O bakış…

Hangi kadın bilmez o bakışı!” demiş birçok kişi. Ceren Özdemir’in evine dönerken sokak kameralarına takılan bakışını işaret ederek. Arkaya, geriye tereddütle dönen bir baş ve endişe dolu bakışlar. O kayıtta çok da net göremiyoruz belki ama çok da belli: orada, o bakışta “Arkamdan mı geliyor, beni mi takip ediyor?” diyen bir an var. Çok tanıdık, çok bildik. Hemen her kadının (ve daha az da olsa birçok erkeğin) hayatındaki “sıradan” bir an, bir kare. 

Gerçi birçok ülke, birçok toplum bu halde. Hindistan’dan Arjantin’e, İsveç’ten Malezya’ya birçok ülkede o bakışı gerektirecek olaylar yaşanıyor; neredeyse kesintisiz. Ve bu olaylar, saldırılar, iyi biliyoruz, kadınları, çocukları, yaşlıları ve sokak hayvanlarını hedef alıyor. Ama bu ülke, bizim kendi toplumumuz insanlarını, çocuklarını, kadınlarını, bin yıllık göllerini koruyamayan, onları güven içinde yaşatamayan bir ülke. Bir süredir.

Bir süreklilik var. Olaylar arasında. Gölü kurutan cüret, o gün, o akşam Ceren’in de peşine düştü. Öyle çok uzak değiller birbirine. Define için doğayı talan edebileceğini düşünmek ve bilemediğimiz duygular için bir başka bedeni, hayatı talan edebileceğini düşünmek. İkisinde de gerekli olan zihniyetin bir adım öncesi, temel toplumsal, insani kuralları, işleyişi askıya almaktır. Sonrası, sanki çok da kolaydır. 

İnsan bu tür olaylardan sonra dönüp kendi hayatına, kendi çevresine bakıyor. Kendi hayatı da talan edilmiş gibi oluyor. Ya da kendi hayatının da talan edilebilmesinin sadece “pamuk ipliğine bağlı” olduğunu anlıyor. 

Bu tür olaylardan sonra insanın temel güven duygusu sarsılıyor.

Peki, nedir bu temel güven duygusu?

İnsanı insan yapan özdür. Bir çekirdek gibidir. İnsan, erişkin bir insana dönüştüğü yaklaşık 20 yıllık süre boyunca çevresiyle etkileşim içinde iç dünyasını inşa eder. İşte insan, tüm bu iç dünyayı, dışarısıyla etkileşim içinde, o çekirdeğin etrafında inşa eder.

Önce, hayatında ilk elini tutanla, ilk besleyenle, ilk sevenle başlar bu çekirdek: çoğunlukla anneyle, nadiren de bakım veren babayla, bir başkasıyla. Hayatın ilk birkaç yılını bu temel ve yakın ilişki biçimlendirir. 

Sonrasında çevre ve kendilik biraz daha genişler. İlişkinin içine “baba” da girer: dış dünyanın, dışarının temsilcisi olarak. Oyun, sınırlar, yasaklar ve sınırlar daha belirgin biçimde inşa sürecine dahil olmaya başlar. 

Dış dünya bunlardır zaten: yapılabilecekler ve yapılamayacaklar ve yapılması yasak olanlar. Mesela bir başka insana zarar vermek böylesi bir sınırdır. Ama aynı zamanda büyümekte olan insan yavrusunun kendi temel güven duygusunu da koruyan, kollayan, büyüten bir sınırdır bu: “Bana zarar vermez; bana zarar gelmez.”  

Büyümekte olan her çocuk, temel güven duygusunu hemen her gün “imtihan”dan geçirir. Gücünü sınar, olanaklarını sınar, sınırlarını sınar. Tüm bu süreç boyunca (yaklaşık 2-3 yıl) bir anlamda uçlara gider gelir. Salınımlar yaşar. Temel güven duygusunda gedikler açacak, o duyguyu sarsacak ya da tam tersi perçinleyecek, besleyecek birçok olay yaşar insan yavrusu. İnsan evriminin milyon yıllık bir doğal işleyişidir temel güven duygusu. 

Ama işte bazı olaylar, yaşantılar, durumlar “hasarlanmış bir çekirdekle” baş başa bırakır insanı. İfade edilenin tersine bireysel bir trajedi değildir bu hasarlanmış çekirdek; hatta hiçbir zaman bireysel bir sorun değildir: hasar her zaman toplumsal bir meseledir. Ve bu hasar, bazı toplumlarda, bazı dönemlerde çok daha belirgin hale gelir. Ne yazık ki öyle bir döneme denk geldik: Bu ülkede herkes, ama herkes “hasarlanmış bir çekirdekle” büyüyor.  

Mesela kadınlar! Çok daha çetin bir mücadelenin içinden “sağ” çıkarak bu “hasarlanmış çekirdeği” ediniyorlar. “Bacaklarını ört, eteğini topla, düzgün otur, o yanındaki kim, ne istiyor senden, ayıp, günah, baban kızar, deden laf eder, amcan geliyor, dayın görmesin” ile yerini sağlamlaştıran bir çekirdek bu. Yetmezse “Aman kızım, asla, dikkat” ile altı yeniden ve yeniden çizilen, bedeni büyüyen bir kadınla birlikte kendisi de belirginleşen bir çekirdek bu. Okula giderken, eve dönerken, yolda yürürken. Hatta hayatı severken…

Süreklileşmiş bir tedirginlik hali. Süreklileştiği için de anormal olduğu unutulan. Hepimizin hayatının normali oluveren: Ceren için “O saatte, orada işi ne?” ya da “E, o da bağırsaymış ya!” diye kolayca söyleyiveren.

Aynı mantık konuşmaya zaten şöyle devam ediyor: “Mutlaka önemler alınmalı: çantada bir sprey, şok cihazı olabilir.” Olabilir ama gölü, kepçeyle korumaya benziyor bu akıl yürütme. Ya da “Öyle bir durumda telefonda birisi varmış gibi yüksek sesle konuşun mutlaka.” 

Bilemiyorum. Gölü kurutan hazine şehveti de Ceren’in hayatını söndüren cesaret de aynı yerden beslenmiyor mu? Bireysel değil, kolektif çaresizliğimizden. Başka bir şey lazım. Kolektif bir irade, kolektif bir bakış, kolektif, güçlü bir ses…

İşte birçok insanın yakından tanıdığı o bakış, o hasarlanmış çekirdeğin bakışı. İçinde yaşadığı topluma güvenemeyen, her güvendiğinde zaten binlerce kez örselenmiş bir geçmişin deneyimiyle ortaya çıkmış bir bakış. Hepimizin tanıdığı. Ama kadınların çok daha iyi tanıdığı.

Sanırım gerekli olan hasarlanmış çekirdeklerimizi, temel güven duygumuzu onaracak ve üstüne de yeni kuşakların “sağlıklı” bir temel güven duygusu içinde yetişebileceği bir çevre kurmak.

İşte, o zaman, belki o bakış değişir. Buz kesmez. Tedirgin olmaz.

***

Türkiye sadece bunlardan, bu hasarlardan ibaret değil! Sadece çeşit çeşit hoyratlıktan ve çeşit çeşit yalnızlıktan, çaresizlikten ibaret değil Türkiye, dünya. 

Ankara’dayız. Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu’nda. Tam da ihtiyacımız olan şeyi konuşuyoruz, tartışıyoruz bugün. Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz? Nasıl bir dünyada? Öyle çok uzakta değil. Yakında.

Ceren için, kendimiz için, sevdiklerimiz için.

Mutlaka!