Yazdıklarına değil, yazmadıklarına para

Eğer sınıf mücadelesi varsa, “kültür endüstrisi” ile mücadele de var. Başka türlü de söyleyebiliriz: Yaşadığımız -kimilerince “postdemokratik”-  dönemde, kültür endüstrisi ve onun öncü gücü ana akım medya ile savaş, hep belli kisveler altında yürütülen sınıf mücadelesinin bir “tezahürüdür”. Bunu başka türlü görmek doğru olmaz.

Ama bu önemli değil.

Yani bu saklayıcı kisveleri, efektleri görmek ve ortaya koymak önemli değil; önemli olan, bu mücadelenin nasıl sürdürüleceği...

O zaman soralım: Kültür endüstrisinin ahir zaman silahı “modern medya”, neyi gizlemek için var? Gerçek mücadelenin hangi renkler altında ve hangi adreslerde sürdüğünü kamuoyunun gözünden saklamak için değil mi? Öyle ve mesele de bu zaten: Solun önemli bir kısmını yedeğine almış, en solcu geçinen medya mensuplarına bile “Biz gazeteciyiz, bize her şey mubah, çünkü sadece haber veriyoruz” dedirten bir meslek, istese de istemese de, açık bir biçimde plütokrasinin, zenginler rejiminin veya emperyal demokrasinin hizmetkârıdır.

Hep söylüyoruz ya, yinelemiş olalım: Sınıf mücadelesine, daha doğrusu sermayeyle emeğin çıplak halleriyle cepheleştiğine biz tarihte tanık olmadık. Sınıflar hep belli bahaneler, kisveler, renkler ve sesler altında karşı karşıya geldi. Marksizm bu saklambaç oyununu ilk kez açıkça ve cüretle bozan öğretinin adıdır.

Öyledir.

Marksizm, sınıflar mücadelesinin taşıyıcılarını açığa çıkarmak için en liyakatli enstrümanların başında geliyor. Temel karşıtlığı, yani sınıflarını taşıyan kurum ve kişilerin gerçek karakterini, marksizmden sonra saptamak çok kolaylaştı, demiş olduk “saklambaç oyunu” benzetmesiyle. Burada saklı asıl soru galiba şudur: Peki, bu araç sermaye tarafından öylece bırakıldı mı?

Bırakılmadı.

Misal: Frankfurt Okulu (“Aydınlanmanın Diyalektiği”) kökenli “kültür endüstrisi” kavramı, sermayenin aldığı önlemlerin açığa çıkarılmasını sağlamış değildir; bu “okuldan” çok daha fazla sosyalizm için mücadele eden insanlar ve partileri vardı. Adornolar, Horkheimerler falan, tıpkı bizde “kandırılan” liberal sürü gibi, kapitalizmin bekası için ve demokrasi bahanesiyle mücadeleyi saklayan araçlar üretebildiklerinden ötürü de önemlidirler. Herhalde öyledir. Peki hiç mi değerli değildirler? Değerlidirler elbette, ama bu değerlerinin insanlığın sınıfsız toplum mücadelesinde olumlu bir saf alma anlamına gelmediğini söylemek ve buna uygun yöntemler yaratmak zorundayız. 1989, Marx ve Lenin bayraklarıyla kapitalist restorasyonun nasıl yapılabildiğine, sosyalizmin nasıl yıkılabileceğine somut bir örnek oldu.

Sınıflı toplumların bekası ve solu iğdiş etmek için türetilmiş ideolojilerin kriz öncesi en önemli önlemlerinden kültür endüstrisi, eğer temeldeki bir boğazlaşmayı gizlemek için varsa, buna karşı çıkmak da bir haktır.

O zaman, kültür endüstrisinin sahneye çıktığı ve etkili olduğu her yerde alternatif bir entelektüel konumlanışın, bir entelektüel şiddetin kendisini göstermesi gerekiyor.

Medyaya bakalım: “Medya karşıtlığı”, AB metropollerinde resmen iktidara yürüyor. “Yalancı basın” sloganı sağ popülizmin ana gıdası halini almış durumda. Fransa, Avusturya ve Almanya, bu alanda asıl büyük süprizlerin yaşandığı ve anlaşılan daha da epey bir yaşanacağı alanlar. Kültür endüstrisi, dedik: Gerçekten var böyle bir şey ve bu, eklemek zorundayız, maalesef solcuların sırtında yükselen somut bir “şey”.

En etkili olduğu yerler, solun soluğunu kesmeyi ve kendisini de solcu olarak yutturmayı başaranların cirit attığı medya kuruluşlarıdır. Bu kuruluşların “Biz gazeteciyiz! ” diye bağıran “çalışanlarını”, tüm kusur, kabahat ve suçları örten bir kisvenin sahipleri sayabiliriz.

Doğrudur: Ana akım medya bu gazetecilere yazdıkları için değil, yazmadıkları ve yazamadıkları için para ödüyor. Bunu sadece tescilli sosyalistler, komünistler yazmıyor. Bunu artık sıradan medya araştırmacıları da söylüyor.

Ana akım medya eğer insanlara yazdıkları için değil yazmadıkları, sakladıkları için para ödüyorsa, böyle bir kurumda görev almanın övünülecek yanı nedir?

Bize bakalım: Ana akım medyada solculuğun veya solcu geçmişin ne anlama geldiğini, CHP’nin  cevval demokratı Enis Berberoğlu’na, Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu’ya, Fatih Çekirge-Murat Yetkin kavram ikizine ve “büyük özgürlükçü” Can Dündar’a sormak gerekmez mi?

Gerekir.

Aslında da tüm Türk medyasına, özellikle de en demokrat iddialı olanlara sormak gerekir.

O halde?

O halde, kültür endüstrisi ve onun tetikçisi/taşıyıcısı medyaya mümkün olan her yerde, onu çok aşan bir yaratıcılıkla, her dilde yanıtlar vermek, toplumun önüne, basit reddiyelerin ötesinde, oligarşik medyayı dağıtabilecek bir derinlik, akıcılık ve yaratıcılıkla çıkmak, sosyalizmi acil, mümkün ve güncel görev sayan solun yakıcı görevlerinden biridir. Belki de birincisidir.

Her yerde, her dilde, her köşede bizim de bayrak göstermemiz gerekir.

Kıymeti kendinden menkul şu mahut “gazeteciliğin”, eğer sosyalizmden koparılmışsa, bir sermaye uşaklığı olduğunu aklımızda tutarak tabii...