'Hard' kapitalizme hoş geldiniz!

Bir haftadır aklımdan iki söz geçiyor: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir.” ve “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür”. İkincisini, yani nisyanı “anlamak” kolay: insan unutur. Taşıdığı derin anlamları (mesela unutma diye bir şey olmadığını, bastırma diye bir şey olduğunu) hesaba katmazsak tüm toplum, tüm sömürü düzeni, tüm ezme ve tüm boyun eğme bu unutma (bastırma) sayesinde mümkün olur. Sihirli bir araç gibidir nisyan.

İlki ise sanki biraz daha karışık. Zaten seveni de var, sevmeyeni de. Çekiştireni ise daha bol.

Mesela “öyle de olsa, böyle de olsa siyasi liderlerin ağzı iyi laf yapan, vitrini düzgün insanlar olması gerektiği” düşüncesi egemen sınıfın düşüncesi midir yoksa onu da aşan yaygın bir düşünce midir? Yani günümüzün genel eğilimi midir?

Ya da şurada birkaç gün önce yapılan “Amerikan psikanaliz camiası olarak geçmişte eşcinselliği bir hastalık olarak gördüğümüz ve tedavi etmeye kalkıştığımız için özür diliyoruz” açıklaması ile günümüz egemen sınıfının düşünceleri arasında bir bağlantı olabilir mi? Ya da tersinden sorarsak: “Egemen sınıf beni neden öptü?”

Tamam, 40-50 yıl öncesinin egemen düşüncesi eşcinselliğe “hastalık” diyordu ve psikiyatristler, analistler de tedavi etmeye kalkışıyordu. Ama şimdi herkes “düzeyli” bir özür dileme kuyruğuna girdiğinde, bu zaman içinde olgunlaşan “içgörülü düşünce” yani özür dileme ve hata yaptığını anlama hangi sınıfın düşüncesidir? Buna “egemen sınıfındır” yani günümüzün egemen sınıfınındır mı diyeceğiz? Yoksa diyemeyecek miyiz?

Ya şu son bir aya damga vuran “Her şey çok güzel olacak” mottosuna ne demeli? Bu söz ile kimin düşüncesini taşımaktadır kitleler? Egemen sınıfla bir bağlantısı var mıdır bu beklentinin? Yoksa, bir bağlantısı yok mudur? Ezilen, sömürülen sınıfa mı aittir? Adam da ezilen, sömürülen sınıf adına mı konuşmaktadır?

Siyaset tam da egemen olan ve egemen olmayan düşüncelerin bir arada varolma, birbirini çürütme, geçersizleştirme ve bir sonal etki ortaya çıkarma yeri olarak biraz daha özel bir yere sahip. Bir tür özerkliği var siyasetin. Sanki siyaset sınıflar üstü. En azından geniş bir toplam öyle görme derdinde.

Siyasetin büyülü bir yanı var. Bu nedenle sık sık sınıflar üstü olarak gösterebiliyor kendisini. Hatta sınıfları geçtik “kişiler arası” olarak bile gösterebiliyor kendisini: A kişisi, B kişisine karşı; hatta x kişiliği y kişiliğine karşı olarak görülebiliyor. O, buna geçiriyor; şu da ötekilerden yana oluyor! Hâl böyle olunca egemen düşüncelerin hangi sınıfın düşüncesi olduğu kaynayıp gidiyor.

Siyaset, tam da bu nedenle biraz da illüzyon yani yanılsama yaratabilme işi. Yani bir tür büyüleme ve büyülenme işi. Özellikle de burjuva siyaseti! Sermaye sınıfı siyasette illüzyona gittikçe daha çok başvuruyor. Hani tarihsel bir çizgi çeksek, kitleleri büyüleme işinin on yıllar içinde çok daha belirgin hale geldiğini görebiliriz sanki.

Konu kitleleri büyüleme olunca herkes Goebbels’i, Nazi iktidarının 1933’ten 1945’e kadar propaganda bakanlığını yapan bu “etkili” ve de yetkili ismi hatırlatıyor. Ama günümüzün danışmanlık şirketlerinin, üzerinde çalışılan kampanyalarının, sosyal psikoloji deneyini andıran çıkışların yanında Goebbels oldukça amatör kalır.

Yazın bunu bir kenara! Goebbels şu seçim döneminde yaşananlar yanında oldukça amatör kalır. Hem de bir tek Türkiye’de değil, nezih Almanya, İskandinavya falan dâhil her yerde. Goebbels bu çağın burjuva siyasetinin yanında amatördür. Çünkü her tarafta vitrin kavgası var. Hem vitrini hem de ardındaki devasa makineyi kurtarma, ayakta tutma kavgası var.

Ama bu illüzyon yaratma telaşı etkili de oluyor. Daha doğrusu etkili oluyor gibi oluyor. Çünkü karşılıklı bir ilişki bu: Birileri büyüleme telaşında iken çooook geniş bir kesim de büyülenme derdinde! Umutlarıyla, korkularıyla ve kandıkları ya da kanar gibi yaşamayı seçtikleri vaatlerle karşılık bulan bir illüzyon bu.

Dile getirilen ve getirilmeyen vaatleriyle.

Dile getirilen vaat ne? “Her şey çok güzel olacak!”

Ya dile getirilmeyen vaat ne? “Bunu sizin için ben yapacağım!”

Dile getirilmeyen vaat, zahmetsiz, gürültüsüz, patırtısız bir kurtuluştur! Öyle bir kurtuluş ki her şey aynı kalacak: kadın aynı kalacak, erkek aynı kalacak, çocuk aynı kalacak, emek aynı kalacak, iş aynı kalacak, patron aynı kalacak, ay aynı kalacak, güneş aynı kalacak ama her şey çok güzel olacak!

Hadi ya?

İnsanlar, “x” kişisinin suretinde, varlığında, ortaya çıkmasında sadece kazanma, kurtulma ihtimalini görmüyorlar; aynı zamanda kurtuluşun az zahmetli, gürültüsüz patırtısız olması ihtimalini de görüyorlar. Bir peygamber gibi; bir Mesih gibi karşılıyorlar x’i. Bu nedenle ne yapsa, ne dese tutuyor.

Ne verse alıyorlar; hatta vermediklerini de alıyorlar. Canlarının yanmama garantisini, kendilerine bir şey olmama garantisini alıyorlar.

Ne yazık ki son 10 yılımıza damga vuran umut, vaat ve de seçim döngüsünün yarattığı illüzyon budur: Zahmetsiz, acısız ve sancısız bir kurtuluş! Ve hayat elbette ki kitlelerin karşısına bunu vaat eden isimleri yeniden ve de yeniden çıkarıyor. Biri gidiyor, bir diğeri geliyor. 

Hayat derken içinde öğütüldüğümüz makineyi kastediyorum. Makinenin sağlam bir parçası bu: Kocaman zihinsel bir mekanizma. Kanmayı istemek! 

Bu öyle bir umut ki her şeyin görmezden gelinmesini sağlıyor. Bu öyle bir vaat ki mesihvari bir yanı var: “Sizi firavundan kurtaracağım! Ben yapacağım bunu, ama önce bana inanın!” diyor. Ve herkes yaşananların kendi hikâyesi olduğunu düşünüyor.

İşin büyüsü de burada zaten: Kendi hikâyen sanmak!

Hâlbuki yaşananlar sadece bildiğiniz egemen sınıfın hikâyesi. Entrika, yalan dolan, ucuz numaralar, ayak kaydırmalar ve palavralar.

Ama işte birisi çıkıyor, taş koyuyor anlatılan illüzyona! Ama gerçek, ama değil! Diyor ki: “Hard kapitalizm”. Hem de herkes “soft” olacağı hayaliyle yaşarken, “soft” olacağı hayaliyle her şeye gözünü kapatırken…

Eh, ne diyelim?

“Hard” kapitalizme hoş geldiniz!

Sıkı tutunun çünkü “hard” kapitalizmin mücadelesi de “hard “olur. İsteseniz de istemeseniz de.