Yan oda, Karşı Masa ve 9 Eylül

Kurumları sevmem. Kurumsallaşmayı da. Hele günümüz dünyasında, vasatlık ve bayağılık geçer akçe iken mümkünse hiçbir kurum ayakta kalmamalı.

Ama yine de sormak gerekiyor: Bir kurum nasıl ortaya çıkar? Mesela bir eğitim kurumu nasıl kurumsallaşır? Parayla mı? Rekabetle mi? Piyasa kurallarına uymasıyla mı? İktidara yakınlıkla mı? Emirleri harfiyen uygulamasıyla mı? Yoksa değerleri ve insanlarıyla mı?

Günümüz Türkiye’sinin yanıtı belli. Para, piyasa ve biat var her yerde. Halbuki bir kurumsallık varsa eğer bir yerlerde, hep insanlara ve değerlerine bakmalı, onları önemsemeli. Eh, bunun için de artık neresinden bakarsak bakalım yeni bir ülke gerekli…

Ve ne yalan söyleyeyim, 9 Eylül Üniversitesi, üniversiteyi yakından ya da uzaktan, içeriden ya da dışarıdan izleyenler için hep insanlarıyla vardı. Onların emekleri ve değerleriyle…

*

Tıp fakültesinden mezun olduğumda gündemimde İzmir’e gitmek hiç yoktu. Tez zamanda İstanbul’da bir yerleri kazanmak istiyordum. Ama hayat işte! Öyle planlandığı gibi gitmedi günlerim ve istikametimi İzmir’e çevirmek zorunda kaldım.

İzmir’e çevirdim ve uzmanlık için 9 Eylül Üniversitesi’nde Anesteziyoloji bölümünü kazandım. Anesteziyoloji dediğim cerrahi bir branş. Evet, insanı uyutmak ve uyandırmak anlamına geliyor kabaca ama işte o uyku ve o uyku sırasında olanlar oldukça önemliydi. Ve anestezi meşakkatli bir branştı.

Yaz ayıydı ve bölüme başlamam yine acayip sıcak bir döneme denk gelmişti. Tamam, ameliyathane serindi ama akşamüstleri buzhaneden fırının içine çıkıyor gibi oluyordum. Yorucu günün sonrasında yürüyecek halim bile kalmıyordu. Ne İzmir’i sevebiliyordum ne de yaptığım işi.

Sevemiyordum ama zaten günlerim neredeyse tamamen hastanede geçiyordu. Ve tabii ki solcuydum. Ve tabii ki solcuları arıyordum. Üniversitede ve hayatta.

*

Tıp fakültesi ilginç bir yerdir. Anatomi, fizyoloji, patoloji gibi açık müfredatının yanı sıra gizli bir eğitim müfredatı da vardır: İşte kim Amerika’ya gitmiş? Hangi hoca, hangi özel hastaneye, kaça transfer olmuş? Bilmem ne hocanın arabası ne markaymış? O hoca nereden giyiniyormuş? Kim kimin nesiymiş gibi gibi. Ne yalan söyleyeyim çoğunluk oraya bakardı.

Tabii ki bizim de gizli müfredatımız vardı ama tıp genelinden biraz farklıydı: Hangi hoca solcu kalabilmişti? Firma desteğine hiç bakmadan kimler kongrelere gidiyordu? Kimler özel hasta görmüyordu? Solculukla bilimsel üretkenliği kimler, nasıl bir arada götürebiliyordu? Ortalamaya teslim olmamak için neler okumak gerekiyormuş gibi, gibi.

Bu müfredatı üreten hocalarımızı (ki çok değillerdi) itinayla takip ediyorduk. Ne yazıyorlarsa okuyor, ne söylüyorlarsa kulak veriyorduk. İşin gerçeği, Mercedesli değil, ülkesine, insanlığa, olan bitene ve hakikate karşı kendini sorumlu hisseden hekimler, insanlar olmak istiyorduk. Onlar gibi.

*

O zamanlar, yani uzmanlık eğitimine başladığımda ameliyathanelerde de halen sigara içilebiliyordu. Küçük, izbe bir odada. Vakalar arasında, iki arada bir derede oraya gidip hızlıca tellendiriyorduk sigaramızı.

İlk orada tanışmıştık Cem abiyle. Aynı ameliyathaneden çıkmış ve kısa arada soluğu odada almıştık. Daha az önce titizlenerek bir hastanın kalın barsağından tümörlü bir parça çıkarmış ve açıkta kalan uçları tıpkı usta bir terzi gibi neredeyse hiç fark edilmeyecek şekilde birleştirmişti.

“Toplum Sağlığına Bir Köprü: Tıp Eğitimi” isimli kitabını okumuştum Cem Terzi’nin. O kısa sigara molasında bir an önce tanışmak ve sohbet etmek istiyordum. Çoktan koltuktaki yerini almış ve ameliyatta hiç yorulmamış gibi elindeki sayfalar dolusu yazılara dalmıştı. “Kolay gelsin” diye lafa girmiştim. “Sağolasın” dedi, tanıştık. “Abi, bir soluklansaydın” dedim elindeki kağıtları işaret ederek. “Bir cerrahi kitabı hazırlıyoruz. Onun işlerini derleyip toparlıyorum” dedi.

Hep öyleydi. Bir eli hastalarında, bir eli ise alanda, hayatın içinde, üretme derdinde.

Çok saygı duydum. Hep.

*

Ve İzge abi. İzge Günal. Nereye bakacağını bilen, hayata dair müfredatını çoktan seçmiş öğrenciler arasında efsane gibiydi. Özel hasta görmüyordu. Kongrelere firma desteği ile katılmıyordu. Kapısı derdine derman arayan herkese hep açıktı. Ve bir de sürekli bilimsel makaleler üretiyordu. Dinmek bilmeyen bir inat ve üretkenlikle.

Hiç unutmam. Yine üniversite ile ilişiği kesildiği bir başka zamanda, İzmir Tabip Odası’nda Üniversite Konseyleri Derneği adına İzge abi için konuşma yapma sorumluluğunu almıştım. Cem abiden sonra. “İzge Günal, 9 Eylül’e mutlaka geri dönecek” demiştik o gün ve dönmüştü de.

Sonradan, yani ben 9 Eylül’e öğretim görevlisi olunca odalarımız altlı üstlü denk gelmişti. Sabahları önce ortopediye uğrar, bir çayını içerdim. Zaten bölümün çayı İzge abinin odasında demlenirdi. Hocası, asistanı, görevlisi herkes çayını onun odasından alırdı. “Ne yaptın dosyanı?” diye sorardı. Dosyadan başlar, olan bitenlere uğrar ve çoğu zaman psikiyatriden çıkardık.

Anlaşırdık, anlaşamazdık, o ayrı.

Ama çok saygı duydum. Hep.

*

9 Eylül’ün garip bir yeri oldu hayatımda. Yıllar, yıllar önce hayat yine savurdu ve anesteziyoloji bölümünden kısa sürede ayrılmak zorunda kaldım. Ayrılmadan önce ise tabip odasının dergisini çıkaran ekipten bir arkadaşın da psikiyatride asistan olduğunu öğrenmiştim. O zamanlar “gideyim, tanışayım” demiştim ama ameliyathane telaşı içinde tanışmak mümkün olmamıştı. Bölümden ayrılmıştım. İzmir’e ise ancak bir yıl sonra geri dönecektim. Bu sefer psikiyatri uzmanı olmak üzere.

İşte Ege Üniversitesi’nde psikiyatri uzmanlığına başladığım günlerde tanışmıştık Halis’le. Ve tanışır tanışmaz da bir gün asistan komisyonunda, öteki gün oda seçimleri hazırlığında, bir başka gün dernek işlerinde, bir diğer gün de hasta yakınları etkinliğinde bir araya gelmeye başlamıştık. Tamam, her konuda anlaşamıyorduk ama benzer konulara meraklıydık ve ortak bir şeyler yapmak konusunda da hemen anlaşmıştık: Eşitsizlikler, ilaç endüstrisinin etkileri, sağlıkta dönüşüm, psikiyatrik hastalıkların toplumdaki dağılımı ilk çalıştığımız konular olmuştu. Hemen her kongrede beraber birer konuşma yapıyor ve makaleler yazıyorduk. Hatta Konak’ta bir pubda oturup makale yazmışlığımız bile olmuştu.

Dostluk, arkadaşlık, böyle bir şeydi işte. Emek ve dayanışma. Yıllarca da öyle kaldık.

Sonra 9 Eylül Üniversitesi Psikiyatri’ye dönünce ben, çalışma arkadaşı da olduk Halis’le. Odalarımız yan yanaydı. Öğle aralarında ise Halis’in sosyal önderliğiyle kurulu bir masada, Karşı Masa’da buluştuk dört yıl boyunca. Hatta bu köşede yazdığım bir çok konuyu o masadaki konuşmalardan çıkardığımı da söylemeliyim. Ki kendisi hep sitem ederdi, masaya hiç atıf yok diye.

Sonra imza meselesi başladı. “Olanları düşünüyorum da iyi ki atmışım imzamı barışa” derdi.  Ve her KHKda liste kontrolü yapma günleri de eklendi her şeyin üstüne.

Akademi demek, pek dile gelmez ama tabii ki rekabet demek. Rekabet de ne yazık ki çoğu örnekte huzursuzluk ve çatışma demek. Türkiye’de insan ilişkilerinin yormadığı, rekabetin kurutucu atmosferiyle kuraklaşmayan akademik bölüm bulmak çok da kolay değildir. Ama tam tersi bir bölümde çalışıyorduk biz. İç barışı olan, huzurlu, mütevazi olanaklarını üretkenlikle birleştiren.

Şimdi kocaman bir boşluk var yan odamda. Kilidi de değişti. Anahtarı da uzaklarda.

Ne diyeyim!

Halis iyi bilir; ne demiş Jacques Lacan? Bastırılan geri döner.

Açığa alınan, askıya alınan, atılan da geri döner.

Mutlaka.