ise, İşçi Partisi’nin “yardımsever” milletvekili Jo Cox.

Yazarlar, Suriye krizinin çözümünde “insani”, “diplomatik” gibi önerilerini sıraladıktan sonra, “askeri” cepheye de geliyor. “Bazıları”, diyor yazarlar, “Suriye’ye yönelik etik yaklaşımda askeri bir bileşene yer yok diyebilirler. Ancak biz buna hiç katılmıyoruz.”

Bundan sonra, “varil bombası” edebiyatı ile devam ediyor ve sonunda sadede geliyorlar: Sivilleri korumak için, BM ya da başka bir uluslararası gücün Suriye’de güvenli bölgeler yaratması lazımmış. Böylece Suriyeliler hem Esad’dan, hem de IŞİD’den korunurmuş.

AB’NİN ASKERLERİ
Britanya’nın AB’de kalmasından yana olan Başbakan David Cameron, İngiltere’deki Yahudi toplumu ile bir araya geldi.

Haberi Haaretz duyurdu. Cameron etkinlikte, İsrail karşıtı Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) hareketi ile savaşmak için, Britanya’nın AB’de kalması gerektiğini savundu. Başbakan, İran’ın nükleer silah elde etmemesini sağlamak için de, ülkesinin AB’de kalmasını istedi.

Cameron, geceye katılanlara sordu: “İsrail’in büyük dostu Britanya’nın, burada kalıp boykotlara ve yaptırımlara karşı durmasını mı, yoksa oyunun dışında, tartışmlara etki edemeyecek kadar güçsüz kalmasını mı istiyorsunuz?”

Sahiden, ne istiyorsunuz?

TRUMP’IN ASKERLERİ
Reuters’teki bir analize bakılırsa, Britanya’nın AB’den çıkışını savunmak (“Brexit”), “Trump’sız bir Trumpizm” gibi görünüyor: Milliyetçilik, eski zamanlara romantik bir özlem, siyasi ve mali elitlere güvensizlik, göçmenlerin suç getireceğine ve işlerini çalacağına ilişkin korku…

Trump’ın da gönlünün Brexit’ten yana olduğu biliniyor. Cumhuriyetçi aday, “Kişisel olarak ayrılmaya eğilimliyim, daha az bürokrasi istemem ve bunun gibi birçok nedenle” demişti.

Atlantic City’deki kumarhanelerinde yaşanan yolsuzluklar, sömürü seviyesi ve zalimlik dillere destan olan bu cahil adam, şimdi yalnızca ABD’de değil, tüm dünyada ilgi odağı olmuş durumda. Üstelik, zenginliğiyle, kirli yollardan nasıl para kazandığıyla bu kadar övünmesine rağmen, liberal şirretlikten gına gelen eski orta sınıfların ve emekçilerin önemli bir bölümünün desteğini kazanıyor.

Trump Putin’i övüyor, Trump NATO’nun gerekliliğini sorguluyor, Trump Ortadoğu’daki kadim Amerikan müttefiki Suudi Arabistan’ı eleştiriyor; ama aynı Trump göçmen düşmanlığının gazına basıyor, Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesini savunurken Çin’e olanca edepsizliğiyle saldırıyor.

YENİ MODEL ARAYIŞI
Tam da bu nedenle, Brexit tartışmaları yalnızca Britanya’yı ilgilendirmiyor. Ayrıca, Britanya’da ayyuka çıkan tartışmalar Brexit ihtimali ile başlamadı: SYRIZA’sından Podemos’una, 5 Yıldız’ından Ulusal Cephe’sine ve Altın Şafak’ına kadar bir süredir Avrupa’yı çatırdatan “popülist” hareketler, “ulusal egemenlik” ve “kemer sıkma karşıtlığı” gibi hedefleri gündemlerine almış durumdalar.

Dünya kapitalist sistemi açısından bu hem bir kriz, hem de yeni bir model arayışına tekabül ediyor. Yine Guardian’daki bir yazıda, Paul Mason, Brexit’in işçi sınıfı için “sahte bir isyan” anlamına geldiğini ileri sürüyor ve AB’den çıkılması durumunda ücretlerin artacağı, kiralarda düşüş yaşanacağı fikrinin yanlış olduğunu savunuyor. Ona göre Brexit, yalnızca ve yalnızca sağcı Tory’lerin egemenliğini pekiştirecek.

İyi de, tüm Avrupa’da işçi haklarının ve ücretlerinin budanması, İngiltere’de arşa varan emlak fiyatları ve benzeri felaketlerden de Brexit’çiler mi sorumlu? Fransa’daki işçi reformunu zorla geçirmeye çalışan “sosyalist” Hollande da “Frexit”i mi savunuyor?

General Bredley ve Büyükelçi Ford’un hayallerindeki Avrupa yok artık. “Barış” ve “istikrar” görüntüsü altında son 70 yıldır yaşananlar, insan aklını iğdiş eden Soğuk Savaş anti-komünizmi “savaş” sayılmıyor ne de olsa. Federal Almanya’nın Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni haksız-hukuksuz ilhak etmesi savaş değildi AB’ciler için. Yugoslavya’yı kırk parçaya bölmek barış için yapılmıştı. Avrupa dışındaki işgalleri saymıyorum bile.

Bu telaştan yeni bir sermaye birikim rejimi çıkacağı ise şüpheli. Bir süre önce, ABD’deki üretim maliyetlerinin artık Çin seviyesini düştüğü açıklanmıştı. Yine, ABD’nin 2008’deki büyük krizi atlattığı, her ay istihdamın arttığı ve işsizliğin azaldığı söyleniyor. Eğer, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, enformel sektörün şişmesi, ücretlerin baskılanması yeni bir “model”se, son 40 yılda izlediğimiz filmden başkası oynamayacak demektir.

2008 krizine kadar başta Çin olmak üzere Doğu Asya’ya akan ticaret dinamiği, ABD’deki tüketim çılgınlığı ile de desteklenmişti. 2008’de patlayan balona çözüm, gelişmiş ülkelerde parasal genişleme, gelişmekte olan ülkelerde “iç pazarı uyarma” idi. Şimdi, bu deniz de bitti: ABD gibi ülkeler, 2000’li yıllara dönecek bir büyüme dinamiğine sahip değil, diğerlerinin ise krizi öteleme mekanizmaları gittikçe aşınıyor. Üretim olmadan büyümenin sınırlarına gelindiği, neoliberal modeldeki büyük aksaklıklar artık burjuva iktisatçıları tarafından dahi dile getiriliyor: Regülasyon, kalifiye işgücü için eğitim yatırımlarının artırılması, sanayiye önem verilmesi ve saire. Ancak bu durumun politik sonuçları, yalnızca “içe kapanmaya” değil, emperyalist sistemin ittifak mimarisinin değişmesini ima ediyor. ABD’deki “Çin mi, Rusya mı” tartışmasına bir de bu gözle bakılmalıdır.

Tam da bu nedenle, Avrupa’daki popülist/sağcı/proto-faşist parti ve hareketler, Putin ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştirilmesini savunuyor. Altın Şafak türü faşist partiler, örneğin, “ABD’nin Avrupa’daki etkisini aşındırmak konusunda Rusya ile aynı cephede yer aldıklarını” söyleyebiliyor. Rusya, özellikle Avrupa içerisine yaptığı “ince” dokunuşlarla, dünya düzeninde revizyonist bir arayışa girdiğinin sinyallerini veriyor, ancak şimdilik ABD ile uzlaşmanın peşinde koşuyor. Çin ise, Güney Çin Denizi’ndeki ABD provokasyonlarında, müttefiki Rusya’dan dahi yeterli desteği alamıyor.

İttifaklar bozuluyor, ittifaklar kurulamıyor.

SOLCUNUN DRAMI
New Statesman’da Robin Niblett imzasıyla yayımlanan bir yazıda, Brexit tartışmalarında odağın ekonomiden ulusal egemenliğe kaydığı, çünkü Brexit taraftarlarının ekonomi için uygun bir model öneremediğinin, dahası Brexit durumunda Britanya’nın ekonomisinin kötüye gideceğinin görüldüğü iddia ediliyor.

Yazıda, AB’nin birleşik bir piyasa olarak Britanya’ya sunduğu olanaklardan (bu sayede Birleşik Krallık 50 uluslararası anlaşma imzalamış), Avrupa’nın güvenlik ve çevre standartlarının Britanya yurttaşlarına sağladığı kolaylıklardan, Britanyalı şirketlerin ihracatının nasıl da kolaylaştığından bahsediliyor. Bütün bunlar sayesinde, Britanya dünyadaki en iyi büyüme ve işsizlik oranlarından birine sahipmiş.

Brexit’çilerin ulusal egemenlik söyleminin demagoji olduğunu ima eden yazar, Britanya’nın kendisinin karar verdiği kalemleri de sıralamış.

Avrupa solunun, bazı istisnalar dışında, kurulu düzenin sağlam payandalarından birisi olduğunu biliyoruz. Şimdi de, “faşizm geliyor” çığırışlarıyla, omurgası elli yerinden kırılmış Avrupa solu, Almanya’da Merkel’in, İngiltere’de Cameron’ın eteklerine yapışıyor. Ne kadar bizden bir hikâye değil mi?

Sol, uzun bir süredir “ortak Avrupa değerleri” adı altında kapitalizmin sürdürülebilirliğinin de ortağı oldu. Oysa, en başa yazılması gereken şey, Avrupa’nın zaten bölünmüş olduğu. Sermaye sınıfı işçi sınıfına elindeki her araçla saldırırken, AB’nin kelimenin olumsuz anlamıyla “ideolojik” bir şalı üzerine örtmesi, emekçi sınıfların hayrına değildi, şimdi de değil, bundan sonra da olmayacak.

Tam da bu nedenle, çatırdayan Avrupa’ya bakıp “incelediği yerden kopsun!” demekte, o mistik tülün kayıp gitmesinde, kapitalizmin neoliberal maskesinin parçalanmasında bir beis yok. Avrupa’yı tek bir bütün hâlinde tutamayan ABD’nin korkmasında kötü bir şey yok. Britanya’nın AB’den ayrılmasından kaos türetilmesinde bir sakınca yok.

Faşistler mi? Onları, Nazileri daha savaş bitmeden kendi istihbarat servislerine yedekleyen ABD ve Britanya’ya, katilleri sinsi bir şekilde komünizme karşı müttefik sayan sosyal demokratlara soracaksınız!