Fidel Obama’dan beklenti içerisinde mi?

DÜNYA SOLA DÖNÜYOR – KÜBA ve LATİN AMERİKA yazıları

Kestirmeden, yazının tartışma konusunu ortaya koyayım: Son haftalarda birçok -özellikle genç- devrimciden, “Bu Fidel Castro da iyi hoş ama, niye öyle Obama’dan beklenti içerisinde gibi ‘Ancak Obama dünyayı kurtarabilir’ benzeri şeyler söylemesi hiç oluyor mu?” sorusunu duydum. Bu yazıda, bunu tartışacağım.

Soru, Fidel Castro’nun Ağustos başında yıllar sonra Küba parlamentosuna gelerek dünyayı ve Obama’yı uyardığı yazısından sonra sorulmaya başlandı. (Söz konusu konuşma soL’da da manşet olmuştu: Fidel dünyayı ve Obama’yı uyardı)

Fidel, yazısında özetle şunları söylüyordu: Dünya, bir nükleer savaşın eşiğinde, çünkü BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı alınan karar, özünde İran’a bir ültimatom eşliğinde verilen tarih bitmeden bu ülkeye saldırılmasını zorunlu kılıyor. Böylesi bir saldırı, dünyayı felakete götürecek bir nükleer savaşın başlangıcı olacaktır. Bu saldırı kararını ise, sonuçta, ABD Başkanı Barack Obama verecek. Bu savaşın önüne, Obama’nın vereceği karar geçebilir.

Fidel’in bu konuşmasının ardından bazı kişiler, Fidel’in umudunu Obama’ya bağladığı yorumunda bulundular. Türk medyasında da bazı gazeteler bu başlığı kullandı.

Bununla sınırlı değil solcular arasında da Fidel’in konuşmasını, Obama’ya biçtiği rolden dolayı eleştirenlerin sayısı az değildi. Soldan eleştirilerin temelinde, iki nokta yatıyor: bir emperyalistten böyle bir beklenti içine girmek doğru mu? ABD Başkanı da olsa, bir bireye emperyalist sistem içinde böyle bir kudret tanımak mümkün mü?

Şuradan başlayabiliriz: Fidel’in konuşması, birkaç aydır yaptığı analizlerin bir sonucuydu. Fidel önce Sarı Deniz’de Kuzey Kore’ye karşı savaş tehdidine dikkat çekti. soL’da da kriz günlerinde sık işledik, ancak o günden bugüne ortaya çıkan yeni bilgiler artık reddedilemez biçimde kanıtlamış durumda: Güney Kore-ABD ortak tatbikatı sırasında batan geminin suçunu (üstelik kazadan birkaç hafta sonra) KDHC’ye atmak istediler, bunun için “deliller” ürettiler ve KDHC’nin üzerine gittiler. ABD ve Güney Kore, açıkça bölgeyi savaşın eşiğine getirdi. Sarı Deniz’de savaş çıkması olasılığı çok güçlüydü.

Fidel bunu yazdı, savaşa ve emperyalist oyuna karşı uyardı.

Ardından İran gündemi geldi. Fidel, İsrail ve ABD’de İran’a saldırıyı isteyen geniş bir kesim olduğundan, ve İran’ın asla bu odakların yaptırımlarına boyun eğmeyeceğinden emin. Fidel’in analizine göre bu coğrafyada savaş neredeyse kaçınılmaz aynı şekilde, böylesi bir savaşın sonucunda İran ABD’nin bölgedeki filosuna bağlı gemileri batıracak, savaş kısa sürede önce Ortadoğu’ya, sonra da tüm Avrasya’ya yayılacak ve bu savaşta nükleer silahların kullanımı kaçınılmaz olacak.

Fidel’in Obama’ya dair pozisyonunu anlamak adına, analizin doğruluğunu tartışmadan kabul edelim. Baştan görüşümü söyleyeyim: Fidel’in Obama’ya dönük uyarısının, yaptığı analiz gereği haklı olmasının yanı sıra, siyasi olarak da doğru bir hamle olduğunu düşünüyorum. Fidel’in tüm dünyada manşet olan bu konuşmasının Obama’yı öyle ya da böyle sıkıştırmadığını sanmıyorum.

Ama, elbette soru hemen akla geliyor: Bu kadarı verecek olan Obama mı?

Aslına bakılırsa, buna benzer bir sorunun yanıtını tarihte gördük: Ekim 1962’de Küba Füze Krizi sırasında. Artık gizli toplantı tutanaklarına kadar tüm ayrıntılarını bildiğimiz bu krizde, o düğmeye basıp basmama kararının John F. Kennedy ve diğer ABD’li yöneticilerin elinde olduğunu biliyoruz. Burada bir “determinizm” söz konusu değil: Basabilirlerdi, basmadılar. Çok sayıda etken rol oynadı, bunların içinde kişisel çatışmalar, bireysel yargılar vs.

Obama’nın da bir saldırı kararı alırken benzer bir süreçten geçeceği muhakkak. Fidel, işte o ana oynamaya çalışıyor. Aslında burada, tersinden okursak, Fidel’in ABD’deki sistemin yapısına dair şüpheye düşmediğini de görüyoruz: sistemi “uyarmanın” bir anlamı yok, çünkü orada iktidar başka türlü işliyor.

Bir parantez açarak, iki örnek arasındaki önemli bir farka da işaret edelim: 1962’deki kriz, bir yanıyla “beklenmedik”ti: Elbette Soğuk Savaş döneminde iki taraf da bir nükleer savaş olasılığını gece gündüz akılda tutuyordu ancak 1962, iki taraftan birisinin diğerine saldırmayı güçlü bir olasılık olarak masada tuttuğu bir an değildi (böyle anlar oldu Soğuk Savaş’ta). Bu beklenmedik olma hali, krizi yöneten bireylerin rollerini de artırdı. İran’da ise farklı bir durum var. İran’a dönük bir saldırı, uzun süredir planlanıyor, hazırlıklar yapılıyor. Bu örnekte Obama’nın, Kennedy’yle aynı hareket alanına sahip olamayacağını söylemek gerekiyor.

Yine de, Fidel açısından, Obama’yı uyarmanın bir “değeri” var. Şöyle de düşünülebilir: Fidel 12 ABD Başkanı görmüş, hem bunlarla, hem sayısız devlet adamıyla müzakereler ve siyasi mücadele yürütmüş bir lider. Bu nedenle, bu kişisel noktalara oynaması daha anlaşılabilir bir durum. Fidel, bir amaç doğrultusunda yazıyor, konuşuyor: Söylediklerinin bir etkisi olacağını biliyor. Savaşı durdurmaya çalışıyor. Konumunun, herhangi bir ülkede emperyalizme karşı mücadele eden ve etrafındakilere propaganda yapan devrimciden farklı olduğunu görmek gerekiyor.

Bu tartışma, Venezuela’da Vanessa Davies’in televizyon programında, bu solcu gazeteciyle tarihçi Basem Tajeldine arasında da yapıldı. Fidel, tartışmanın ardından bir yazı daha yazarak Obama’ya dair konumunu tekrar dile getirdi.

Tarihçi Tajeldine’nin “Obama’ya bu gücün yakıştırılması doğru değil” eleştirisine yanıt olarak Fidel, iki farklı güçten bahsettiklerini söyledi. ABD’de iktidarın Obama’ya kıyasla çok daha fazla, güçlü bir multimilyonerler oligarşisinde, askeri aygıtta olduğunu vurgulayan Fidel, tek gerçek noktanın, ABD Anayasası gereği bir savaşı başlatacak olan kişinin ABD Başkanı olması olduğunu söyledi.

Kısacası, Fidel Castro’nun kendi konumu ve etkisini kullanarak müdahale etmeye çalıştığını düşünüyorum. Ancak Obama’ya bu uyarıyı, ancak o konumda birisi yapabilirdi. Devrimcilere düşen ise, kendi konumlarından bir emperyalist savaşı durdurmaya dönük adımlar atmak: bu, elbette, “Obama’yı uyarmaktan” çok farklı yollardan geçiyor.

[email protected]