Acıları karşılaştırmak acınızı daha görünür yapmaz!

Ölüm olunca duruyorum, duruyoruz. Hayat ağır bastığından değil, bir tek; çeşitli imkânlar, birbirinden farklı olasılıklar artık geride kaldığından. Ölüm, anahtarı, kolu olmayan bir kapı gibi: Kapanır ve kalanları biçare bırakır.

Ama beni esas şaşırtan biçare kalmak değil! Kendi acısına yönelmiş hoyratlığa, o acıyı hep başka acılarla kıyaslamaya şaşırıyorum.

Türkiye sağ siyaset, Myanmar'daki Müslümanlara, Urumçi’deki Türklere, Irak’taki Türkmenlere, Hocalı’daki Azerilere, Erzurum'da öldürülenlere ancak ve ancak başka acılar gündeme geldiğinde hatırlanmalarını armağan etmiştir. Bu acılar, ne yazık ki başka acılarla tokuşturulur. Sanki başka acılardan bağımsız, onlarla bir şekilde kıyaslanmadan hatırlanamayacak gibidir bu acılar.

Türkiye sağına göre ‘dünya’ (ki bu dünyanın içine yerine göre ‘herkes’ girmektedir) bu acılara sırtını dönmüş, gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamıştır. Haksız da olmayabilirler ama sorun da tam burada değil midir? Acı, Ötekinin gözüne sokulmak zorunda mıdır? Ketum bir acı mümkün değil midir?

Ölmenin, öldürülmenin haklılığı ya da haksızlığı olabilir mi? Türkiye’de sağ ne yazık ki Ermeniler tarafından öldürülen insanlarına ölümlerinin haklılığını ya da haksızlığını da armağan etmiştir: “Dünya er ya da geç Türk’ün haklılığını anlayacaktır”.  Ne zaman Ermenilerin öldürülmesi, katledilmesi, sürüldükleri yollarda telef edilmesi gündeme gelse ölümün karşısına ölüm çıkarılır ve “Haydi karşılaştıralım!” denir. “Kim haklı görelim” diye. Acı, başka acılara dayatılmak zorunda mıdır?

Sanki haklılık ani bir aydınlanma sağlayacaktır; ani bir şuur zerki ile herkes kendine gelecektir. Türk’e inanmayanlar, onun elemini, kederini, vakur duruşunu görmezlikten gelenler, karşılaştıkları hakikat ile sarsılacaklar ve “Demek ki yanılmışız” diyeceklerdir.

Türk’ün, Müslüman’ın haklılığını, acılarını, gerçek acıyı çekenin aslında başkaları değil de bizzat Türkler, Müslümanlar olduğunu görmezlikten gelen bu birileri, eninde sonunda gerçeği anlayacaklardır. Sanki bu acı onlar anlamaksızın, onlar hak vermeksizin varolamazmış gibi; sanki acılar onlar tarafından tanınmadıkça acı sayılamıyormuş gibi…

Aslında, nasıl ki başkasının acısına karşı ısrarlı bir reddiye herhangi bir acının anlaşılmasına engel oluyorsa, acıları karşılaştırma ısrarı ve haklılığın onaylanması ihtiyacı da acının acı olmasının önüne geçmektedir. Ötekine bu kadar bakan, Ötekinin kendi acısı için ne dediğini, ne düşündüğünü, onu kale alıp almadığını, başka acılardan daha üstün tutup tutmadığını merak eden bir öznenin acısı da tutarsızlaştırmaktadır.

Ötekinin önemli olduğu yerde ise diğer her ifade kanalı tali kalmaktadır: Keza Türkiye sağında ‘Ermeni Mezalimi’ni işleyen (ve didaktik olmaktan da öte geçebilen) roman, türkü, oyun, film bulmak neredeyse imkânsızdır. Hiç roman yazılmamış değil; örneğin 70li yılların Nefret Köprüsü (Barbaros Baykara) ve yakın zamanın Şahsenem’i (Dursun Kuveloğlu) Türkiye sağının dışında da bilinen kitaplar olabilmişler. Ama acının Ötekinin onaylamasıyla acı olabilmesi, yaşananlar için bulunabilecek diğer tüm ifade yollarını da değersizleştirmiş. Geriye vasat bir estetik kalmış.

Acının kendine yeten bir yanı olmalı halbuki. Ötekiden bağımsız olan, öncelikle kendi içine bakan, kendine yönelen bir yanı olmalı. Ölüm biçare bırakır demiştim ya, geride kalanların çareyi (çaresizlikten kurtulmanın imkansız olduğunu bilseler bile) kendi içlerinden çıkarmaları gerekiyor. Acının inandırıcılığı için önce acının kendindeki yeriyle barışık olmak gerekiyor.

Aksi halde acı da görünmez hale getiriliyor. Üstüne bir de kullanılan dil giderek saldırganlaşıyor: Diğer tüm acılar, kendisine yönelmiş birer tehdit olarak görülüyor. Kendi acısı için Öteki kadar önemliyken başka acılar, Ötekinin kötü emellerine alet olmakla suçlanıyor. Başkalarının acıları el üstünde tutulurken Türk'ün/Müslüman'ın acısı ise Öteki tarafından onanmaz, görülmez, yok sayılır. Halbuki acıyı görünmezleştiren bizzat kendisidir.

Geriye sürekli mızmızlanan, haklılığını anlatmak için yaptıklarıyla kendini haksız duruma düşüren itici bir yan kalıyor. “Önce onlar [Ermeniler] özür dilesin” deniyor; “Hocalı için onlar özür diledi mi ki?” deniyor. Sonra bir de bakıyorsunuz ki Ermenilerin acılarına kulak verenlere bunları söyleyenlerin bizzat kendileri (örneğin bir hekim meslek kuruluşu) Hocalı için onca yıldır hiçbir şey (bir açıklama dahi) yapmamışlar.

Başkasının acısı yok sayılınca kendi acınız da ne yazık ki acı olmaktan çıkıyor.

***

Not: Belirli bir periyotla yazmanın gündemin temposuna yetişememek gibi bir sorunlu bir yanı oluyor. Geçen hafta gündem neredelerdeydi, şimdi nerelerde! Her şey hızlıca geçip gidiyor. Bu yazı, geçtiğimiz günlerde yüzyıllık bir muhasebenin içinden çıkıp gelmişti. Bittiğinde de bir başka muhasebe çıkıp geldi; yine bir borç olarak. Taksim için bir teşekkür borcu: “Teşekkürler. Yaptığınız çok anlamlıydı.”