Ezhel’in şarkısı, toplumun öfkesi ve tarihin çağrısı

İki şarkı düştü önümüze. Olay ve Susamam.

Aslında bu yazının başlığına çıkmayı hakeden şarkı daha çok Susamam’dı. Ama olmadı. Denedim. Rap, biraz da sözel ve işitsel uyumsa eğer, uymadı. Gerçi aynı gece yayınlanan her iki şarkı da sözleriyle, görsel işleriyle hemen ses getirdiler ve bir kıyaslama yapmak gereksiz, hatta saçma. Ama başlığa uyan Ezhel oldu, aklıma uyan ise Susamam. 

Öte yandan dönemin ruhunu yansıtmak anlamında bir rap şarkısı istenecekse eğer, şurada iki-üç gün öncesine kadar Saian’ın “Feleğin Çemberine 40 Kurşun” şarkısı gelirdi aklıma ilk, ama şimdi bu iki şarkı da eklendi listeye. Günlerimize imza attılar, rapçiler. Ne garip!

Üreticileri şarkıların böyle tutacağını, ses getireceğini düşünüyorlar mıydı bilemiyorum ama planlı ve organize bir biçimde patladı her iki şarkı. Tam bir rap işi: kolektif ve organize. Seveni çok oldu, eleştireni ve hatta protesto edeni de...

Tabii ki her iki şarkı için çok şey söylenebilir. Hatta aynı gece yayınlandıkları ve aynı tarzdan, aynı doğrultudaki hikâyelerle geldikleri için “tek bir şarkı” gibi düşünmek bile uyabilir. Hatta evet, tek bir şarkı olarak görülebilir ikisi. Ezhel’e teklif edildi mi bilemiyoruz ama Susamam’dan belli, bu kolektif ses, kolektif belleğimizin, duygularımızın sesi oldu.

İlginç olan şu ki çok da güçlü ses de aldılar biz dinleyenlerden. Her iki şarkı, ilginç biçimde hemen herkesi “bir şey” söylemeye çağırdı. Görenler, izleyenler, dinleyenler “bir şey” söylemek zorunda kaldılar: şarkılar hepimizi sanki “kendiliğinden” harekete geçirdiler.

Neden?

Tam da içimizde, hepimizde biriken duygulara “iyi” geldikleri için. Tam da öfkemize, içimizde gezinen, büyüyen, pısan ve sonra yeniden ortaya çıkan öfkemize “iyi” geldikleri için. Ve bunu, her şeyden önce arkafonlarına aldıkları “toplumsal gerçekliğimizle” başardılar. Kolektif, neredeyse toplumsal bir seslenme kanalı oldular.

Özellikle Susamam’da ister istemez öne çıkan, göze-kulağa çarpan isimler, akla kazınan dizeler var ama kolektif bir iş yaptılar. Kliplerde ise yer yer dönem belgeseli olabilecek anlar bile var. Çünkü bir fırtınaysa eğer yaşadıklarımız “fırtınadan kopup giden dalların” birçoğuna dair birçok şey var: Kayıp nesilden tutun sokakbaşı üniversitelere, beton ormandan karanlığa bakan aydın beyinlere, uçanlardan kaçanlara, kadınlardan “ey!” faşizm tasvirlerine kadar birçok şey var.

Var ama şarkılarda tüm olup bitenlerin nedenlerine dair açık bir işaret de etme yok. Şart mı? Tartışılır. Göz kırpan sözler, laflar, göndermeler var, o kadar. Her iki şarkı da sanki yakın zamanda olanların, bitenlerin arka arkaya listelenmesi gibi. Sanki…

Bu liste hali güzelliklerinden bir şeyler eksiltiyor ama ne yapalım, yetinelim mi? Fazlasını beklemeye hakkımız yok mu? İnsan soruyor: Listelenebilen bu kadar çok “olay”dan sonra “susamam” da diyen iki şarkıdan açık ve net bir doğrultu beklemek çok mu? O zaman büyüsü bozulur mu bu işin?

Ama bu toplumda öfke ve arayış bir yere gitmiyor, bitmiyor. Silinmiyor bu duygular, uyuşmuyor akıllar ve bir gece yarısı iki rap şarkısı olarak geri dönüveriyor.

Peki, neden rap?

Birçok sebebi olabilir. Öfkeye en çok giden tarz olduğu için, yeni kuşak gençlerin sesi olduğu için, kent hayatının yalnızlığına ve kuşatılmışlığına çok uyduğu için, ses dışında herhangi bir enstrümana ihtiyaç duymadığı için, eril olduğu için, yetenekten başka bir şeye gerek olmadığı için… Liste uzatılabilir.

Ama diğer müzik türleri bu toplumun öfkesine ses olmak ve açıkçası “düzen dışı” kalmak anlamında barutlarını çoktan tükettiler. Rap, bu siyahî müzik, bir şekilde direniyor halen uyumlu hale getirilmeye. Ne garip!

Örneğin kliplerin yayınlanmasının ardından “Rockçılar, sizden niye ses çıkmıyor?” diye çok soruldu. Ama bu ülkede sahneyi “Acil Demokrasi” ile açan rock, “Savaşa Hiç Gerek Yok” ortayolculuğundan sonra “Gölge Etme” ile o sahneyi sanki terk etti (bol sponsorlu festival sahnelerine kaçtı). Belki şimdilik. Ama bana sorarsanız eğer Kaan Tangöze’nin albümü (ki Gezi sonrasının atmosferini en iyi anlatan bir tür iç dökme, bir tür yas tutmaydı sanki) 2000’lere damga varan tüm rockçı işlere göre çok daha politikti. 

Öfke ise bu topraklarda bitmiyor işte. Bırakın birileri, onca olayın ortasında her şey normal olsun istesin. İmkânsız! Her şey aynı kalırken onca şeyin değişmesi imkânsız! Rock olmazsa rap söylüyor derdimizi.

Bu toplumun öfkesi, içimizdeki duygular ise durup dururken çıkmıyor. Durup dururken bu duygularla uğraşıp durmuyoruz. Bir adı var bu olayları, bu duyguları üreten makinenin. Biliyorsunuz işte, yüzyıllık bir makine bu.

Sorun tam da burada zaten: Bu öfke, bu dinamizm bizi nereye götürecek? Bu şarkılar mesela, nereye davet ediyor bizi? Varolanın “liberal demokrat” bir versiyonuna mı yoksa varolanın altüst olacağı, yıkılacağı bir yere mi? Ağır basanın, ağır basması için kırk takla atılanın ilki olduğu gün gibi ortada değil mi?

Bu ülkenin öfkesi ise bastırılamıyor; bu açık. Bastırılamayan bu öfke, bu yüzyıllık tepki Susamam’da dile gelen her şeyin light, soft versiyonuna sokulmaya çalışılıyor. Bizim rapimiz ise öyle lightla, softla olmaz. Olmuyor zaten!

Yüzyıllık bir öfke bu. Yüzyıllık bir arayış bu.

Silinmedi, bitmedi. Bir gece yarısı iki şarkıda belli belirsiz önümüze düşüverdi.

Yüzyıllık bir öfke bu. Yüzyıllık bir arayış: Şu iflah olmaz makineye karşı insanlar. Kapitalizme karşı sosyalizm.

“Biz hazırız” diyor.

Duyuyor musunuz? Koca bir tarihin çağrısı bu.