Mazbata’dan Notre-Dame’a

Çalışıyor makine. Sessiz ve sakin.

Biraz gıcırdayarak belki ama çalışıyor yine de makine.

Diyeceksiniz ki ne lakası var makine ile mazbatanın, Notre-Dame’ın. İnce bir çizgi var aralarında, hepsi bu. Kimi zaman kör gözüm parmağına önümüzde olup biten kimi zaman da hiç farkedilemeyen. Öylece sürüp giden.

Peki, nerede bu ince çizgi? Bir anlığına da olsa nasıl görünüyor?

Öncelikle sevinçten başlayalım. Oyların yeniden sayılması ve mazbata meselesi “çözüldü” ya geniş bir toplam heyecanla karşıladı bu gelişmeyi. Ne güzel. Sevinmek kötü değil. Hava gibi su gibi bedava sevinç de. Gerçi su çoktandır bedava değil ama çok hasretler birikti memlekette. Sevinmek de bu hasretin bir parçası. Ama… Ama işte!

Hasret ve sevinç arasında neyin ne olduğu kaynadı gitti. “İstanbul hakkı olanı aldı” bile dendi ya İstanbul’un neleri hakettiği unutuluverdi. Hakikaten yıkılacak olan haramilerin saltanatıydı da haramiler kimlerden oluşuyordu? Hatırlayanlar var, iyi ki.

Her konuda yanılmaktan bıkmayan “gazeteciler” ise olan bitene, bu sevince yamuk bakanları “mücadele düşmanı” ilan etti. İki seneye kalmaz “yanılmışım” diyecekler; o ayrı. Ama bu “halden anlar” görünen insancıl eleştiri de yoluna devam edecek. Anlamayarak, meseleyi hep anlamayarak.

Mesele ise şu: İnsanların umutlu olmasıyla değil umutlarının çalınmasıyla ilgili mesele. İnsanların mücadele etmesiyle değil mücadelelerinin bir başka müteahhidin kollarında bitmesiyle ilgili. İtiraz, uyarı, beğenmeme, her ne diyorsanız, o işte buna.

Yapacak bir şey yok. Bir süre herkes hasret giderecek. Sanırım bir süre kucaklaşılacak, bir süre sevinilecek, tedirginlikle birlikte. Her şeyin normale dönmesi umut edilecek. Normal her neyse?

“Normal” ise normal normal yoluna devam ediyor zaten. Mesela Notre-Dame yangınında. Daha koru bile sönmeden yangının, Fransız burjuvazisi harekete geçti. Pahalı taşlarla bezenmiş küpelerini şıngırdatarak cömert iyilikseverliklerini sergilemek üzere arzı endam etti mösyöler ve de matmazeller. Gözyaşları içinde gözyaşartıcı bir bağış kampanyasına giriştiler. Milyonlarca avro yağdı. Nereden geldiği pek sorgulanmadan.

Normal böyle bir şey: Bin yıllık miras yanacak, bin yılların emeğine el koyan bir sınıf kesenin ağzını açacak ve geniş yığınlar da bu cömert iyilikseverliği alkışlayacak. İşte sevinilen kucaklaşmanın Fransız versiyonu da böyle bir şey.

Ey kapitalizm! Nelere kadirsin. Ne vitrinler çıkarıyorsun içinden. Işıltılı, büyüleyici! Bu iyilikseverlik de adına kapitalizm denilen o koca vitrin hayatının en nadide örneklerinden oluverdi. Daha yangın sönmeden harekete geçen bir sınıfın iktidarı bu. Mesele bu.  

Musakka ve antrikot da öyle. Büyüleyici bir vitrin oldu antrikot. Adam “işi” biliyor! Halkçılık oradan başlatıldı ya tabii ki orada bittiği, biteceği, bitmek zorunda olduğu ise unutuluverdi. Eskisi ayrı bir vitrindi, antrikotlu, maklubeli ve bol varaklı. Ona laf söylememezlik olmaz ama eski vitrin tutmadığı için el değiştirdi mazbata! İçerisi ne kadar değişecek, göreceğiz. Ama buraya yazıyorum; bu ilk haftaların bu bol halklı şovu bittikten sonra antrikot er ya da geç geri gelecektir mönüye. Hem Marie Antoinette değil miydi, Notre-Dame’ın çanları çalarken “ekmek bulamıyorlarsa kek yesinler” diyen. Sınıflar böyle şeyler. Aklı da sözü de hayatı da belirliyor işte.

Ama toplumun büyülenen bir yanı var. Önüne geçilemeyen bir tutulma hali. Bazı dönemlerde bazı figürlere, nesnelere, kişilere, sembollere neredeyse sonsuz kredi açılıyor. Sonra o kredinin vadesi dolunca yeni bir nesne bulunuyor. Ama vitrin baki kalıyor.

Vitrinin arkası ise olan biteni gayet açık anlatıyor. Aslında “vitrine değil mülkiyete bakın” demek gerekiyor. Gerçi böyle şeyler söyleyince bir tür “polis” de oluyoruz, iyimserlik polisi, ama yapacak bir şey yok: kimileri de böyle, vitrinle yetinmeyip illahaki görünenin ardına bakacaklar. Vitrinin arkasında ise büyü falan ortadan kalkıyor. Somut gerçekler başlıyor: Mesela İngiltere’nin toprak mülkiyeti gibi.

Bu hafta açıklanan bir veri çok çarpıcıydı: İngiltere’nin yarısı ki yaklaşık 70.000 km2 yapıyor, sadece bir kaç aileye, birkaç şirkete ve sermayedara ait. Koca bir ülkenin yarısı yani. Büyük bir emperyalist gücün merkezi. Ve o toprakların yarısı bir kaç aileye, şirkete ve sermayedara ait. Somut olan bu: 55 milyon bir tarafa, toplumun %1’i bile yapmayan bir toplam ise bir başka tarafa. İşte tüm şamata, Mazbata’dan Notre-Dame’a tüm şamata bu mülkiyet için var. Gerisi hikâye.