Denk gelişler, kavuşmalar ve vedalaşmalar

Trendeyim. Tire’ye giden trende. Yağmur yağıyor dışarıda.

Hayat böyle işte. Denk gelişler, kavuşmalar ve vedalaşmalar var içinde. Ve tüm bunlar, biraz da ihtimaller uygunsa mümkün olabiliyor. İnsan bir ihtimal denk geliyor, bir ihtimal kavuşuyor ve bir ihtimal vedalaşıyor. Hatta çoğu zaman vedalaşmak mümkün olmuyor. Zamansız, hazırlıksız bir ayrılık giriyor araya.

***

Trendeyim. Tire’ye giden trende. Yağmur yağıyor, ben vedalaşmaya giderken…

İstasyona giderken aklıma No Suprises düşmüş. Bir Radiohead şarkısı, 90lardan. Öylece çıkıp gelmiş şarkı, Basmane garına yaklaşırken ben. Sanki bir filmin fon müziği. Henüz çekilmemiş bir filmin. Dönüp duruyor aklımda.

Gar pek kalabalık değil. Ne ayrılanlar var ne de kavuşanlar. İnsanlar, sakin bekleyişler, anonslar, telaşlı yürüyüşler var sadece. O kadar. Bir pencere kenarına geçiyorum. İnsanlardan uzak. Açıyorum şarkıyı, başlıyorum dinlemeye.

Viraneliklerin arasından kıvrılıyor tren. Şarkı nerelerden aklıma düştü diye düşünürken bir iki saat içindeki denk gelişler dolanıyor zihnimde. Sürprizlere yer yok mu şu hayatta? Ya da sürprizler olmasın mı istiyorum? Bilemiyorum. Sözlere dikkat kesiliyorum.

 

Bir depolama alanı gibi ağzına kadar dolu bir yürek, seni yavaşça öldüren bir iş
İyileşmeyecek yaralar. Çok yorgun ve mutsuz görünüyorsun.

Hükümeti devirin, bizim adımıza konuşmayacaklar işte
Huzurlu bir hayata ve karbon monoksit için el sıkışmaya fit olacağım

Alarmların ve sürprizlerin olmadığı, alarmların ve sürprizlerin olmadığı
alarmların ve sürprizlerin olmadığı, sessiz, sakin.

Bu benim son anlaşmam, son karın ağrım.

 

Hafif alaycı bir yan var sözlerde diye düşünüyorum. “İyileşmeyen yaraların var, evet! Huzurlu bir hayat istiyorsun… İyi güzel de hayat dediğin dikensiz gül bahçesi değil ki!” der gibi. Bunu mu istiyorsun? Biraz huzur. Yani yaşarken ölmek. Sessiz ve sakin yaşarken aslında yavaş yavaş ölmek.

Ölüm ve hayat. Bu ikisi mi getirmişti aklıma şarkıyı? Ki şarkının klibinde de Thom Yorke, grubun solisti, yavaşça yükselen suyun içinde kalıyordu. Hayat, belki de ağır ağır yaklaşılan bir yok olma. İnsan diyor ki “İyi, güzel de ama hangi hayat?

***

Trendeyim işte. Tire’ye giden trende. Yağmur yağıyor dışarıda.

Klibin altına “a lyrical and sonic bliss” diye yazmış birisi. Ne de güzel… Nakaratın oralarda bir yerlerde kendimce sözler uyduruyorum: “This is my final farewell.” diye. Tren hızlanıyor, dışarıdaki yağmur da öyle. “Bu şarkı,” diyorum içimden, “ananeme veda öpücüğüm olsun.” ben ona hoşçakal demeye giderken…

*** 

Vedalaşmalar az ama zor. Hayatta daha çok denk gelişler, geçip gidişler ve az biraz da kavuşmalar var.

Bir kitap vardı, bir zamanlar okuduğum: Portakal Ağacında Oturan Kadın. Ara ara hep düşünmüşümdür o kitabı. Bir zamanlar kitaplıkta duruyordu. Ama sonra sanırım gitti ve geri gelmedi. “Her kim götürdüyse umarım sevmiştir kitabı!” diye düşünmüşümdür hep.

Çünkü sevmiştim kitabı. Zihnime kazınmıştı hikayesi, insanları. Kentlerdeki militanların halleri, meydan okuyuşları, adanmışlıkları, endişeleri ve aşkları içime yerleşmişti. Bunların bir kısmı bende de vardı o zamanlar. Bir tek kitabı değil, o günleri de sevmiştim.

Sonra sık sık andım kitabı. Elimden, elimde olmayan nedenlerle çıkmıştı ve baskısı da tükenmişti ya “Ah,” diyordum, “birileri yeniden bassa…

Eh! Hayat bu. Az olsa da kavuşmalar da var içinde.

*** 

Henüz trene binmemişim. Yağmur da yok daha. Hareket saatine iki saat var. Bir yerlere gidip yazmak geçiyor içimden. Bir kitabevi geliyor aklıma. Uzun zamandır uğramak istediğim. Düşüyorum yoluna. Alsancak’a gidiyorum.

Günlerden bir tek vedalaşma değil, bir de denk geliş günü. Belli. Kitabevine giderken uzun zamandır açık göremediğim kent kütüphanesine denk geliyorum. Kapısı ardına kadar açık. Dalıyorum içeri, tarih ve kitap kokusu için. Özlemişim kütüphane raflarını ve sessizliğini. Eski konağın odalarını geziyorum teker teker. Elim raflardaki mübadele kitaplarına gidiyor. Bir felaketin ardından nasıl hayatta kalmış insanlar? Merak ediyorum. Ama vaktim dar. Ziyareti kısa kesip konağın bahçesinden sokağa çıkıyorum.

Yerdeniz Kitapçısı az ileride. Yürüyorum. Bir iki damla düşüyor yüzüme kapısına vardığımda. İçeri giriyorum. “We didn’t start the fire” çalıyor. Ama sanki albüm versiyonu değil de akustik bir yorumu. 20. yüzyılın en az yarısından nefret ettiğimi hatırlatıyor şarkı bana. “Keşke,” diyorum kendi kendime, “keşke geçmiş yeniden yazılabilse.

İçeride, kitapların ardında tatlı bir kadın ve tatlı bir adam. Gülümsüyorlar. Yer veriyorlar bana ve bir bardak da çay. Oturuyorum. Kitap kokusu olan bir kitapçıdayım. Derken “çok okunması gereken kitaplar” bölümünde onu görüyorum. Portakal Ağacında Oturan Kadın’ı. Yeniden basmışlar. Biraz özensizce ama yeniden basılmış işte. Heyecanla açıyorum sayfalarını: “Tekrar tekrar yeniden doğacaklar; çünkü ölüm bir yalandır.” yazıyor daha ilk sayfada. Hatırlıyorum.

İçimde buruk bir sevinç. Zaten bir hediye kitapla çıkmayı istemişim Yerdeniz’den. Öyle düşünmüşüm. İçime sinen bir kitap olsa demişim. Hayat ise ben bir vedalaşmaya giderken bir kavuşma da bahşetmiş bana. Minnettarım.

***

Trendeyim. Tire’ye giden trende. Yağmur yağıyor, ben vedalaşmaya giderken… Menekşe apartmanı, numara 15, daire 1. Bir kapı kapanacak geçmişe. Ben de kalacağım içinde.

Gazeteler kalmış önceki seferden. Tire’ye yaklaşırken tren, haberlerden birisine takılıyor gözüm. Garip bir şey oluyor. Şaşırıyorum. Deniz Gezmiş’in doğum günü kutlanmış İstanbul’da.

28 Şubat 1947. Meğerse Deniz ve annem aynı gün doğmuşlar. İlk kez öğreniyorum bunu. Yaşasalardı 70. yaş günleri olacaktı.

İkisi de genç şimdi. Birisi daha çok ama…

***

Trendeyim. Tire’ye giden trende. Yağmur yağıyor, ben vedalaşmaya giderken…

Aklımda bir şarkı, elimde bir kitap ve bir doğum günü.

Nasıl da denk geldi her şey. Hem de böyle bir günde.

Kente yağmur yağarken ve ben ananemle vedalaşmaya giderken. 

Teşekkürler.

Ve hoşça kal anane.