Desen

“Umarım çizmeyi asla öğrenmezsin!”

Bir ressama söylenebilecek en onur kırıcı ifadelerden biri… Hele bir de sondaki ünlem işareti!

Oysa sanat tarihçisi John Berger, ressam Leon Kossoff’a mektubunda bunu yazdığında, sonuna koyduğu ünlem aşağılama değil, mutluluk yüklüydü. “Umarım çizmeyi asla öğrenmezsin!” diyor, ekliyordu: “Öğrendin mi artık işbirliği kalmaz. Yalnızca cevap kalır geriye.”

Kossoff bu yıl Temmuz ayında, 94 yaşında hayatını kaybetti. Ömrünün son yılında, sonunda, ününün doruğundaydı. İkinci Dünya Savaşı sonrasının en önemli İngiliz ressamlarından biri olarak kabul ediliyor, eserleri uzun yaşamının sonunda ilk kez, sık sık adının birlikte anıldığı Frank Auerbach, Francis Bacon gibi ressamların eserlerine yakın fiyatlardan satılıyordu. 

Kossoff’un bu noktaya gelişi epey uzun sürdü. Londra’nın emekçi mahallelerinin sokaklarını resimlemekle geçen 40 yılın ardından 1990’larda kendisi için bir retrospektif hazırlandığı sırada yaşanıyordu yukarıdaki alıntıyı yaptığımız Berger’la Kossoff arasındaki mektuplaşma. Sanat piyasası belki ilk kez Kossoff’a hakkını vermeye başlıyor, Berger da kendisine “umarım çizmeyi asla öğrenmezsin!” diyordu.

Niye? Çünkü ilk mağara resimlerinden bu yana çizmek, yani desen, özünde bir soru sorma sürecidir. Şaheser olarak adlandırdığımız resimler, birer yanıttır: Belki ortaya yeni sorular atan, ama kendi üretim sürecinde ortaya çıkan her soru incelikle ressam tarafından değerlendirilip sonuçlandırılmış, tuval üzerindeki her noktası bir diğeriyle kalıcı olarak ilişkilendirilmiş, sonuna nokta (hatta, çoğu zaman, ünlem) konmuş birer yanıt. 

Leon Kossoff, Kilburn Metro İstasyonu Önü, 1983

Desen, karşındakini anlamaya çabalama sürecidir - ki bir insan, bir sürahi, bir dağ, veya Kossoff örneğindeki gibi sık sık bir tren garı, bir kaldırım köşesi olabilir bu. Berger’ın “işbirliği”nden bahsederken işaret ettiği, bu süreçtir. Sanatsal yaratımın, mutlak deha olarak sanatçının zihninde başlayıp bittiğine dair kimi zaman bilinçli kimi zaman farkında olmaksızın su yüzüne çıkıveren köhne yaklaşımın aksine, çizilenin de eyleyiciliği vardır. Diyalektik bir ilişkidir ressamla resmedilen arasındaki. Ressam, bir ifadeyi arar: Modelin (dediğimiz gibi, bir insan veya bir sürahinin) iç hayatına, varoluşuna, cevherine dair bir işaret. O bulunduğunda, model, Berger’ın ifadesiyle ressama “yüzünü dönmüştür”, Kossoff’un ifadesiyle “kendini açmıştır”.

Örnek mi?

,

Abidin Dino’nun ellerini düşünelim. Abidin, ardında sayısız el deseni bıraktı. Abidin’in el desenleri öyle ustalaşmıştır ki, tek bir tanesinden bile, Abidin’le “el” arasındaki ilişkiye dair çok şey anlaşılır. El, bir organ olarak el olmaktan çıkar, her an işler gözükür onun desenlerinde, çünkü ifadesi emektir. Fakat devrimci mücadelenin, işçi sınıfının tarihsel kavgasının bir neferi olarak Abidin’le emek-olarak-el arasındaki ilişki de çok daha derindir. Aşkın bir anlam, bir birliktelik, bir “yoldaşlık” hali derhal kendini hissettirir - Abidin’in ellerle, ressamın modelle, fırçayı tutan elin kendini gösteren elle, emeğin emekle yoldaşlığı.

Öte yandan, desenin güzelliği buradadır: Abidin’in her biri incelikle kağıda aktarılmış el desenleri, her seferinde yeni bir sorudur da… Abidin’in elleri birbirini tekrarlamaz, birbirini tamamlar. Emeği, emekçiyi, sınıfı tanımaya, ifadesini bulmaya çabalamaktır. Emek, emekçi, sınıf ona “yüzünü dönsün”, “kendini açsın” arayışıdır. “Yanıtı biliyorum” demez Abidin (oysa “tarih sınıf mücadeleleridir, işçi sınıfı yeni bir dünya kuracaktır” deyivermesini bilir elbet), aksine, bıkıp usanmadan yeniden bakar. Ancak böyle yakınsar. El, bu yüzden Abidin’e göz kırpar.

* * *

Bu yazının, ressamlara ne çizmeleri gerektiğine dair bir şey söyleme niyeti yoktur. Yazı, tamamen, Lenin’in 1921’de Komintern’deki diğer partilere yönelik konuşmasında geçen bir pasajın düşündürdüklerinden ibarettir.

“Devrim yeterince hazırlık yaptığında ‘kitleler’ kavramı farklılaşır: artık birkaç bin işçi kitleleri teşkil etmez. Bu sözcük başka bir şey ifade etmeye başlar. (...) Küçük bir partinin bile, örneğin İngiliz ya da Amerikan partisinin bile, siyasi gelişmelerin seyrini derinlemesine inceledikten, partili olmayan kitlelerin hayatını ve adetlerini tanıdıktan sonra elverişli bir anda devrimci bir harekete yol açması olanaklıdır. (...) Böyle bir parti, böyle bir anda sloganlarıyla öne çıktığında ve milyonlarca işçinin bunların izinden gitmesini sağlamayı başardığında bir kitle hareketine ulaşırsınız. Devrimin çok küçük bir parti tarafından başlatılabileceğini ve zafere ulaştırılabileceğini yadsıyamam. Ancak bunun için kitlelerin kazanılmasına ilişkin yöntemlerin bilgisine ihtiyaç vardır.”*



* Alıntı, Kemal Okuyan’ın yakın zamanda çıkan “Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920” kitabından