İnsanız, değil mi?

Bazı konular vardır, elinizde olmadan sizi köşeye, dar alana sıkıştırıverir. Örneğin vicdan böylesi bir konu; ulus, özgürlük, demokrasi, adalet, barış da bu tür konulardan, kavramlardan. Yüzergezer anlamlara sahip oldukları için. Duruma, kendilerini belirleyen koşullara bağlı olarak anlamları esneyebildiği, sizi ters köşeye yatırabildikleri için.

Bu tür konularda anlaşılır, uçlarından çekiştirilemez, nete yakın bir tanıma, açıklamaya varabilmeniz için kılı kırk yarmanız gerekiyor. Temel derdinizden uzaklaşmamanız için titizlikle, sabırla örmeniz gerekiyor söylediklerinizi, argümanlarınızı ve kendinizi. Çünkü, titizliği (hani neredeyse çilekeş bir emekçiliği) bir kenara bıraktığınızda yüzergezerlik hiç ummadığınız mecralara sürükleyiveriyor sizi. Bir de bakmışsınız ki özgürlük isterken despot, demokrasi isterken diktatör, akıl isterken dogmatik olmuşsunuz. Hiç de istemediğiniz bir konuma, hatta varmak istediğiniz yerin tam karşısına varmışsınız.

Velhasıl ideoloji alanında bu konular, bu tür kavramlar için kısa yollar, kısa devreler yok. Şiddet de böylesi bir konu.

Örneğin şunu söyleyebiliriz: Kapitalist hegemonya günümüz toplumunu öyle bir hale getirdi ki olaylar, olgular, durumlar, söylemler ahlaki bir hiçliğin içinde emilip gitmektedir; kavramlar adeta vakumlanmaktadır. Bu sayede aleni hırsızlık aklanabilmekte, vicdansızlık adalet için söylenecek söz bırakmamaktadır.

Girdaba kapılıp yutuluveren değerler, durumlar karşısında ise çoğunluğun sessiz kaldığını düşünmek en hafifinden safdillilik olur. Çünkü birbiri ardına gelen olaylar silsilesi altında çoğunluk sessiz olmaktan da öte sinik, teslimiyetçi ve hatta destekçi bir konuma yerleşmiş durumda. Toplumun önemli bir kesimi sinikliğin keyfini çıkarıyor, gaddarlığı destekliyor.

Bu nedenle her şeyin gürültülü bir girdabın içinde boğulup gittiği bir dönemde genel geçer eleştiriler, söylemler, ideolojik seslenmeler ve etkinlikler murat edilen etkiyi oluşturmuyor. Hatta çeşitli etkinlikler (örneğin hırsıza hırsız demek) tıpkı kara deliğe kapılmış bir nesne gibi söz konusu toplumsal çekimi, girdabı daha etkili, daha kararlı hale getiriyor.

İşte her şeyi yutan ve yuttukça güçlenen bu ahlaki hiçlik nedeniyle günümüz toplumlarını “şok etmek” gerekiyor denilebilir. Yapılması gereken her şeyi yutma potansiyeli bulunan keyifçi toplumsal gaddarlığa karşı sarsıcı etkinlikler bulmak denilebilir. Ve şiddetin de bu sarsıcı etkinliklerin içine yerleştirilebileceği düşünülebilir.

Ama gelin görün ki toplumsal kesimleri sarsmaya, şok etmeye niyetlenmiş çıplak şiddet dramatik biçimde ters etki yaratmaya da eğilimlidir. Belki, bir yerlerde, toplumun bir kesiminde yankıları uzun sürede birikecek ve belli bir uğrakta bu yankılar toplumsal dokuda kendisine bir karşılık bulacak diye düşünülebilir. Ama şok etmeye niyetlenmiş şiddet eylemlerinin uzun süreli etkileri, tam da gerektirdikleri (ve günümüz toplumuna hiç de uymayan) uzun süre nedeniyle vakumlanıp yutulmaya çok daha yakındır. Bu nedenle temel etkileri toplumsal örüntüde gedikler açılması olmaktan çok bizzat hegemonik toplumsal bağın (büyük-Öteki) daha tutarlı, daha ikna edici hale gelmesi olmaktadır.

Bir de ahlaki hiçliğin yanına (hatta bizzat kendisine) günümüz toplumunun bir duruma alışma süresinin kısaldığını, kanıksama eşiğinin oldukça düştüğünü eklemek gerekiyor. Bu eşik etkisini gözden kaçıran her eylem, kendisini etkisizleştirmeye, gürültülü girdap içine yutulmaya da yazgılı oluyor.

Ayrıca egemen ideoloji tarafından şiddet eylemlerinin her muhalif konumlanışı izole etmek, etkisini tersine çevirmek için oldukça yetkin biçimde kullanıldığı bir toplumda yaşadığımız unutulabilir mi? Böylesi bir toplumsal dokuda adalet arayışı için yola çıkmış şiddet bile adaletsizliğin altını oymak yerine toplumdaki adaletsizliğe göz kırpan sinikliği, içi rahat kabullenişi güçlendirme olasılığı taşımaz mı?

Toplumu sarsmaya niyetlenmiş eylem aslında simgelere hitap eden, simgeselleşmeye meyleden bir etkinliktir. Ama tüm bu ahlaki hiçlik arasında toplumda anlamlı bir değişiklik (örneğin umursamazlığı ya da çaresizliği etkileyen bir vicdan muhasebesi, ahlaki bir çağrı) oluşturabilmesi, hegemonik toplumsal örüntü içinde bir delik açabilmesi için kendisi üzerine düşünmesi, titizlenmesi, kısa devrelerden uzak durması gerekmez mi?

Kısa devreden uzak durmak, titizlenmek, hatta çilekeş bir emekçilik derken aslında olmayacak olandan, imkansız olandan bahsedildiği düşünülebilir. Ama örneğin toplumsal örüntüde gedikler açmak, toplumu dumura uğratmak anlamında Duran Adam çok şiddetli bir eylem değil miydi? Girdabın etkisine direnen, vakumlanamayan, hatta ahlaki bir hiçliğe yol açan dinamikleri etkisizleştiren, bizzat kendisi yeni bir ahlak öneren bir seslenme yolu bulmak çok da uzak değil belki de.

Bu tür bir seslenme, kendisini etkisizleştiren şiddetin kıyısına iliştirilmiş bir naiflik olarak bile bulunabilir belki de. Tıpkı hüzünlü bir hava içinde “Biz de sizi seviyoruz” ile adaletsizliğe ve istenmeyenin gerçekleşmesine yanıt verilmeye çalışılması gibi.

Çünkü, ne de olsa her şeyden önce ve her şeye karşın yine de insanız, değil mi?