Dünden kalan

Dün, uçağı kaçırdım. Hayatımda ilk kez. Belki de ikinci kez. Bilemiyorum. Böylece havaalanında da olsa kendimle başbaşa kalma imkanım oldu. Çok koşturdum çünkü. Bütün hafta. Zaman bulmanın böylesi, belki kötü. Ama bu mecburi durma, mecburi duraklama azıcık nefes almak anlamına da gelecekti, biliyordum.

Hafta boyunca ve gün boyu koşuşturmanın üstüne bir de uçak için koşturmuştum çünkü. Ama sonuçta altı dakikacık geç kalmıştım işte. Havayolları saatiyle bakarsak az değil, çok. Vardığımda kapıları kapatmışlardı çünkü. Altı dakikacık dediğim ise bilmem kaç milyonluk şehrin, bilmem kaç bin kişilik havalimanına çıkan, bilmem kaç şeritli yoluna, bilmem kaç alışveriş merkezi dikilmesine izin veren belediyesi için, o yapıları diken “yatırımcıları” için hiç bir şey. Onu da biliyorum. Kim takardı ki beni! 

Modern hayatın kuralı böyle. Das Kapital istediğini yapar! Şehrin ana yollarına, meydanlarına istediği alışveriş merkezini diker ve benim gibi Yuh Kapital’ler de tıkanan, hem de kilometrelerce tıkanan trafikte sıkışıklığı seyreder. Modern balıkların modern istifi olarak. 

Neyse. Mecburen 18:55 uçağına bilet aldım. En ucuzu oydu çünkü. Bilet satış ofisindeki, emekçi olan ama emekçi olmak dışındaki her tür kimliğe açık olan “arkadaş” sağolsun, yardımcı oldu, dönüş biletimin de yanmasını son anda engelledi. Çünkü uçuşun bir ayağını kaçırınca diğer ayak da otomatik olarak yanıyor. Böyle bir kural var. Çifte ceza gibi. Tabii ki tüm bunlar oraya, buraya ve şuraya alışveriş merkezi dikilmesine izin veren sosyal demorkat belediye başkanının ve bilimum kamusal yaşam semirgeninin pek umrunda değil. Onu biliyorum. Ama satış ofisindeki arkadaşın da pek umrunda değil. Onu da öğreniyorum. Hiç muhabbet edemiyoruz. Dertleşmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda bile. Bana sorsa aynı taraftayız ama sanırım ona sorsak uçağa yetişmeyi bile beceremeyen “beyaz yakalılar” tarafındayım. “Oh olsun!” demediğine şükredip yeni biletimle birlikte uzaklaşıyorum bilet satış ofisinden. Zaten kaybedenleri kim sever ki!

Sonra, yani yeni biletim elimde, ben ona, o bana bakarken bir duruldum. Üç koca saat vardı daha ve yapacak çok bir şey de yoktu. Elit ya da (Ey! Elitttt) Plus kartım olmadığı için çayın, çorbanın bedava değil de bilmem kaç kat pahalıya satıldığı bir yere girdim. Uçağını tüm o keşmekeşin içinde, şöyle kimsenin akıl edemediği kestirme yollar bulup da yakalamayı beceremeyen bir beyaz yakalı olarak söğüşlenmeyi göze aldım. 

Ortalık sakin sayılırdı. Cep telefonundan abidik gubidik videoları yüksek sesli olarak açıp karşısındaki “ekip arkadaşlarına” ve tabii ki etrafa da dinleten beyaz yakalı dışında. Kesin Antalya’ya falan firma toplantısına gideceklerdi. Çok belliydi. Erkek olan kaç odalı bir yerde kalacaklarını dinletiyordu. Kadınlar ise kayıtsızdı. Arkadaştan şimdiden sıkılmış gibiydiler. Haftasonu kim bilir nasıl geçecekti!

Bilmem kaç desibelli ve “sevgili paydaşlarımız” diyen video sesten uzaklaşıp en uzaktaki pencere kenarına yerleşiyorum. Buz, gazoz ve soda ile. Üçünü bir araya getirmek çok iyi oluyor. Öneririm. Tabii ki soda da, gazoz da, buz da “gerçek” olmak kaydıyla. Keza malum, yerel gazoz ve içine gaz basılmış su üretmek de artık koca bir sektör oldu. Boy boy yerel gazozumuz mezarlarından birden hortlayıverdi. Alternatif mi al sana alternatif! 

İnsanın tüm yerel kürel makyajı geçip “hani gazoz sektörünün tekelleşmesi nerede yahu?” diyesi geliyor ama susuyorum. Çünkü susamışım artık. Buz ise yerel mi global mi, onu bilemiyorum. Sadece halen para istemiyorlar buza. İşte buna şaşırıyorum. Benim mecburi durulma saatleri geçirdiğim  havalimanında ise hepsi tatsız, tuzsuz; işte onu da biliyorum. Ama yapacak bir şey yok. 

Dışarıda puslu bir hava var. Ara sıra, uçaklar inip kalktıkça alevlenip sönen bir koşuşturmaca oluyor pistte. O kadar. Bir de inceden bir yağmur yağıyor. Bir yandan koşuşturmacayı izliyorum, bir yandan da yağmuru. Fonda güzel müzikler çalıyor. Fon dediğim akıllı telefonun akıllı uygulaması. Her şey, herkes (kendimi hariç tutmuyorum; ben dahil) akıldışı ama telefon akıllı. Şükür! Güzel şarkılar çalıyor, kendi kafasına göre. 

Chet Baker mesela: La Chanson d'Hélène (özellikle Fransız trompetçi Stephane Belmando’nun Chet Baker için yaptığı “Chet’in Anısına” albümünden olanı). Sözlü sözsüz bir çok farklı yorumu olan bu güzel şarkının bir de Youn Sun Nah yorumu var ki unutmamak, dönüp dönüp yeniden dinlemek lazım (Ama, evet, artık daha çok unutmaya başladım, bunu da biliyorum). Sonra da Hayko Cepkin başlıyor: Tanışma Bitti albümünden Melekler. Ne de piyasacı çıktı bu adam diyorum kendi kendime ama dinliyorum. 

Sonra Bosnalı şarkıcı Amira Medunjanin’in Pjevat ćemo šta nam srce zna’sı. Ne de güzel bir şarkı. Böyle, güne umutla, tazelenmiş başlanan sabahlar gibi: İnsanı koşmaya, dans etmeye ve tüm şehri baştan başa renklere boyamaya çağırıyor sanki. Zaten şarkı “Yüreklerimiz ne biliyorsa onu konuşacağız seninle” diyormuş. Ne güzel. Yüreğinin ne bildiğini bilen insanlardan olmak var. Zor, ama olmak var işte! 

Düşünüyorum artık. Vaktim var ya, “insan hep böyle şarkılar bulmalı, dinlemeli” diyorum. Hayatın basit ve gereksiz karmaşası karşısında, şu saçma günlere coşkuyla eşlik eden şarkılar bulmalı, diyorum. Ve insan yüreğinin ne bildiğini de bilmeli, diyorum. Ve insan kendine hep bir yol bulmalı, bulabilmeli, diyorum. Saçmalıklar (kendi saçmalıkları dahil) karşısında diri kalabileceği yollar. Uçağı kaçırmamak için değil, kestirmeden havalimanına çıkmak için hiç değil. İnsanlar devrimlere çıkan yollar bulmalı, diyorum.