Dominik diktatörü Trujillo, direniş hareketleri ve Mirabal Kardeşler

“Çocuklarımızın bu yozlaşmış zulüm rejiminde büyümelerine izin veremeyiz; bunun için her şeyimi fedaya hazırım, canımı bile” (Minerva Mirabal)

“Belki de bize en yakın olan ölümdür ama ölüm düşüncesi beni korkutmuyor. Adalet için savaşmayı sürdüreceğiz” (Maria Teresa Mirabal)

25 Kasım, 1981’de Latin Amerikalı ve Karayipli Kadınlar Kongresi’nde  Kadına Yönelik Şiddete karşı Uluslararası Mücadele günü olarak ilân edildi. Dominik Cumhuriyeti’nin ABD destekli diktatörü Trujillo’ya karşı çıktıkları için 25 Kasım 1960’da dövülerek öldürülen devrimci üç kız kardeş, Patria Mercedes Mirabal Reyes, Maria Argentina Minerva Mirabal Reyes ve Antonia Teresa Mirabal Reyes’ in mücadelelerinin anısına adanan 25 Kasım’da bir çok ülkede, kadınlar düzenledikleri gösterilerle süregelen şiddeti protesto etmekteler.

Ne var ki, 1970’li yıllardan itibaren, neoliberalizmin ideolojik alana da egemen olmasıyla birlikte bir çok konuda olduğu gibi kadına şiddet sorununun sınıfsal niteliği göz ardı edilmekte. Bu yıl bu körlüğe bir başka boyut da eklendi. Konuya ilişkin bir kaç makalede, üç kız kardeşin katledilmesi, ailenin karşı karşıya kaldığı zulüm ve vahşet diktatörün Minerva Mirabal’e duyduğu karşılıksız cinsel istekle açıklandı ve olay faşizme karşı verilen Dominik halkının ve kardeşlerin verdikleri savaş bağlamından kopartılarak bir TV dizisi tadında sunuldu okuyucuya. O nedenle, bu yazıda, Dominik Cumhuriyeti’nde yaşananlara biraz daha yakından bakmaya çalışacağız.

Küba’nın yanıbaşında küçük bir ülke: Dominik

Fransa ve İspanya başta olmak üzere bir çok sömürgeci ülkeye ev sahipliği yapan bu küçük Karayip ülkesi, öncelikle Panama Kanal’ına ve sosyalist Küba’ya  yakınlığı ve daha bir çok nedenle ABD’nin de ilgisini çeker. 1916’da Dominik’i işgal eden emperyalist güç, kendi denetiminde bir hükümet kurar. Dominik’li bir telgraf operatörü olan Trujillo, 1918’de Amerikalıların kurduğu Ulusal Muhafız Birliği’ne (UMB) girer ve 1924’de ABD deniz piyadeleri Dominik’i terkettiklerinde bu birliğin başına geçer. 1930’da başkanlık seçimlerine giren Trujillo kazanmak için her türlü hilenin yanı sıra UMB’deki gücünü de seferber eder. Başkan olur olmaz doğrudan kendisine bağlı bir gizli polis örgütü kurar ve ABD destekli otuz yıllık iktidarı boyunca muhaliflerine karşı uyguladığı gözaltı, tutuklama işkence ve öldürme işlemlerinde bu gücü tepe tepe kullanır. Reis lakabıyla da anılan, yatları, sarayları dillere destan olan diktatör ve ailesi ülkenin şeker sanayiinin %65’ine, ülkenin en verimli  topraklarının ise %60’ına sahiptir. Dominik işçilerinin %80’i Trujillo’nun topraklarında ve işletmelerinde çalışmaktadır.

İktidara gelmesini izleyen yıllarda, uyguladığı şiddet ve baskıyı “demokratik” bir kılıfa sokmak isteyen Trujillo 1947’de  kukla bir Komünist Partisi kurdurur ve seçimlere girmesine izin verir. Aslında diktatör büyük bir anti komünisttir, Castro kuvvetlerine karşı Batista’ya yardımını esirgememektedir. Ülkedeki komünistler, sosyalistler, Kastro yanlıları, ilerici ve demokratlara olduğu gibi ülkedeki egemen sınıflardan yandaş olmayanlara da işkencenin, tutuklamanın, ölümün eksik olmadığı bir cehennem hayatı yaşatır.  

ABD anti komünist Trujillo’yu seviyor ama…

Küba’ daki sosyalist rejimden ve bu rejimin kendi arka bahçesi saydığı diğer Latin Amerika ülkelerine sıçramasından korkan ABD, anti komünist Trujillo’ yu destekler. Dominik’teki en güçlü muhalefetin Küba Devrimi’ni ve Castro’yu destekleyenler ve komünistler olduğunu bilen ABD’nin o dönemdeki dışişleri bakanı “O bir piç olabilir ama bizim piçimiz” ifadesiyle duygularını ortaya koyar. 

 Bu desteğe rağmen Dominik halkı diktatöre karşı büyük bir savaş verir. Başında bir komünist olan Manuel Tavares’in bulunduğu 14 Haziran Hareketi’nin yanı sıra bir çok direniş gurubu tüm güçleriyle ülke çapında Trujillo’ya karşı savaşırlar.  Direnişçiler ülkedeki tüm kamu kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesine, ülkedeki ABD etkisine ve sömürüye de karşı çıkmaktadırlar. Dominik’te 14 Haziran Hareketi’nden başka komünist grup ve partiler de vardır. 200-300 üyeli Moskova yanlısı ve Küba Komünist Partisi ile iyi ilişkileri olan PSPD ve Castroite Movimiento Popular Dominicano (MPD) gibi…

Trujillo’nun 15 bin Haiti’li toprak işçisini katlettiği olay sonrasında  direnişe katılan ve Trujillo’nun daha sonraki yılllarda “Ülkenin en büyük sorunu Mirabal kardeşlerdir” dediği üç devrimci kardeş kısa bir süre sonra sembolleşirler. 14 Haziran örgütünün kurulmasına ön ayak olurlar, diktatörün katlettiği insanların isimlerinin yer aldığı broşürler dağıtır, ve gelecekteki bir devrimci kalkışma için silah ve malzeme biriktirirler. Artık Minerva’nın yeraltı çalışmasındaki takma adı olan “Las Mariposas” (kelebekler)’ı kullanmaktadırlar. Tutuklanırlar ama Trujillo’ya karşı oluşan uluslararası muhalefet sayesinde işkence görmezler. Bir süre sonra serbest bırakılan Mirabal kardeşler’in 14 Haziran örgütünde mücadele veren eşleri de Santo Domingo’da bir hapishanede tutulmaktadır. 25 Kasım 1960’da eşlerini ziyaretten dönerken Trujillo’nun gizli polisine bağlı eli sopalı bir kaç katil tarafından durdurulur ve dövülerek öldürülürler. Cansız bedenleri bir arabanın arkasına konulup bir uçurumdan aşağı atılır. Trujillo olayın “bir trafik kazası”olduğunu söyler.

ABD Plânı: Trujillo gitsin ama gelen bizden olsun

 ABD Trujillo’ya karşı direnişin gittikçe güçlendiğinin, halkın diktatörün zulmüne ve yolsuzluklarına daha fazla tahammül etmeyerek onu devireceğinin farkındadır. ABD’nin Küba’ya karşı uygulamayı düşündüğü yaptırımlardan önce Trujillo’nun iktidarının sona erdirilmesi de emperyalist ülkenin çıkarlarına uygun düşmektedir. Ne var ki, CIA raporlarında Trujillo’nun bir sol devrimle iktidardan alınmasının an meselesi olduğunu belirtilmektedir.

ABD Trujillo’yu kendisi devirmeye ve yerine ABD yanlısı bir başkan getirmeye karar verir. Venezuela başkanı Betancourt ile ilişkiye geçen CIA, bu ülkedeki Dominik’li sürgünler için bir eğitim kampı oluşturur. Daha sonra 1 Mayıs 1961’da bir grup silahlı adam Trujillo’nun arabasını makinelilerle tarayıp diktatörü öldürürler.

CIA herhangi bir girişimde bulunmadan önce Trujillo’nun oğlu Fransa’dan gelir ve kendini başkan ilan eder. 6 ay boyunca babası gibi o da muhalifleri katletmeyi sürdürür. 19 Kasım 1961’de 2000’e yakın ABD deniz piyadesi Dominik Körfezi’ne çıkartma yapar, oğul Trujillo ve destekçileri ülkeden kaçarlar.  Baba Trujillo’nun eski bir savcısı olan Joaquin Balaguer  seçimler öncesinde geçici Dominik yöneticisi olarak ABD tarafından başa geçirilir. İlk işi belli başlı tüm sol kanat liderlerini sınır dışı etmek olur. Yine de Ocak 1962’de istifa etmek zorunda kalır ve yerine Rafael Bonelly geçer. Ağustos 1962’de kamulaştırmayı yasaklayan, mülkiyet haklarını devlet korumasına alan, kiliseye saygının özellikle vurgulandığı tutucu bir Anayasa yapılır. Askerler, büyük toprak sahipleri ve egemen sınıfın büyük bir kesimi mutludur.  Artık ABD denetiminde “demokratik” seçimler yapılabilecektir.

Sürpriz: Solcu Juan Bosch başkan seçilir

Seçimler öncesi Trujillo’nun sürgüne yolladığı Dominik Devrimci Partisi lideri Juan Bosch  ülkeye döner ve 20 Aralık 1962’de yapılan seçimlerle cumhurbaşkanı seçilir. Partisi Meclis’te de çoğunluk sağlar.

Korkulan olmuş, Dominik’te sol eğilimli bir başkan başa geçmiştir. 1963 şubatında  göreve başlayan Bosch 1962 Anayasası’nı bir kenara atar ve yeni bir Anayasa yapar. Anayasada toprak reformu, büyük toprak sahiplerinin mülklerinin sınırlandırılması, devlete kamulaştırma yetkisi tanınması, emekçiler için düşük kiralı evlerin inşa edilmesi, belli işkollarının kamulaştırılması gibi önlemler yer almaktadır. Kilise konusuna hiçbir atıf içermeyen ve ordunun halkın hizmetinde olduğunun belirtildiği Anayasada hükümetin temel amacı, insan onurunu korumak ve ona saygı için tüm önlemleri almak olarak ifade edilir ve “Dominiklilerin eşitlik ve özgürlüğünü kısıtlayan ekonomik ve sosyal engeller ortadan kaldırılacaktır” bu belgeye göre. İnsan haklarına önemli vurgular yapılan Anayasada artık yasa dışı hiçbir gözaltı, tutuklama ve infaz yapılamayacağı da belirtilmektedir.

ABD, ordunun üst kademesi, Katolik kilisesi, aralarında büyük toprak sahiplerinin de olduğu egemen sınıflar yeni başkana karşı bayrak açarlar. ABD basını Castro’ya benzettiği Bosch’a saldırır da saldırır. Ordu mensupları “şiddetli anti- komünist uygulamalar” yapmadığı takdirde kendisini desteklemeyeceklerini açıklarlar. Bosch bir TV kanalında yaptığı konuşmada “ordu demokratik toplumlarda siyaset dışı kalmalı” diyerek yanıtlar generalleri. Aslında Bosch, Castro’ya tüm sempatisinin yanında, demokratik solculuk savunusu yapmakta, reformist bir tutum izlemektedir.  

25 Eylül 1963’de CIA destekli bir darbeyle Bosch devrilir.  Darbeciler yayınladıkları bildiride ülkenin komünizmden kurtarıldığını, sosyalizm, komünizm ve Castroculuğun ve açık ya da gizli Marksizmi destekleyen tüm kuruluşların yasaklandığını açıklarlar. 1963 Anayasası iptal edilir ve 1962 Anayasası yeniden yürürlüğe sokulur.

Nisan 1965’de bir karşı darbe ile ABD yanlıları devrilir ama birkaç gün içinde deniz piyadeleriyle Dominik’e müdahale eden ABD, 1966’da “demokratik” seçimlerle Balaguer’ı yeniden seçtirir. Hileyle seçimi alarak 1978’ye kadar iktidarda kalan Balaguer’i Dominik Devrimci Partisi adayı Antonio Guzman yenmeyi başararak başkanlığı alır. Guzman anayasal güvenceleri yeniden sağlar ve genel af ilan eder. Onu Jorge Blanco izler.

Ne var ki, ekonomi çöküntü içindedir, IMF’e başvurur iktidar. Uygulanan uyum programları sonucunda işsizlik artar, grevler yükselir. Sendikalar askerlerce devre dışı bırakılır, solcu parti liderleri tutuklanır, sansür yeniden devreye girer. Bu koşullarda yapılan 1986 seçimlerini Balaguer bir kez daha kazanır. 1996’ya kadar iktidarda kalan Balaguer’in yerini Dominik Kurtuluş Partisi lideri Fernandez alır. 2012’ye dek aralıkla başkanlık yapan Fernandez  aynı partiden Danilo Medina’ya yerini bırakır 2012’de. Medina 2016’ya dek başkan olabilmek için Anayasayı değiştirecektir.

Gelinen nokta, Haitili göçmenlere ve Haiti kökenli Dominiklilere ayrımcılık politikalarının uygulandığı, linç ve şiddet vakalarının yaşandığı, her yaştan kadın satışının yapıldığı, polisin hala sokakta insanları infaz ettiği, muhalif basının tehlikede olduğu bir ülkedir.

Öykü bir çok Latin Amerika ve çevre ülkesinin de öyküsüdür aslında. Verilen sınıf mücadelelerinde de önemli ortaklıklar bulunmaktadır. Bu bağlamda, Mirabal kardeşler’in öyküsü de Dominik’in ABD destekli faşizme karşı verdiği mücadeleden ayrı düşünülemez ve hiçbir şekilde salt bir “cins” betimlemesine sığdırılamaz. Bunu yapmak en hafif ifadeyle o üç devrimci kadına ve verdikleri kahramanca savaşa karşı haksızlıktır.