Ağıt
Tahir Öngür
"Bir kere Türkiye'de emperyalist bir güç yok. Yani Türkiye'yi sömüren yabancı bir güç yok. Küreselleşme karşıtları, aslında tamamen korkuyla bir analiz yapıyorlar. Memleketteki bütün sorunların sebebini emperyalizme ve Batı'ya bağlıyorlar. Kısacası, ileri ülkelerin geri kalmış ülkelere kötülük yaptığını düşünüyorlar. Mesela 1800'lerin sonlarında Fransızlar Kütahya'da krom çıkarmışlar. Muhtemelen bu kromu ucuza mal etmişler ama, bizde de ücretli işçi çalıştırmışlar, onlara bir meslek öğretmişler. Şöyle düşünelim... Eğer Fransızlar gelmeseydi, Kütahya'daki insanlar madencilik öğrenmeseydi, katırcılar o madenleri alıp İzmir limanına taşımasaydı, Türkiye daha mı zengin olurdu?"
Bu sözler, şimdi SHP yönetimine gelen Hüseyin Ergün'ün ve Taraf (!) Gazetesi'ne verdiği demecinden soL'a taşınan sözler.
Aslında böyle düşünen çok. Bugün Kazdağları'nda çalışan sondaj işçileri de, ülkemizin eğitimli işsizler karanlığında Kanada'da kurulu şirketlerde iyi paraya iş bulmuş Jeoloji ya da Maden Mühendisleri de. Artvin kentinin tepesinde altın ve bakır işletmek isteyen Kanada'da kurulu bir başka şirketin işletmesine karşı çıkan kent halkına, "Taşıma işini Trabzon'lu kamyonculara kaptırmamızı mı istiyorsunuz" diyen, gecesi gündüzü yollarda geçen taksit borçlu kamyon sahipleri de. Kemah-Eğin arasındaki Fırat sularını ağır metallerle kirletecek olan yine başka bir Kanada'lı şirketin başladı başlayacak olan altın işletmesine karşı çıkılmasın diye Amerika senin, Avustralya, Kanada benim geziye götürülen alevi köylerin muhtarları, Dede'leri de. Manisa Turgutlu'da MTA'nın bulduğu nikel-kobalt yatağını Atina Teknoloji Enstitüsü'nün bulduğu yöntemle işletebileceğini, TÜBİTAK'ın karşılıksız verdiği 1 milyon TL'yi harcayıp kurduğu pilot tesiste bir kez daha belgeleyip başlamaya hazırlandığı açık havada sülfürik asitle yıkayarak zenginleştirme tesisinde Gediz'in ve yörenin yer altı suyunu tüketeceği, bu uğurda 2 milyon ağaç ve fidanın tam da bugünlerde kesileceği, yılda 90.000 ton asitin sisleşerek havaya ve yöreye yayılıp bitkilere insanlara ve tüm canlılara işleyeceği, her an 120.000 ton asitin 22 m yükseklikli bentleri bulunan barajlarda tutularak hemen altlarındaki vadide kurulu köyler tehdit edeceği, havaya suya toprağa ağır metallerin serpileceği tesisinden nemalanmaya başlayanlar da benzer şeyler söylüyor. İnanmazsanız, İYTE'den transfer edilip Müdür olan uzman Prof'tan sorun.
Bir Mühendis Odası'nın İzmir Şube Başkanı gözlerimizin içine baka baka termik santraları, büyük barajları tartışma konusu yapanların "başka logolar altında çevreci"lik yaptığını söylerken de hiç kuşkusuz, inançlarını yukarıdaki açıklıkla söylemeye yüreği yetmediği için mahçup söylemlere sığınmıştı.
Kütahya'nın kromlarından geriye boşluk ve biraz da tozdan başka bir şey kalmadı. Ocaklar kapanınca edindikleri meslekleri Domaniç'in köylülerinin neyine yaradı bilmem. Ergün'ün bir bildiği olmalı. Ama, bilmediği ve duymaya bile katlanamadığını bildiğim başka mirasları var bu topraklarda Fransız madencilerinin. 85 yıl işlettikleri Balıkesir Balya'da akan suya bugün elini bile sokamaz, Ergün. Çünkü o akarsuyun pH'ı bugün 2,5. Sularda, çaydaki tortullarda, çevredeki tarlaların topraklarında ve de o akarsuyun ulaştığı Manyas Gölü'ndeki delta ve dip çökellerinde hangi ağır metallerin aşırı bollaştığı, İTÜ'li bilim insanlarının hakemli uluslar arası dergilerdeki yayınlarıyla belgelendi. O yüzdendir, Maden Deresi'nde her yağmurdan sonra kurbağaların, balıkların ölmesi. O yüzdendir, Edremit Devlet Hastanesi ya da Ege Üniversitesi hastanelerine başvuran kanser hastalarının çoğunun Balya'lı ya da Balya kökenli oluşu. Ülkemizdeki ikinci elektrik santralının kurulduğu, nüfusu 40.000'e ulaşmış, 4 tane pavyonda eğlenilen, kafelerinde bayan garsonların çalıştığı Osmanlı ve ilk Cumhuriyet kentinde şimdi neden 2000'den az kişi yaşıyor. Fransız Şirketi'nin ocaklarında yaşamlarını tüketen, ülkemizin ilk en büyük grevlerini yapan, sivil güvenlik, jandarma ve ordu tarafından bastırılan işçilerin edindikleri mesleklerden geriye bir şey kalmadı. Kalan, Balya'da bugün en büyük ciroyu Eczanelerin yapıyor oluşu oldu. Kalan bir başka şey daha oldu: Ergün'ün "demokratik ama ilerici olmadığı"nı düşündüğü işçilere karşı, üretimi arttıran teknolojileri geliştirdiği için ilerici olduğunu düşündüğü işverenin yanında Ordu'nun, Devlet'in zor gücünün, yer almış olmasının anısı. Fransız Şirketi'nin geliştirdiği teknoloji de, Birinci Dünya Savaşı'nda tüketilen ölüm araçları oldu. Dedelerimizi öldüren mermilerin kurşunlarını onlar sağladı. Ama, onlar Balya'daki yer altı kaynaklarını tüketti diye "Türkiye'de piyasa ekonomisi, özgürleşme, küreselleşme, zenginleşme" artmadı.
Aynı bugünkü gibi. Borsalarında gelecekten kaygılı küçük burjuvaların birikimlerini, emeklilik fonlarında biriken kaynakları somurmaya çabaladıkları ülkelerde yapamayacaklarını bu ülkenin topraklarında, bu ülkenin emekçilerine yaptırmak için buradalar bu şirketler. Dün Devletçi Türkiye'de MTA'nın bulduğu yer altı kaynakları, Etibank tarafından çıkarılıp, kamu eli ile kurulan Demir Çelik ya da Aluminyum, ya da Borik Asit ya da Bakır fabrikalarında işlenirken çalışanlar daha mı az özgür, daha mı yoksuldu. O zaman çalışanlar sendikalı idiler, çoğu lojmanlarda yaşıyorlardı ve hepsinin az çok iş güvencesi vardı. Şimdi ise, yargı Uşak Kışladağ'da altın işleten yine Kanada'lı Eldoradogold'un izinlerini kaldırınca bütün işçiler ücretsiz izinli sayıldı. Aynı, ağaç kesme izni gecikti diye Londra'da kurulu European Nickel plc çalışanlarını ücretsiz izne gönderdiğindeki gibi.
Üstelik, bu toprakların altından çıkarılan hammaddeler burada işlenip bu toprakların üzerindeki sanayin girdisi de olamıyor, artık. Karadeniz Bakır İşletmeleri özelleştirilip yine Kanada'lı İnmet'in eline geçtiğinden beri artık bakır elde edilip iç pazara sunulmuyor. Yarı işlenmiş bir çamur doğrudan yurt dışına gönderilip, geliri ve vergisi orada tahakkuk ettiriliyor. Unakıtan'ın Maliyesine bile pek bir şey kalmıyor.
Yine üstelik, Inmet yeraltından, dünyanın başka yerlerindeki işletmelerinde kendini zorlayarak çıkardığı az zengin metal cevherinden çok daha zenginini yeraltında bırakarak, çok daha yüksek alt tenörlü maden işletmesi yapıyor.
Ergün, örneğini madencilikten vermiş diye böyle başladık, böyle gittik. Yoksa Tohumculuk Yasası, GDO'larla ilgili değişiklikler, sağlık hizmetlerinde yapılanlar, su kaynaklarının özelleştirilmesi, ...... Benzer örnekler dolu.
Emperyalizm hiç bu kadar belirgin, pervasız ve aç gözlü olmamıştı.
Ve ne yazık ki, benden önce nasıldı bilmem, ama işbirlikçilik te, hiç bu kadar fiyakalı olmamıştı.
Bu satırların okurları bilmelidir ki, bu satırları yazarı sayın Hüseyin Ergün'ün bir dostudur. Onun emperyalizmin yazıp yönettiği senaryolarla gerçekleştirilen darbelerden sonra zindanlarda ne kadar yattığını ve yaşamına anlam katacak nelerden mahrum kaldığını bilmekte ve acıyla anmaktadır. Ona bir şey olur olasılığı yüreğini yakmaktadır.
Ama, belli ki olan olmuş. Bundan daha büyük acı olur mu? Yaşadıklarını, tükettiklerini, dostlarını silmiş atmış, Geçmişiyle köprüleri atmış. Halkını, yurdunu boş vermiş. Beynindeki bütün kodları dönüştürmüş, bütün kavramların içini boşaltmış. Tarihte benzerleri çok oldu.
Ama, keşki o olmasa idi.
Ağıt yakmanın yeridir.
Ama zamanı değil.
Demek ki, daha çok öğrenmek, daha çok yaymak, teşhir etmek, mahkum etmek, daha örgütlü daha güçlü olmak için yapacaklarımız var. Sorumluluğumuz her geçen gün artıyor. Hüseyin Ergün'ün torunu için de daha özgür, daha adil, daha yaşanabilir bir dünya kurmak için yapmamız gerekler var.
Tembelliğin zamanı değil. Yazmaya devam.