İmkânsız ol, gerçeği iste!

İnsan bazı sözleri ancak zamanla anlayabiliyor.

İlk ne zaman rastladığımı hatırlamıyorum. Muhtemelen 1996 ya da o civar yıllarda işte. Bir şekilde beğenmiş ve öğrenci odamın duvarını süsleyen kâğıtların, fotoğrafların, yazıların arasına sıkıştırmıştım o sözü: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”

Sanırım uzun yıllar sözün kime ait olduğunu bile öğrenmedim. İhtiyaç duymadım; sadece hoşuma gitmişti ve hem duvara hem de aklıma yerleşmişti. Sonra Che Guevara’ya ait olduğunu öğrendim. Muhtemelen birkaç yıl sonra.

Ama aklımda cümleyle uğraşmaya devam ettim: Anlamını bir türlü oturtamıyordum; anlamı aksıyordu, düşündükçe takılıp kalıyordum. Söylenmek istenen “imkânsız olan (devrim, aşk, sosyalizm, anarşi, kopup gitmek vs.) istenecek ama gerçekçi olunacak” mıydı, acaba? Vurgu hangi tarafaydı? Bir türlü kestirtemiyordum. Bu nedenle de cümleyi sevmekle sevmemek arasında gidip geliyordum. Ama duvarda duruyordu işte. Ve vurguyu gerçeğe değil de imkânsıza yapmayı tercih etmiştim zaman içinde.

Uzun yıllardır da anlamı tam oturmamış olarak yerinde duruyordu. Ta ki son bir yıldır giderek alıp başını giden “gerçekçi” olma çağrılarına kadar. Çağrılar arttıkça söz de aklımda daha fazla dönüp durmaya başladı. Ben de oturdum biraz araştırdım, biraz daha düşündüm, biraz daha anladım.

Öncelikle söz, deyiş Che’nin ağzından, büyük olasılıkla Küba devrimi güçleri başkent Havana’ya doğru ilerledikleri bir kesitte “Seamos realistas y hagamos lo imposible!” olarak çıkıyor. Yani “Gerçekçi olalım ve imkânsız olanı yapalım!” olarak.

Deyişin sol içindeki popüler biçimini alması ise 1968 Fransa’sına denk düşüyor. Mayıs ayındaki cümbüşün içinde “Soyez réalistes, demandez l'impossible” yani “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” oluyor. Böylece en çok bilinen halini alıyor. Yani dönemin baskın politik havasına uygun olan söylenişini.

Nedir bu baskın politik hava? Durumculuktan Maoistliğe, avrokomunizmden yeni sola giden geniş bir “özgürlükçü” alan. Ama bu toplamın daha baskın olan özelliği siyasal olanın geri çekildiği daha doğrusu siyasal iktidar arayışının geri çekildiği sosyal değişim, dönüşüm arayışının öne çıkarıldığı bir konumlanış. Türkiye’ye yansıması da geniş bir yelpazede olmakla birlikte temel olarak aşamalı devrim modeline daha yakın oluyor.

Buna göre, önce gerçekçi olunacak ama her zaman imkânsız olan istenecek. Kulağa da kolay ve güzel geliyor. İmkânsız olan ufukta duracak ama gerçekçi olunarak ona yaklaşılacak. Adım adım; dönüşe dönüşe. Öyle iktidar da iktidar diye tutturmadan. Bu nedenle gerçek vurgulanacak; imkânsız ise bir istek, bir arzu olarak oralarda duracak.

İlginç biçimde psikanaliz içinde de benzer bir an vardır: Haz ilkesinin gerçeklik ilkesiyle yer değiştirdiği bir geçiş dönemi.

Psikanalitik kuramda insan büyüdükçe hazzı (örneğin acıkır acıkmaz doyurulmayı, hatta hiç acıkmamayı, hep tok olmayı) ertelemeyi içine yerleştirir. Böylece yaşanan “düş kırıklıkları (frusturasyonlar; örneğin hemen doymama; tatminin gerçekleşmemesi, gecikmesi), haz ilkesinin ve gerçeklik duygusunun yanında gerçeklik ilkesinin gelişmesine yol açar. Gerçeklik ilkesi, dolayımsız, gecikmesiz tatmin arayışının yerine, gelecekte olması muhtemel bir tatmini oluşturabilmeye dayanır.” Yani bir anlamda gerçekçi olmaya dayanır.

Haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçiş, olgunlaşmayla ne kadar ilgiliyse denetleyici, dizginleyici, hatta cezalandırıcı bir üstbenin (süperego) gelişimiyle de o kadar yakından ilgilidir. Üstben ile haz ilkesi içinde iken akıp giden istekler, arzular, dürtüler artık bastırılır, ertelenir; gerçeğe boyun eğilir; uyum sağlanır. ‘Büyümek’ için… Ufukta salınıp duran tatmin için…

İlginç biçimde Slavoj Žižek yakın zamanda üstbeni hatırlattı: “Yunanistan’ın kemer sıkma tedbirleri uygulamasına dönük süregiden AB baskısı psikanalizin süperego dediği şeye kusursuzca” uyduğunu yazdı defalarca. Süpergo olarak seslenen kreditörlerin temel olarak Syriza’nın kendisini suçlu hissetmesi için uğraştığını ama onların borcu kabul ederek ve kendilerini suçlu hissetmeyerek süperegonun baskısından kurtulduklarını yazdı. Ne güzel…

Güzel çünkü üstben yani süperego dışarıda olduğu kadar içeridedir; hatta daha çok içeridedir. Üstben, dışarının içeride sembolleşmiş halidir.

Ve bugün süperego bizzat solun içinden seslenmektedir. Nasıl? “Ayaklarımız yere basmalı! Gerçeklikle bağımızı yitirmemeliyiz! Gerçekçi siyaset izlemeliyiz!” biçiminde. Hatta bizzat Zizek’in kendisi gerçekçi olmaya çağırmaktadır.

Aslında çok da manidar bu çağrı; gerçekçi olma çağrısı. Sanatta, kültürde gerçekçiliğe burun kıvıran, gerçeküstücülüğü göklere çıkaran herkesin siyasette gerçeğe kendisini bu kadar hapsetmesi paradoksaldır. Güncel siyasi felsefede titizlenenlerin, kılı kırk yaranların, yeni arayışların kapısını yeniden ve de yeniden çalanların, azla yetinmeyenlerin tutup siyasette minimalist, gerçekçi, aşamacı olması paradoksaldır.

İlginç değil mi? Kapitalizmin sonunun geldiğine dair en derinlikli satırları yazıp sonra da “gerçekleştirilebilir, elde edilebilir hedefleri” tavsiye edeceksiniz. Teori ne kadar maksimalistse ötekisi yani güncel siyasi hedefler o kadar minimalist oluyor.

İşte bu son bir yılda iyice anladım: Tamam gerçekçi olalım ve durmayalım, Gerçek olanı isteyelim. Örneğin kapitalizmin sınırlarına vardığımızı kabul edip sosyalizmi isteyelim. Aşağısının kurtarmayacağının en önemli Gerçek olduğunu bilelim. Bunun için düzen değerleriyle, düzen siyasetiyle, düzen kurumlarıyla, düzen çözümleriyle uzlaşmakta imkânsız olalım. Örneğin Avrupa kapitalizminin en güncel kazığını büyük başarı diye yutmamız imkânsız olsun. Örneğin çözüm için emperyal güçlere, barış için savaş kurumlarına çağrı yapmamız imkânsız olsun.

“Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” diye mi yazmıştım yıllar önce duvarıma?

Yıllar içinde öğrendiğim Gerçek olanı istemek için imkânsız olunacağıdır.