İlkel Sömürgeciliğe Geri Dönüş, Bağımlıları Korkutuyor

Kapitalizmin krizinin –hem de artan bir ivmeyle- büyümesi, sermayenin, emperyalizmin 'terbiyeli' adı da olan 'küreselleşme'yi –bu sürecin iletişim teknolojilerindeki gelişimlerinin olumlu katkılarını unutmayarak, olanlar sadece kötüden ibaret değildir, iyiyi de içerir- hızla bir yana bırakıp sömürgeciliğe, hem de bu yayılma yönteminin en ilkel biçimine geri dönmesine yol açıyor. Libya'ya yapılan sömürgeci saldırı, emperyalizmi hoş gösterebilmek için 'küreselleşme' olarak anmaya büyük özen gösteren kimilerini bile sarsmış durumda. Daha çok sarsılacaklar, gambot (gunboat) diplomasisini nasıl haklı çıkaracaklarını çaresizce düşünecekler. İlkel sömürgeciliğe geri dönüş, sadece bağımlılığı hoş göstermeye çalışanları değil, bağımlıların kendisini de korkutuyor, ürkütüyor: "Ya bize de aynısını yaparlarsa?" Öyle ya, ellerini bağlayan mı var emperyalistlerin, istediklerini yaparlar! Bu yaklaşım, insan onurunun 'ihmal' edilmesini yaşam biçimi haline getirenler için bir sorun, onurlarıyla yaşamayı, onurlu düşünmeyi karakterleri haline getirmiş olanlar içinse, böyle bir sıkıntı söz konusu değil.

"Ya bize de aynısını yaparlarsa?" diye korkanlar, aslında bu korkularında hiç de haksız değiller, kabul edelim. Bakıyorlar, emperyalizm, kendisine en sağlam yalakalığı yapanları bile yerlerinden etmekte sakınca görmüyor, görmez, çünkü onun kendi çıkarları var, bu çıkarları hızla sağlayabilmek zorunda, aksi halde, enerji darboğazıyla karşı karşıya kalırsa örneğin, kendi metropolünde sıkıntılar –hiç de Kuzey Afrika'yı aratmayacak isyanlar gibisinden- ortaya çıkabilir, kriz, en çarpıcı yanıyla tırmanabilir. Oysa Batı, 'Merkez' ülkeler, kapitalizmin krizini 'Çevre'ye ihraç ederek ayakta kalmayı umuyorlar: sömürü 'Çevre'de artacak, baskı 'Çevre'ye yapılacak, 'Çevre'de kendilerine gerekli neler varsa enerji, hammadde vesaire, acilen 'alınacak', savaş gerekirse, ki kesinlikle gerekiyor, öncelikle 'Çevre' savaş alanı olacak, düşünceleri bu. 'Çevre'ye ilişkin görüşleri buysa ve kendilerine göre hızlı davranmaları gerekiyorsa, ihtiyaçlarına en hızlı tepki vereni –bağımlılığının gereğini, daha emperyalistler düşünmeden, talep etmeden en sorunsuz biçimde yerine getireni- tercih edecekler, durum bu. 'Bizim oğlan', yani 'Oğlumuz', yani Afrika'nın çocuğu, eğer çıktığı Kıta'dan sağlayacağı bir çıkar varsa, hiç acımayacak, 'demokrasi', 'insan hakları' gibi kavramlarla kendini yormayacak ve gereğini, hem de 'bu arada sivil kayıplar da olacak' gibi bir açıklamayı yeterli görerek, yapacak, yapıyor.

Bağımlılar'da bir telaş. Politika üretecekler, öyle ya, adamlar soruyorlar ne yapacaksınız diye türlü kanallardan, yetinmiyorlar, doğrudan, akustik olarak da kanıt arıyorlar. Bağımlılar'ın, bir 'şey' akıllarına gelmiyor.

O bir 'şey' onurla karşı koymak, akla gelmiyor. "Ya bize de aynısını yaparlarsa?" Zaten yapmışlar da sen gelmişsin, en iyi kendileri biliyor bağımlı olunarak nasıl iktidara gelindiğini, biz yapmazsak bizi değiştirirler, 'It's a dirty job, but somebody must do it', yani ben! Lütfen çöpe dökmeyin, devam edeyim!

Ne güzel günlerdi, solcuların tüm sloganlarını kullanıp gericiliğine makyaj yapabiliyordu, o iğrenç çirkinliğini gizlediğini sanabiliyordu, hepsi geride kaldı, boyalar döküldü.

Onur boya, makyaj gerektirmez. Güzeldir o, dokunduğunu güzelleştirir: yaşamını belirler, geleceğini gösterir. Haksızların, onursuzların, asalakların, bağımlıların sesi yükseldikçe çirkinleşir, çirkinleşir, sonra çıkmaz olur. Onurluların ise sesi hiçbir zaman şirretleşmez, haklılığın gücüyle gelişir, güzelleşir, bir gün gelir, ağızlarda türkü olur, umut söyler. Sömürülenler, ezilenler, hakları yenenler, adaletsizliklerle her gün boğuşanlar özgürlüğün, eşitliğin umudunu taşıyanlar bir gün, bugün olmazsa yarın, kendi seslerini bulurlar.

Önemli olan, o sesi, onurun sesini, hiç susturmamak, dalgalı, fırtınalı denizlerde, rüzgarın kasırganın sağır edici uğultusunda bile dişlerin arasından mırıldanabilmek, halen yapılmakta olduğu gibi.