Maklube (*) ve sinik pragmatizm

Böylesi zamanlarda, yani bedenimize bir zarar gelmemesine rağmen yaşanan vahşet ve karmaşa karşısında zihnimizin zorlandığı zamanlarda, insanın kendini onarmasının bir yolu da geçmişe gitmek ve kendini onarabilecek bazı anları hatırlamaktır. Ben de öyle yaptım bu bir haftada… Ve düşünürken kendim bile şaşırdım; geçmişin üstünden 25 yıl geçmiş. “Vay be!” dedim.

Hikaye aslında biraz klasik. Bir Eylül ayıydı. Ortaokuldaydık ve çocukluktan yeni yetmeliğe geçişin belli belirsiz dünyasında olduğumuz için La Bamba ile her Cuma namazını başka camide kılma arasında gidip geliyorduk. İbrahim Tatlıses’in İnsanlar albümünün ardından gelen günlerdi.

Dedim ya, hikaye aslında biraz klasik. Başarılı öğrencilerdik ve sınav zamanı gelip kapımızı çalmıştı. İyi bir fen lisesini kazanmak için çok güçlü adaylardık. Yaşadığım şehirde bir ya da iki dershane vardı. Onlar da piyasada alternatifsiz olmanın avantajını kullanıyordu; öyle indirimmiş, ödülmüş, pek işleri olmuyordu. Ciddi para vermek gerekiyordu.

İşte o günlerde, yani sınav meselesinin ufukta belirdiği o günlerde yeni bir dershane açıldı şehirde. Bu yeni dershane büyük beklentilerle inşa edilmiş ama kaderine terk edilmiş, bomboş duran, atıl belediye işhanına tabela asmıştı. Üstüne bir de ödüllü sınav düzenlemişti. Girdik ve kazandık. Ücretsiz olarak dershaneye gidebilecektik.

Çok iyi hatırlıyorum: “Oğlum onlar dinci!” sözleri arasında daha badanası bile kurumamış dershanede derslere başladığımızı. Üç-beş arkadaş korkmadık, çekinmedik; abdestimizden emin, daldık içlerine. Ailem de çeşitli çekincelere rağmen beni kollayabileceklerine tam güveniyordu.

Dershanedeki hava nasıldı? Sanırım ilk hissettiğim adanmışlık olmuştu. Genç öğretmenler dershaneye, dershanenin tutunmasına adamışlardı kendilerini. Ne yalan söyleyeyim, etkileyiciydi. Sorular, testler falan derken zaten seçilmiş öğrencilerden oluşan 15-16 kişi, bir iki ay içinde sıyrılıvermiştik.

Ekonomik anlamda alt ya da bilemediniz orta-alt sınıftan geliyorduk hepimiz. Bir de diğer dershanelerde olmayan bir durum vardı sınıfımızda: Anadolu lisesinden imam-hatipe kadar karma bir sınıftık.

Sanırım meselenin bendeki ilk tökezlemesi “izin” meselesiyle oldu. Her dershanede olduğu gibi bir ilk yardım köşesi, bir yangın söndürme kovaları köşesi ve bir de Atatürk büstü köşesi vardı. Büstün üstünde durduğu ahşap gövdede ise “Atam izindeyiz!” yazıyordu. Buraya kadar her şey normaldi.

Sonra günlerden bir gün öğretmenlerden bir tanesi yazıyı “Atam! İzindeyiz!” şeklinde okuyup güldü. “Anladın mı?” diye de sordu.  Hakikaten komikti. O güne kadar hiç öyle düşünmemiştim. Ben de güldüm gülmesine ama bir yandan da rahatsız oldum o gülüşten. Yıllarca da düşündüm o kinayeli gülüş içinde beni neyi rahatsız ettiğini. Sonra buldum: Sinik bir tavırdı bu. O adanmış insanlar inandıkları düşüncenin etrafından dolaşıyorlardı. Öyle gibi görünüyorlardı. Büstü koyuyorlar ama altındaki yazı ile de büste kendilerince mesafe koyuyorlardı. Doğrudan karşı çıkmak varken saklanıyorlardı. İşte o pek bana uymuyordu.

Sonra sömestre tatili ve tabii ki klasik “eğitim kampı” geldi. Şehrin iyi halli bir muhitindeki iyi halli bir apartmanında sınıfın oğlan çocukları olarak toplanmaya başladık. Hoş beş derken mesele klasik olarak esas meseleye gelmeye başladı.

Klasik olan bazı kitaplar (“Yahudilik ve Masonluk” mesela) çıktı ortaya. Yine aynı sinik göndermeler uçuşmaya başladı. Masonik işaretler, dünyanın şeriat ile yönetilen tek ülkesinin İsrail olması, cumhuriyet tarihindeki kıyamet alametleri falan derken bende ikinci tökezleme oldu. Her şey iyi, güzeldi de fen bilgisi öğretmeninden “Ekmek İsrailoğulları yüzünden çürüyor; onlar olmasaydı, ekmek, nimet hiç çürümeyecekti!” sözünü duymak içimde ister istemez “haydi ya!” dememe yol açmıştı. Fen lisesi sınavı için toplanıp fennin içine ediyorduk. İşte o da bana pek uymuyordu.

Sonra da üçüncü tökezleme geldi. Birkaç ay sonrasıydı sanırım. Bir yemek yapılmıştı. Adını daha önce hiç duymamıştım. Makbule mi desem yoksa başka bir şey mi? O zaman için bilemediğim  bir yemeğe gidilecekti işte. İsteksizdim ama yine de gruptan kopmamak adına kabul ettim. İzni de aldığım gibi vardım bir başka dershane evine.

Ekip aynı. Yer sofrasında, kocaman bir tepsi. Ve bir klasik olarak tepsinin üstünde pilav, et ve salata. Yemek nasıldı, tam olarak hatırlamıyorum. Bir iki kaşık salladığımı hatırlıyorum sadece. Çok öfkeliydim. Çünkü yemekten önceki sohbette “Cennette bize verilecek huriler her sevişmeden sonra yine bakire olacak!” demişti öğretmenlerden birisi. Ne salaklıktı bu! Sofrada et ve akıllarda şehvet! Bu aldatmaca bana göre hiç değildi. Açıkçası nefret etmiştim oradan.

Sonrası devamsızlık, uzaklaşma ve gönülsüz bir “gurur listemiz” üyeliğiyle geçti. Ben uzaklaştıkça onlar da bana pek bulaşmadılar. Sızıntı dergisi verilmedi bana ve Hocaefendinin kitaplarından, sohbet kasetlerinden de haberim olmadı. Ben kendi yoluma gittim. O dershane de sonraki yıllarda işlerini büyüttü; şehirde yeni şubeler, büyük özel okullar ve sanırım market zincirleri, fabrikalar falan açtı.

Fen lisesine başladıktan iki hafta sonra makine mühendisliği ikinci sınıfta okuyan bir “abi” geldi buldu beni. Bir klasik olarak haftasonları evlerine gidebileceğimi, derslerime yardımcı olabileceğini falan söyledi. Karşımda kendini saklayarak duran, mesajını gizleyen ve esas derdini anlatmayan kişiye öfkelenmiştim. “Benim sizin işlerinizde bezim yok!” dedim, gönderdim “abi”yi.

Sonrasındaki tarihi az çok herkes biliyor. Belediyelerin  Refah’a geçtiği seçimler, ardından Susurluk ve restorasyon, sonrasında da günümüze uzanan süreç yaşandı. Cemaat denilen toplam bana hep o dershane yıllarıyla göründü: Kendini saklayan, olduğu gibi görünemeyen, sinik bir hal.

Sanırım sonra üstüne bir de pragmatizm eklendi. Üniversitede iken Aksiyon dergisini aldığımı hatırlıyorum bir gün. Kapağında “İsrail Mescid-i Aksa’yı Yıkmaya Hazırlanıyor” yazıyordu. İlgimi çekmişti. Uydurma olduğu her halinden belli, basit ve yanlış çevirilere dayanan (örneğin bir çizimin altında yer alan “reconstruction” kelimesini ‘yeniden inşa’ olarak çeviriyorlardı; halbuki açık ve net olarak çizim bir rekonstrüksiyonu, yani antik binanın yeniden çizilmiş halini gösteriyordu) haberler yapmışlardı. Geçmişimde kalan o sinikliği hatırlamıştım. Ama bu, yani basit tahrifatlara dayalı yalanlar uydurmak bir başkaydı.

Susurluk ve hemen ardından gelen restorasyon sürecine en hızlı adapten olan Cemaat olmuştu. Örneğin üniversitede müritlere “başınızı açın” talimatı gönderildiği konuşuluyordu. Keza Zaman Gazetesi de o günlerde orta halli bir İslami gazetecilikten bir anda modern hatlara sahip liberal muhafazakar bir gazeteye dönüşmüştü. Ve Amerika günleri. Batı uygarlığına o kadar laf eden bir hareketin Amerika’ya yerleşmesi pragmatizmin dipsizliğini gösteriyordu.

Gerisini hep beraber yaşadık. Hedef göstermeler, yalan haberler ve kendini saklamalarla geçti yıllar. Her yerdeydiler. Bir çok insanın canı yandı. Komik sahneler de vardı o kadar trajedinin içinde: Ekmeği çürüttüğünü söyledikleri İsrailoğulları’na katılmaya çalışan bir haham ile musallat olmuşlardı ülkenin başına. Acıyarak gülümsemiştim.

Ve olaylar, insanlar geçen haftaya gelip dayandı. Bir sürü garip hikaye. Sinizm ve pragmatizm. Karanlık.

Ara ara içimden insani bir hayıflanma geçer: Nasıl bir kıyıcı düzenek bu diye!

Maklube’yi ise çok duydum. Kimileri ballandıra ballandıra anlatıyordu. Ben ise adını bir daha hiç karıştırmadım ve tadını da merak etmedim.

Az çok neyin ne olduğu bana göre zaten daha o zaman netti.

(*) Bir Filistin yemeği; Arapça “ters dönmüş, tepe taklak” anlamına gelir.