Hayatı genlere indirgeyemedik gitti!

Şimdi geriye dönüp baktığımda ne büyük “aldatmacaymış” diyorum. Tam bir “piyasa” pazarlamasıymış; tek bir gen ile belirli bir davranış, duygu, düşünce arasında doğrudan ilişki kurmak. Ama bir yandan da hâlâ oradayız: “Solculuk/ateistlik geni bulundu”dan gelmedik mi bugünlere?

2000’li yılların başında tek gen ile depresyon arasında ilişki olduğunun “gösterilmesi” büyük heyecan yaratmıştı [1]. Buna göre beyindeki sinirsel iletiyi sağlayan moleküllerden birisinin (serotonin) yapıştığı proteini kodlayan gendeki küçük bir değişiklik (polimorfizm) kişinin depresyona girme riskini değiştiriyordu. Proteinin kısa formunu taşıyan kişilerde olumsuz hayat olayları (çocukluk çağında yaşanan ihmal, istismar ve zorluklar) da varsa depresyon riski çok daha yüksek oluyordu. 

Yer yerinden oynamasa bile bu çalışma psikiyatride (ve davranış bilimlerinin tamamında) yeni bir dönemin açılışını haber veriyordu. Keza en önemli bilimsel dergide, öyle psikiyatri gibi “sağlam” çalışması pek olmayan bir alana kolay kolay yer vermeyen “Science” dergisinde yayınlanmıştı makale. Çok heyecan uyandırmıştı ve artık psikiyatri (ve tabii ki diğer davranış bilimleri) sosyal bilimlerin mızmızlığından kurtulacaktı. Psikiyatri “ağır” bilim olmanın kapısını aralamıştı.

İnsan genomu projesinin tamamlanmasına bağlı bu “iyimserlik” belli bir modele dayanıyordu. Bu modele göre gen ile davranış, duygu ya da düşünce arasında “doğrudan bir ilişki” vardı: Gen proteini, protein dokuyu, sinir dokusu (beyin, beyinde bir ya da birkaç bölge) da davranışı belirliyordu. Böylece genden hatta tek bir genden “hastalığa” giden yollar bulunabilecekti.

Ama kısa sürede bu denklemin pek doğru olmadığı ortaya çıktı. 2000’li yılların ortasına gelindiğinde bilimsel literatürde sonucu tekrarlanamayan ya da çelişkili çıkan binlerce (hatta on binlerce) tek gen çalışması vardı artık. Ama aynı dönemde teknolojik gelişme “gen-hastalık” modeline yeni bir nefes aldırdı: Tüm genom tarama çalışmaları. 

Bu yeni teknoloji sayesinde kan örneği alınabilen kişilerin neredeyse tüm genetik yapısı “farklılıklar” için taranabiliyordu. Önce kanser araştırmalarında kullanılan yöntem, kısa sürede hemen hemen her hastalığa uygulanmaya başladı.

Böylece büyük konsorsiyumlar ortaya çıktı: On binlerce (ve artık günümüzde yüz binlerce) kişinin kan örneklerinden karşılaştırmalar yapılmaya başlandı. Örneğin bu yöntem şizofreni genetiği araştırmalarında “çığır” açtı diyebiliriz. Çünkü hastalarla “sağlıklı kontroller” arasında 120 civarında farklı genetik sinyal olduğu ortaya çıktı [2]. 

Ama ortada şöyle bir sorun vardı: Bu sinyaller hastaların (depresyon ya da şizofreni hastalarının) en fazla %5’inde bir açıklama sağlıyordu. Tamam, bu durumlar “genetik” bir kökene sahipti ama saptanan genetik sinyallerin söz konusu durumu açıklama gücü çok düşüktü. 

Bu nedenle sürekli örneklem sayısı artmaya başladı. İlk çalışmalara 10.000 kişi katılıyordu ama artık günümüzde bu çalışmalar milyonluk örneklemlerde yapılır hale geldi, hastalıkların “kayıp” genetiğini gösterebilmek için.

Teknoloji ise tam bir kapitalizm hikâyesi olarak gittikçe kolaylaştı ve ucuzladı. İlk çalışmalarda tek bir kişinin genomunun taranması hem uzun zaman alıyordu, hem sofistike laboratuarlar gerektiriyordu hem de en az 1000 Amerikan dolarına mâl oluyordu. On yıl içinde hem süre kısaldı hem gerekli olan cihazlar basitleşti hem de tek bir kişinin genomunu taramak 100 doların altına (ve hatta daha da altına) indi.

Ama bilimsel teknoloji artık bir yola girmişti ve ortaya çıkan “genetik endüstri” tükeninceye kadar o yolda yürünecekti. Bu nedenle hemen her durum (örneğin takım tutma, televizyon izleme, balık tutma, dini inanış, fallara inanma, saçını ortadan ayırma) genetik analize tabi tutulmaya başlandı.

Geçtiğimiz günlerde ise iş döndü dolaştı ve en tartışmalı konulardan birisine “cinsel yönelim”e geldi. Ve yaklaşık 500.000 kişi ile yapılan tüm genom tarama çalışmasının sonucu açıklandı [3]. Ses de getirdi…

Araştırma, genom ve belirli bir durum arasındaki ilişkiyi ele alan çalışmalardaki tüm temel gereklilikleri (yani örneklem sayısı, genetik analiz, çalışma yöntemi) yerine getiren “sorunsuz” bir araştırma. Gerçi genomu incelenen örneklemler bu alandaki genel örneklemlere göre daha “yaşlıca” ama önemli bir önlem alınmış ve “biyolojik cinsiyeti” ile araştırma için bildirilen cinsiyeti uyuşmayanlar (yani trans bireyler ya da yanlış bildirimde bulunanlar) dışarıda bırakılmış. Bu gibi nedenlerle bulgularının önemli olduğu su götürmez bir gerçek. Ayrıca örneklem büyük ve çalışma bugüne kadar konu ile ilgili yapılmış en geniş kapsamlı araştırma olma özelliğini taşıyor. Yani daha ötesi (henüz) yok.

Araştırma sonucuna göre aynı cinse yönelik cinsel davranış %8-25 aralığında genetik bir arka plana sahip. Yani çok daha önemli bir kısmı çevresel (yani toplumsal ve tarihsel). Öte yandan araştırmada aynı cinse yönelen cinsel davranış ile ilgili beş gen farklılığı saptanmış: Bunlardan iki tanesi hem kadınlarda hem de erkeklerde bulunurken diğer bir tanesi sadece kadınlarda ve diğer iki tanesi ise sadece erkeklerde var.

Bu tür araştırmalarda istatistiksel anlamlılık düzeyi çok yüksek. Yani bu genetik farklılıkların aynı cinse yönelik cinsel davranışla ilgili olduğunu söyleyebiliriz ama bu genlerin bir başka sorunları var: bu genler aynı cinse yönelik cinsel davranışın sadece %1’ini açıklayabiliyor. Yani 100 kişiden sadece birini. Muhtemelen aynı cinse yönelen cinsel davranış ile ilgili çok daha küçük etkili yüzlerce ve hatta binlerce gen var. Yani aslında hepimiz bu genleri az ya da çok taşıyoruz. 

İşin tuhaf yanı ise araştırmanın bu sonucu bir tek egemen basın tarafından değil araştırmanın sahipleri tarafından da “eşcinsellik geni yok” diye verildi. Ne yazık ki bu “flaş başlık” günümüz kapitalist biliminin sansasyon olmadan sponsor, para vs. bulunamayacağının açık bir kanıtı ve bu nedenle araştırmacılar sonuçlarını en etkili biçimde “pazarlamayı” tercih ediyor. 

Ama daha önemli olan ise şu: artık bu tür çalışmaların hepsi “bildiğimizi biliyor olduğumuzdan emin olma” çalışmalarına dönüşmüş durumda. Çünkü bu tür çalışmaların hemen hepsi az çok yukarıda değinilen çalışma gibi sonuçlar bildiriyorlar: Orta etkili bir genetik etki, istatistiksel anlamlılık düzeyini geçen bir takım genler ama incelenen durumun sadece çok küçük bir kısmından sorumlu olmaları… 

Sorun sanki daha temel bir yerde: Psikiyatri ve davranış bilimleri genetiği evrimi, değişimi, hareketi, toplumsal ilişkileri hep görmezden geliyor. Yöntemsel kısıtlılıklar nedeniyle de sinir hücrelerinin çok dinamik olan genetiği deyim yerindeyse tek bir fotoğraf karesine sığdırılmaya çalışıyor. Sonra da hayat bir türlü genetiğe sığmıyor!

 

[1] Caspi ve ark. Influence of life stress on depression: moderation by a polymorphism in the 5-HTT gene. Science. 2003 Jul 18;301(5631):386–389.

[2] http://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/sizofreni-icin-bir-adim-da...

[3] Ganna ve ark. Large-scale GWAS reveals insights into the genetic architecture of same-sex sexual behavior. Science. 2019 Aug 30; 365 (6456). https://science.sciencemag.org/content/365/6456/eaat7693