Mültecileri zorlu bir gelecek bekliyor, şizofreni dahil!

Yerinden yurdundan edilen, sınırları bir biçimde aşmak zorunda bırakılan insanların geçmişleri muhtemelen oldukça zorluydu, gelecekleri de zorlu olacak. Araştırmalar öyle söylüyor, hayat öyle söylüyor, tarih zaten öyle yazıyor. Ve bu zorlukların içinde psikiyatrik sorunlar da var.

Kimse durup dururken yaşadığı yeri değiştirmez. Hele gönülsüz, zorla hiç değiştirmez. Yurdu, evi, çevresi, sosyal sermayesidir her insanın. Binbir zorlukla birikir. Evinden, yurdundan edilmek ise büyük bir kırılma yaratır o birikimde. Her ne sebeple olursa olsun büyük bir kırılma yaratır. Kuşaklar boyu anlatılır, göç, sürgün, yerinden edilme... Kapanmayan bir yara gibidir. 

Ama biraz farklı bir göç hali olan mültecilik, bu büyük kırılmanın derine işleyenlerinden, çok iz bırakanlarından. Mutlu ve mesut mülteci bulamazsınız. Bu nedenle de göç, mültecilik, yerinden edilme psikiyatrik sorunları da beraberinde getirir. Bir tek travmaları, depresyonu, bahşedilmesi güç kaygıları kastetmiyorum. Mültecileri geleceklerinde şizofreni gibi oldukça “biyolojik” olduğu düşünülen, genetik olduğuna dair çok güçlü sinyaller olan bir “hastalık” da bekliyor. 

Tabii ki göçü sarmalayan kavramsal bir karmaşa da var. Göçmen kim, mülteci kim, sığınmacı kim, karışabiliyor. Göçlerin kavşağındaki bir ülkedeyiz, tarihimiz gidip gelmelerden oluşuyor ama biz hâlâ bunları ayırt edemeyebiliyoruz. 

Göçmenlik daha çok “gönüllü” ve yasal bir yer değiştirmeyi anlatıyor. Örneğin 60’lı yıllardan itibaren Almanya’ya, Hollanda’ya, Fransa’ya iş için giden gurbetçiler göçmen olarak görülebilir.  

Mülteci ise zoru içeren bir kavram: kimliği, siyasi görüşü ya da savaşın getirdiği baskılar nedeniyle yaşadığı ülkeyi terketmek zorunda kalan kişileri tanımlıyor. Bu kişiler bir iltica, sığınma süreci içinde oluyorlar. 

Sığınmacı ise ülkesini bu tür zorluklar için terketmiş ama henüz mülteci statüsü verilmemiş (örneğin koruma talep edeceği ülkeye ulaşmamış) kişileri tanımlıyor.
Son 10 yıl içinde mülteci sayısında çok hızlı bir tırmanma oldu: Avrupa’ya ulaşan mülteci sayısı 2000’lerde günlük 10.000 kişi civarında ilken 2010’lu yıllarda günlük 50.000’e kadar çıktı.

Ve bu nedenle sınırlarda, derin maviliklerde, yollarda yaşanan ve aklımıza kazınan görüntüler ortaya çıktı.

Son 10 yıldaki mülteci ve sığınmacı akınının yarısı sadece üç ülkeye dayanıyor: Suriye, Afganistan ve Somali. Emperyalist müdahale ve gericiliğin talan ettiği üç coğrafya. En büyük mülteci sayısı ise Suriye’ye ait. 30 milyonluk mülteci sayısının %20’si bu ülkeye ait.

Burası böyle. Pazar, sermaye, çatışmalar hepimizin hayatını etkiliyor ama bazılarının hayatını dümdüz ediyor. 

Öte yandan bir yüzyıldan daha fazla zamandır çok iyi bilinen bir gerçek var: göçmenler arasında şizofreni daha fazla görülüyor [1]. Göç edilen ülkenin halkı arasında şizofreni bir birim görülüyorsa göç edenler arasında üç, dört kat daha fazla görülüyor. Hatta on kat daha fazla görüldüğü yerler var. Genetik yatkınlığın  bile tek başına böylesi bir etkisi yok! Göç ediyorsunuz ve riskiniz 10 kat artıyor!

Önceleri “zaten hasta olacak olanlar, kendi toplumlarına tutunamayanlar göç ediyor, işte bu nedenle göçmenlerde fazla çıkıyor” diye düşünülmüş. Zaten “hasta olanlar” göç ediyor gibi neredeyse faşist bir açıklama ile ele alınıyormuş bu fazlalık.

Ama 80’lerden itibaren işin hiç de öyle olmadığı anlaşılmış: Göçün şizofreni için genetik yatkınlıktan sonraki en güçlü risk faktörü olduğu sayısız araştırma ile gösterilmiş. Ve bu bulgu hem şizofreniye dair hem de toplumsal düzenimize dair çok önemli bilgileri de beraberinde getirmiş. Ne gibi derseniz, şöyle...

Göçmenlerde şizofreni riski durup dururken artmıyor. Bir çok toplumsal eşitsizlik, özellikle de sosyoekonomik olanlar göçmenlerde birikiyor. Gelirleri, eğitim düzeyleri daha düşük oluyor; düzenli iş sahibi olmaları ise malum şansa bağlı. Ama bir tek sosyoekonomik zorluk yaşamıyor göçmenler. Daha fazlasını yaşıyorlar.

Aynı zamanda dışlanıyor ve kabul görmüyor göçmenler. Zaten şizofreni riskini arttıran da dışlanma, ayrımcılık ve gündelik yaşamdaki baskı. Ve bu ayrımcılığı bir tek göç edenler yaşamıyor. Aynı ailenin dördüncü, beşinci kuşak üyeleri bile bu sosyal stresi çekiyor. Hayatları boyunca. 

Zaten şizofreni riski ikinci, üçüncü kuşak kuşak göçmenlerde ilk kuşağa göre bile 2-3 kat daha yüksek. 100 yıldır Londra’da yaşayan bir ailenin beşinci kuşağındansınız ve şizofreni riskiniz sizinle aynı yaştaki bir “İngiliz’e” göre altı kat daha fazla. 

Neden? 

Öncelikle siyahi olduğunuz için. Yani günlük hayatın içinde çoğunluktan farklı olduğunuz ilk bakışta anlaşılabildiği için. Ama merak etmeyin aynı risk deri renginiz “beyaz” tonuna yakın olsa da geçerli: Hollanda’da Faslı ve Türkiyeli, Fransa’da Cezayirli ve Kanada da yerli, kızılderili olmanız yeterli. Riskiniz 3-4 kat artıyor. 

Ama diyelim ki beyazsınız. Bir İngiliz kadar, bir Alman kadar. Bu sefer de aksanınız, diliniz devreye giriyor. Ve öyle yolda yürürken sorgulayan, yargılayan, tehdit eden bakışlar altında kalmasanız da ağzınızı açmanızla birlikte ayrımcılık, sizi boğan, bunaltan bakışlar, tavırlar başlıyor. Ve bu sosyal ortamın içinde şizofreni için, sanrılar için, hakkınızda konuşan sesler, fısıltılar için zihninizde bir çekirdek oluşuyor.

Bir de üstüne toplumsal dayanışma pratiklerinin çözülmesi, daha bireysel yaşanan hayatlar, yalnızlaşma, emeğinizi satarken karşılaştığınız zorluklar, güçlükler de eklenince delirmek işten bile olmuyor artık. Ve onbinlerce göçmen toplumsal düzenimizin bedelini ödemek üzere her yıl yeni “hastalar” kervanına katılıyor.

Durum böyle. 

Mülteci ve sığınmacılar için ise risk “normal” göçmenlerden de fazla [2]. Zaten çeşitli işkencelerin, açlıkların, belirsizliklerin içinden geçip gidiyorlar oralara. Girebilirlerse. Bütün hafta gördük işte, öyle “olağan” bir göç değil ki mültecilik. Hâl öyle olunca da risk çok daha yüksek. Son 10 yıldaki bütün araştırmalar, sayılar bu sonucu gösteriyor. Mülteciler arasında şizofreni riski çok daha yüksek. Türkiye içinde ne olup bittiğine dair ise bilgimiz, verimiz yok. Ne yazık ki! Ama zaten bizim ülkemizde mülteci yok!

Peki göçle ilgili, mültecilikle ilgili tüm “sosyal” riskleri ortadan kaldırsaydık ne olurdu? Daha bu hafta yeni bir araştırma yayınlandı [3]. Çok ayrıntılı verilere dayanan, güncel bir araştırma. 
Sosyoekonomik zorlukları ortadan kaldırınca şizofreni riskinin göçmen gruplarında azaldığını biliyorduk. Ama risk yine de genel toplumla, çoğunlukla aynı, benzer olmuyordu. Bir fazlalık vardı. İşte o fazlalığın nedenine ve fazlalığı gidermenin yollarına dair daha çok bilgimiz var artık: dayanışma, ayrımcılığın azaltılması, dışlanma ve kötü muamelenin sona ermesi, kültürel sosyal mesafenin azalması. 

Tüm bunlar olabilir mi? Hayata geçirilebilir mi? 

Elbette ki, elbette ki...

Ve iş, burnumuzun dibinde yaşanan insanlık ayıbına karşı ayağa kalkmakla başlar.


[1] Selten ve ark. (2020) Migration and Psychosis: A Meta-Analysis of Incidence Studies. Psychol Med. Jan 2020.
[2] Brandt ve ark. (2019) Risk of Psychosis Among Refugees: A Systematic Review and Meta-analysis. JAMA Psychiatry 76 (11), 1133-1140. 
[3] Jongsma ve ark. (2020) Social disadvantage, linguistic distance, ethnic minority status and first-episode psychosis: results from the EU-GEI case–control study. Psychol Med. March 2020.