40

Benim iki doğum günüm var; birisi resmi, diğeri gayri-resmi.

Gayri-resmi olan 31 Ocak’tır ve gerçek doğum günümdür. Dünyaya merhaba demenin ilk çığlıklarının şekerli suyla yatıştırıldığı tatlı bir cumartesi akşamıdır.

Bankalar, tekerlek şirketleri, telekomünikasyon sektörü, bakanlık vb. ise doğum günümü kutlamak için resmi olanını bekler; yani 14 Şubat’ı. Şu SMS çağında, sağolsunlar, en yakınımız onlar neredeyse artık, değil mi!

Tarihimin bir cilvesidir işte, çift doğum günlü olmak. Ama gayri-resmi olanının yanında resmi doğum günüm genelde çevrimdışıdır.

Ebeveynler öğretmen olunca sömestre tatilinden faydalanmak için kayıtta iki haftalık gecikme kaçınılmaz olmuş. Sağolsunlar. Hayatın hoş bir oyunu olarak bu gecikmeyi armağan etmişler bana. Zaten genelde 31 Ocak’ta doğarım. Ama bazen “Aaa, sevgililer gününde mi doğdunuz?” sorusuna da gülümseyerek “Evet” der geçerim.

Bu kadarcık karışıklığa ne diyeyim ki! Şanslı sayılırım; doğum gününü bilmeyenlerin; çoktan göçüp gitmiş ablasının, abisinin yerine yazılanların yanında, nedir ki bu kafa karışıklığı?

Ama yine de garipserim işte. Hatta 40 yıl sonra, daha yeni aklıma geldi, gidip düzelttireyim şunu diye. Daha önce aklıma hiç gelmemiş olmasına şaşırdım önce. Sonra vazgeçtim. Devlet her şeyimi düzgün bilmeyiversin dedim, kendi kendime.

Ama, ne yalan söyleyeyim, 40. yaş günüm tedirgin etti beni.

20. yaş günümü hatırlamıyorum. Büyük bir ihtimalle o zamanlar çok da sallamıyordum doğum günü meselesini… Ne de olsa Nazım’ın ‘19 Yaşım’ şiiri gibi yıllardı; “24 saatte, 24 saat Lenin, 24 saat Marks, 24 saat Engels” olmasa bile “Bu işin içinde bir sınıf var, sanırım” diye bir ışık aradığım yıllardı.

30. yaş günümde ise kendimi daha önceki on yılın yarısına yeni varmış gibi hissediyordum. Uzamış ergenlikten nasibini almış bir 21. yüzyıl insanı olarak.

40. doğum günüm ise az biraz telaşlandırdı işte. Çünkü, şimdilerde kendimi yaşımda hissediyorum. Az zaman kalmış olabilir mi? Bir gün yaparım nasıl olsa diyerek düşleyip durduklarım için…

Unutmuşum (gerçi bir psikiyatrist için “unutmuşum” biraz komiktir; başka başka anlamları vardır unutmanın ve de unuttuğunun farkında olmamanın). Aklıma geçmişte kalmış bir ayrıntı geldi, 40’a basınca.

Babama, 50. yaş gününde bir kart göndermiştim. Ona teşekkür eden ve ergenliğin aramıza soktuğu uzaklıklar, çatışmalar için örtülü özür dileyen bir kart. 40. doğum günümde hatırladım o kartı ve hatta postaneden gönderdiğim anı. Daha dün gibi geldi. O zamanlar, yani ben 20 yaşımdayken, 50 yaş, uzak ve ulaşılması çok zaman alacak bir ülke gibi görünürdü.

Şimdi ise kendimi kapısında hissediyorum o ülkenin.

Yaşlanmak değil de yapacaklarım için az zaman kalması telaşlandırdı sanırım beni.

Neyse, bir şekilde 40. yaş günüm özel bir anlama bürünüverdi işte. Sanırım ben de önemsedim. Belki de ömrümün geçen her yılını tek tek bir kenara yazacağım yıllara girdim. Kim bilir?

Özel olanlar bir yana, gayri-resmi ve de hakiki doğum günümde iki tane kolektif hediyem oldu. Birisi eşim Deniz sayesinde dostlarımdan, arkadaşlarımdan geldi. Mesajlarla, güzel sözlerle örülmüş bir video kolaj. Çok duygulandım. Çok…

Diğer kolektif armağana gelirsem…

Sanırım bunca yılın ardından futbol konusunda çok da iddialı olmadığımı, futbol denen koşuşturmacanın çok da bana göre olmadığını kendime de itiraf edebilirim. Bir şekilde kendimi solda tarif etmeye başladığım yıllarda futbolu sevmek zaten gereksiz bir şeydi. Saçmalıktı. Öyle bir ilgi, sevgi yoktu. Sonra Galatasaray’ın Avrupa Şampiyonluğu ile başlayan bir süreç içinde, sanırım futbol sevgisi sola da sirayet etti. Maç izlemek falan tuhaf bir durum olmaktan çıktı, hatta futbolu sevmemek apolitik bir tavır haline dönüştü geçtiğimiz yıllarda.

İşte bu süreçte, sanırım ben de gelgitler yaşadım, futbolla ilgili. Hatta itiraf etmeliyim ki “milli takım” maçlarında garip bir tedirginlik (“yenilecekler mi?”) ve kendimin bile şaşırdığı sevinme halleri, zafer sarhoşlukları (mesela Dünya üçüncülüğü) yaşadığım oldu.

Ama tribünlerden izlediğim tek maç 1985 yılındaki Uşakspor-Manisaspor maçı olarak kaldı. Ya ben ısrar etmiştim ya da babamın bir şekilde içinden geçmişti; baba-oğul gitmiştik o maça. Zaten Aşigolar da 2-1 kaybetmişti maçı. Geriye, Manisaspor’la ilgili “vay canına” dedirten sinkaflı tezahüratlar ve maç çıkışı stat önündeki seyyar satıcıdan yediğimiz ekmek arası ciğer sotenin tadı kaldı aklımda.

Dedim ya futbolla aram oldum olası iyi olmadı.

Ama geçen hafta, 40. doğum günümde futbol bir tek bana değil, belki de anlamak isteyen herkese güzel bir armağan verdi. Ayaklar altına alınan onca temel değere, itilip kakılmaya rağmen Amedspor çıktı ve Bursa’da sahadan galip ayrıldı.

Aklı başında olan, şu tekinsiz günlerde insan kalmaya çalışan herkes bir Bursaspor’a, taraftarına, Türkiye’nin spor dünyasına ve bir de Amedspor’un temsil ettiği insaniyete bakmalı. Deniz Naki öne çıktı, biliyorum; ama bir spor kulübünün, özellikle de futbolla ilgili bir kulübün, Amedspor’un sosyal medyada paylaştığı mesajlar bile nasıl bu kadar ‘düzgün’ olabilir ki? Küfür yok, çirkeflik yok, haksızken üste çıkma gayreti yok, çiğlik yok… Sadece insani bir sitem var.

İnsanlık var.

Büyük ihtimalle Amedspor’un futbolcularının büyük çoğunluğuyla yan yana gelsek bir çay içer, sonra da birbirimize iyi günler dileriz. O kadar. Ama diğer yandan her şey bu kadar kirliyken ve çirkefleşmişken, en ilkel arzular sokağa salınmış ve tatmin olmanın bin bir halini ararken, insani olan ‘buradayım’ diyor. Ve sormak gerekiyor; neden iki takım birbirinden tamamen ayrı iki dünyaya aitmiş gibi bir görüntü veriyor?

Açık değil mi?

Bugün spor dünyası sağ siyasetin hobi bahçesidir. Bir bakın, kulüp başkanlarına, yöneticilere, teknik insanlara, sporculara, taraftarlara… Bir tek futboldan bahsetmiyorum. Atletizmden pingponga kadar tüm spor dallarında her şey var, insan yok.

Ülkede de insan yok.

Belki klişe olacak ama sol olmayınca, insan da olmuyor.

Açıkçası Amedspor’un galibiyetine çok sevindim. Futbolun o tanıdık ve de uzak, galibiyet sevinci, zafer sarhoşluğuyla değil. Onu kendimden de biliyorum ve o sevinçle çoktan vedalaştım ben. Daha çok, büyük bir belanın ortasında bir tutam gökyüzü gördüğüm için sevindim. Bir anlığına, hemen boğulup gideceğini bile bile sevindim.

Teşekkür ederim.