Bırakın 2008'den itibaren Avrupa'nın da boğazını sıkan finans krizini, 1929 ve sonrasını bile gölgede bırakacak bir krizden geçiyor dünya kapitalizmi. Bunu sadece kapitalizm düşmanı “kötü niyetli bizler” söylemiyoruz. Kapitalizm yerine demokrasi, özellikle de bizdeki azgelişmiş uşakların ağzının suyunu akıtan şu saçma sapan “Avrupa demokrasisi” meftunları da söylüyor.
Avrupa çok zor durumda. Bırakın on yıllardır AB'nin kaymağını yiyen üç-beş metropolün finansmanını sırtlamış yoksulları, AB çeperindekiler yani, en zengin ülke bile dağılma telaşına kapıldı.
Kapılmadı mı?
Büyük Almanya, yakın çevresindeki uydularıyla birlikte ve sermaye sınıfıyla onun siyasetteki tetikçileri üzerinden, korkuyla sarsılmıyor da, biz başka bir sahne mi yaşıyoruz?
Dünya ölçeğinde bir kriz bu ve aslına bakılırsa şu “mahut” virüsle pek ilgisi yok. Hiç ilgisi yok diyemeyiz, iktidarları şallak mallak ettiği anlaşılıyor, ama ekonomideki yıkım çok önceleri başlamıştı. Falan veya filan virüs bu çapta bir krizin nedeni olamaz. Ama tabii hızlandıranı olabilir. Bunu açıkça yazan ciddi sol iktisatçılar var. Aşağıda değiniyoruz.
İslamcı Ankara'ya kimin nasıl baktığını merak eden var mı?
Yerleşik siyasal ve toplumsal sistem içinde, emperyalist-kapitalist sistemin efendileri, çeşitli hizipleriyle resmen didişirken, acaba AKP Türkiyesi'ni nasıl görüyorlar? İslamcı Ankara'nın çok şımardığına da mı inanıyorlar. Ayar verme hesapları mı yapıyorlar? Ayar güçleri var mı?
İslamcı Ankara veya Erdoğan rejimi, böylece kendi ayağına sıkmış oldu. Edirne'den ve Ege'den Yunanistan'a yönlendirilen binlerce mülteciden söz ediyoruz: Avrupa, mülteci yüz binleri kaldıracak durumda değil. Ekonomik nedenlerin bir rolü yok bu reddiyede. Sorun siyasal. Hatta toplumsal.
AKP Türkiyesi'nden söz etmiyoruz. İslamcı Ankara'nın söylediği hiçbir şeye inanılmaz, o bataklıktan temiz ve doğru hiçbir şey çıkmaz. “Hakikat mezhabası” bir rejim bu sonuçta. İşi, “doğrulanmış gerçeklik” diye de tanımlayabileceğimiz hakikati imha etmek. Bu kasap sürüsü, bu görevin üstesinden, sağ üniformalarla gelemeyeceğini iyi biliyordu, solu kullanmak zorundaydı.
Sorarak başlayalım: Sosyalizm iddialı bir solun nasıl likide edileceğini, sıfırlanacağını merak mı ediyorsunuz? Yanıtı basit: Böyle bir solun içine kurt düşürür, onu sağda sol ve solcu aramaya mahkûm ederseniz, kolayca başarıya ulaşırsınız. 1989'da Avrupa'da sosyalist hükümetlerin yıkılması, tam da böyle bir operasyondu. Barış içinde birlikte yaşadılar ve sosyalizm yaşlı kıtadan silindi.
Açık söylemek, ama ondan önce açıkça sormak gerek: Ekonomik bir dev, siyasi cüce olarak ne kadar kalır? Ekonomik dev denebilecek bir ülkenin, askeri cüceliği ne kadar sürer? Böyle bir ülke, “devliğini” siyasi ve askeri bir cüce olarak ne kadar sürdürebilir?
Dev, çıkarlarını bu iki düzlemde de korumak ve geliştirmek isteyecektir.
Yeşiller Partisi, Federal Almanya'da 40'ıncı kuruluş yılını kutladı. Bu arada önceki günlerde Viyana'da Hıristiyan demokratların (ÖVP) hükümet ortağı da oldular. Kısa bir süre sonra benzer bir tablonun, yani Hıristiyan demokratlarla Yeşiller'in hükümet kurma pratiğinin Berlin'de de ortaya çıkacağı söylenebilir.
Suskunluğun şiirini de yazmış bir Heinrich Heine'yi gelin de hatırlamayın. Geliriz.
Önce soralım: Kasım Süleymani ile, acaba, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun veliahtı Arşidük Franz Ferdinand mı öldürülmüş oldu? Tarih tekerrür etmez, doğrudur, ama olaylar arasında benzerlikler bulmak da mı yasak?
Şaşkın ördek gibi bir yol bulmaya çalışıyorlar. Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt'ın “demokrasilerin nasıl öldüğünü” anlatmaya çalıştıkları ve hemen diğer Avrupa dillerine çevrilen kitaplarında da (“How Democracies Die”) görüyoruz. “Soğuk Savaş bittiğinden beri demokratik çöküşlerin çoğunun nedeni generaller ve askerler değil, seçilmiş hükümetlerdi” diyorlar.
Emperyalist bir ülkenin asıl kurucu ve kurtarıcıları, sermayeye hizmet için sosyal demokrat renklerin kanadında yarışıyor. Buna yeniden ve yeniden tanık oluyoruz. Türkiye'nin dünya emperyalist sistemi içindeki en önemli dış bağlantısı Almanya'ya şöyle bir göz atmak yeterli.
Türkiye'de sosyalist iktidarın toplumsal kurtuluş ve yeniden kuruluş için tek çare olduğunu söyleyenler açısından, AKP şiddeti yeni boyutlar alıyor.
AKP, bir şiddetler kombinasyonudur. Liberal şiddetin önünü açtığı faşist (“İslamist”) bir terör rejiminden söz ediyoruz. Nasıl mı?
Son aşamadayız. Ama bu aşamanın ne zaman büyük bir altüst oluşa evrileceğini bilemiyoruz. Biriken enerjinin, kapıdaki Marmara-İstanbul depremini aratmayacak boyutlar aldığını ezbere söyleyebiliriz. Ne zaman patlayacağını bilemeden.
Mümtaz Hoca'yı fakültede görürdük, ama ben SBF'de 70'lerin ikinci yarısında öğrenci oldum, eşinin tedavisi, ölümü gibi nedenlerle de olabilir, o yıllarda Hocamızı pek sık göremezdik. Belki de ben göremezdim. Sonra bir gün, Cinnah Caddesi'yle Farabi Sokağın kesiştiği yerde, bir sabah, ellerinden tuttuğu sapsarı iki kız çocuğuyla dolmuş durağının orada birdenbire karşıma çıktı.
9 Kasım geride kaldı. Dünya gericiliğinin“ altın vuruşu” diyebiliriz. Ancak 9 Kasım 1938ʼde Almanyaʼda havraların ve Yahudilerin, o bahaneyle ilericilerin ateşe verilmesi (“Kristallnacht”) değil, asıl 9 Kasım 1989, müthiş bir coğrafyadaki büyük yükselişe karşı devreye sokulmuş “altın vuruş”tu. Sosyalizm Avrupaʼdan ilk 9 Kasım ʼla değil, 50 yıl sonraki “özgürlükçü” 9 Kasımʼla kazınabildi.
“Tıpış tıpış sandığa gidip” her türlü gericiye solculuk adına oy yağdıran “cumhuriyetçiler”, acaba ne kadar cumhuriyetçi? Ne kadar samimiler? Bunu hiç sorduk mu?
Özellikle Anadolu'nun kadim bir halkına, Ermeni halkına karşı artık kirli ve şerefsiz Osmanlı hanedanının işlediği tehcir suçunun sonuçlarını “Kemalistler”, hatta “sol Kemalistler” hiç düşündü ve gereğini yerine getirdi mi?
Hafta sonuna doğru, Türkiye'nin de yer aldığı Almanya'nın arka bahçesine yönelik bazı öneriler gündemi karıştırdı.
Final, kanlı bir komedi mi olacak? Sahne, Mussolini'nin, Saddam'ın sonlarına yürüme kararı aldığı zamanları hatırlatıyor. Hatırlatmıyor mu? Doğrudur, tarihte hiçbir şey, hiçbir kişi ve olay aynen yaşanmaz. Marx'ın Hegel'e, tarihteki büyük olay ve kişilerle ilgili saptaması nedeniyle yaptığı o muhteşem “maskaralık” katkısını hiç unutmayan marksistlerin iyi bildiği bir gerçek bu.
Sadece “biz” değil, herkes bağırıyor. Türkiye çöküyor ve Erdoğan rejimi Avrupa siyasetinde tüm dayanaklarını yitirmiş durumda. En azından görünür desteğini yitirmiş durumda, ama Ankara'nın İslamcıları galiba el altından yaptıkları gizli anlaşmalarla peynir gemisini yürütmeye çalışıyorlar. IMF, öyle. Alman İçişleri Bakanı Horst Seehofer'in ziyareti öyle.
Üzerinden 30 yıl geçmiş, sanki dün gibi: Eşitlikçi bir toplumsal sistem yıkıldı, ülkeler altüst oldu, halkların tüm değerleri pazara çıkarıldı ve o halklardan etkili bir tepki çıkmadı, kimsenin gıkı çıkmadı. Bu korkunç karşıdevrimin sonuçlarını ağırlaşarak üzerimizde duyuyoruz.
Avrupa'da çözülen, sonra da yaşlı kıtadan adeta kazınan sosyalizmdir, derdimiz.
Yineleyip duruyoruz, ama yinelemezsek de olmuyor ki: İslamcı Ankara'nın boyunduruğu altındaki Türkiye çözülmüyor, çöküyor; hem de gürültüyle çöküyor. Biz burada zaman zaman “çözülüyor bu ülke” diye yazarken iyimsermişiz. Korkunç sesler duyuluyor artık ve “bu daha başlangıç”.
Eski faşizmler, komünistlerin temsil ettiği sosyalist iktidar tehdidine karşı sermayenin bir yanıtıydı.
Eski çamlar bardak oldu, denebilir. Belki: 21'inci yüzyılda palazlanan yeni faşizmlerin, komünist etkinin sıfırlandığı bir zaman ve mekânda, özellikle metropollerde, çok daha acımasız sonuçlar vereceğini düşünme hakkımız var.
Neden mi?
Sanki Aydemir Güler'in Gelenek'in yeni sayısında yaptığı bir saptamayı doğrulamak istiyorlar: “Türkiye toplumu bugün Osmanlıdan Cumhuriyete geçişten daha şiddetli bir altüst oluş yaşıyor. Emperyalist-kapitalist sistem geçmişte dünya savaşlarının patladığı momentlerdekinden aşağı kalmayan bir dağınıklık sergiliyor.”
Üç noktadan hareketle ekleyeceklerimiz var.
1.
Dünya kapitalist sisteminde (“kumarhane”) biriken ve her saniye inanılmaz boyutlarda yeniden üretilen paranın mal ve hizmet cinsinden karşılıksızlığı çoktandır kitaplara konu oluyordu. Karşılıksız trilyonlarca doların avronun büyüme hızı, sistemi dibe çekiyor. Gerçi kültür endüstrisi ve demokrasi maskesi, acı gerçeklerin görülmesine şimdilik engel olabildi.
Anladık, Almanya'daki sermaye ve siyaset sınıfı gerekli kayıtları tutuyor, notlar alıyor.
Kolay solcularadır sözümüz, açık olsun: Üzerinize sol bir şal atınca, her şeyi yapma, her kire bulaşma, her kucağa oturma hakkını mı kazanıyorsunuz? Öyle mi kazandınız?
Friedrich Dürrenmatt, “Der Richter und Sein Henker”de (Yargıç ve Celladı) geçen yüzyılın başlarında, muhtemelen Meşrutiyet günlerinde, “Konstantinopel”de işlenen ve hasır altı edilen bir cinayetin ardını, biraz da onun 1940’ların sonunda İsviçre’deki devamını kovalar; malum.
Kitapta bir ara Gastmann, komiser Bärlach’a 40 yıllık bir maceranın özlü dökümünü çıkarma ihtiyacı duyar.
Ana akım medya kapatır, kapatmak ister, tamam, ama birçok şeyi de farkında olmadan açık eder; tabii sorulan sorular yetkin ve doğruysa... Sonuçta büyük sermaye ve tetikçilerinden söz ediyoruz. Halkı sömürmeye mahkûm sermaye, örtmek isterken her şeyi açığa çıkarıverir; devrimler biraz da bu sayede mümkün olur.
Hep söylüyoruz ve sadece biz üzerine üzerine gidiyoruz: Solun içinde en az 42 yıldır yoğun bir sosyalizm korkusu var. Hâlâ yenemediğimiz ve Türkiye’de her türlü ilericiliğin üzerine ölü toprağı serpebilen bir korku bu.
Gözlemlerimizin sonucudur: “Ekremeddin” projesinin arkasında Berlin var. Alman medyasında şöyle bir gezinmek, Berlin başta olmak üzere Alman siyaset sınıfının ilk İstanbul tepkilerini toparlamak, bu saptamayı bile gereksizleştiriyor. Rüzgârın yıllardır nereden estiği o kadar açık ki...
“Ekremeddin Projesi”, Berlin olmazsa yürümez.
Evet, korku saf değiştiriyor. Son gelişmelerdeki tek olumlu yan, bu. Ne demek istediğimize, ileri zamanlarda değineceğiz. Haziran günlerinde birden patlayan, sonra ise ortadan kaybolmayan, o zamandan beri içten içe işleyen bu saf değiştirme eyleminin bazı sonuçlarını yaşıyoruz. Korkaklar değil, korku deplase oluyor. Bakacağız.
Saklamadan söyleyelim; adresi malumdur: Kendileri o kadar düzeysiz, omurgasız ve satışa teşneydi ki, solculuk adına, zekâsı ve kapasitesi en fazla alay konusu olabilecek bir “çakma reisi”, siyaseten çok kıvrak ve düzeyli, hatta kaliteli ya da kurnaz falan diye övebiliyorlardı. Böyle bir muhalefetin 17 despotizm yılını ve cumhuriyetin kazınmasını mümkün kıldığını unutmuyoruz.
Sosyal demokrasi gömlek mi değiştiriyor? Değiştirecek halde mi ve, asıl önemlisi, ortada bir gömlek var mı? Bu değiştirme telaşını nasıl ciddiye alacağız? Yoksullarda ve zenginlerde, sosyal demokrasi yeni ve sol bir inandırıcılık kazanabilir mi?
Ankara’yı İslamcı AKP’nin gaspetmesinden önce ve sonra, Türkiye’nin en çok bağımlı olduğu dış merkez, metropol vs. Federal Almanya’ydı. Hâlâ da öyle. Bu merkezde siyasi işler pek iyi gitmiyor. Tıpkı uydusu Avusturya gibi...
“Reis ülkesindeki” parlamentoyla (Ankara), demokratik AB’nin parlamentosu (Brüksel-Strasbourg) birbirinden çok mu farklı gerçekten?
Metastaz, bir kitap başlığı olarak gerçekten de akıl açıcı, doğrudur, ama toplumsal kurumların yaşam pratikleriyle insan tekinin yaşam pratiğine dahil tıbbi teşhisler sadece bir noktaya kadar, o da çok küçük, paralellikler gösteriyor. Bunu kabullenmek durumundayız.
Sezar’ın hakkı Sezar’a; ortada büyük bir rakam var: 200 bin adet basılıp dağıtıma verilmiş bir araştırmacı gazetecilik veriminden söz ediyoruz. “Metastaz”, son dönemin büyük ve hak edilmiş bir yayıncılık başarısı. İki Barışlar, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu, sahneyi altüst etmeyi başardı; kabul edilmeli.
İkisinin de kaderi birbirini andırıyor. Aynı yaştalar. Aynı zaman kesitinde yükseldiler, aynı zamanlarda bitebilirler. Bitecekler. Sahneden art arda çekilecekler. Öyle görünüyor. Elbette çekilme biçimleri birbirinden farklı olacak.
Açık olsun: Bu satırları, soylu bir komünist kadının adını taşıyan “pek solcu” bir vakfın düzenlediği, Türkiye’nin tüm ilerici mücadele tarihinin güle oynaya anomali ilan edildiği, her biri diğerinden kirli oyunların kuklasına dönüşmüş “demokrat militanların” bir toplantısına “davetsiz misafir kontenjanından” talihsiz bir gözlemci olarak kısmen tanık olmaktan duyduğum tarihsel utancı kusabilmek
Türkiye, önümüzdeki haftadan itibaren yeni kırılmalara gebe bir sürece girecek. Bunu görmek değil, görmemek özel bir beceri gerektiriyor. Ya da İslamcı Ankara’nın uzantısı olmayı...
Sorumuz, şu: Türkiye ekonomisindeki yıkım artık Atlantik ötesinden gelen talimatlar üzerinden mi, yoksa birinci derecede bağımlı olduğu Avrupa Almanyası üzerinden mi daha kolay anlaşılabilir?
Yerel seçim oyunu, sadece AKP ve sözde muhalifleri için değil, fakat bir bütün olarak kapitalist sistem için bazı sürprizlerle sonuçlanacak gibi. “Çöküş cilveleri” denebilir. Peki, Türkiye kapitalizmi çöküşte de, göbeğinden bağımlı olduğu Avrupa kapitalizmi daha mı iyi durumda? Değil. O nedenle olmalı, ne Türkiye’nin ne de Almanya Avrupası’nın büyük sermayesi endişelerini gizleyebiliyor.
Şöyle bir şey düşünün: Diyelim, Ankara’da Nâzım Hikmet Tiyatrosu var veya Mahir Çayan Sahnesi ya da Behice Boran Operası... Ve bunlardan birinde Alparslan Türkeş veya Abdullah Çatlı ya da Haluk Kırcı etrafındaki “mitos” ve “mitler” işleniyor, sahneleniyor. Bu “önderlerin” etrafında oluşturulmuş sislerin “sanatsal dökümü” veriliyor. Modern bir yorumla (“HipHopera”) izleyici önüne çıkılıyor.
Gerçi burada zaman zaman yazdık, ama yinelemekte fayda var: Dünyadaki devrimci hareket, Sovyetler Birliği öncülüğünde, azgın Hitlerizm ve yandaşlarıyla savaştığı yıllarda taktik bir adım atmıştı. Bu adım (“faşizme karşı birleşik cephe”) tarihsel çerçevesinden koparılarak genelleştirildi ve zaman içinde “anti-tekel ileri demokrasi” türü büyük yanılgılarla birleştirildi.
Hafta sonundaki bir militarist konferans, ki gelenekseldir, muktedirlerin, hegemonların, efendilerin vs. birbirlerine “kafa göz girmeye başladığını” gösterdi. Sadece bizde değil, dünyada da kriz iklimi yayılıyor.
Gelişmekte olan ülke piyasaları arasında en kötü durumda olan Türkiye ve onun şirketleriymiş. “Yükselen Piyasalar” başlığı altındaki yeni tablolar Türkiye’deki şirket hisse senetlerinin 2018’de yüzde 20’lerde bir değer düşüşü yaşadığını, bu gerilemenin 2019’da yüzde 64’ü bulacağını gösteriyor. Türkiye çökmüş durumda.
Erdoğan ve AKP gidecek de, iktidara sosyal demokratlar mı gelecek? Türkiye’nin üzerine çöken krizden, AKP’den pek bir farkı bulunmayan şu sosyal demokrat mafyayla mı çıkılacak? Erdoğan ile Kılıçdaroğlu ekibi veya Türkist Akşener ya da Kürdist sosyal demokratlar arasında nitel bir fark var mı?
Bunlar, yanıtı olumsuz sorulardır.
Tarzan zor durumda falan değil, resmen dağılıyor. Çevre koşulları nedeniyle, Türkiye’deki İslamcıları, “Tarzan” başta olmak üzere, çok zor, hatta felaketlere pek açık bir yıl bekliyor. 1 Nisan’a kadar nasıl gelecekleri belli değil, ama ondan sonra ne olacağı şimdiden belli: Milletin canına okuyacaklar.
Korkunç bir belirsizlikten geçiyoruz. Göz gözü görmez bir sis. Soluk da alınamıyor. Bu sisin ne zaman çekileceğini kimse bilmiyor. Daha da patlamaları yaşamış değiliz.
Bunlar mı pek bir arkadan geliyor, yoksa biz mi fazla öndeyiz? Bu sorunun yanıtı yok. Sormaya gerek de yok.
Çünkü her şey ortada. “Parçacıklar siyaseti”, bağımlı ülkelerin küçümen parçalara ayrılması, emperyalist temelin bir tür üstyapısına dönüşeli çok oldu. Hatta bu parçalanma pratiği metropolleri de pençesine almış görünüyor.
Bir kitabı Yazılama Yayınları bünyesinde Türkçeye de kazandırılan (“Her Zaman Tetikte”) çalışkan Alman yazar Jörg Kronauer, hâlâ Alman radikal solunun aylık gıdası konumundaki “Konkret” dergisinin geçen ayki sayısında, ABD, Rusya ve Çin ile Almanya arasındaki sürtüşmeli bağları, daha doğrusu emperyalist piramidin üst katlarındaki didişmenin seyrini irdeledi.
En korkunç özelliğimiz ne mi?
Anlatacağız.
Ama önce iki gazete haberine dikkat çekelim. Birincisi bir söyleşi. İspanya Komünist Partisi (PCE) Genel Sekreteri Enrique Santiago Romero, “Junge Welt” gazetesinin hafta sonu sayısındaki geniş bir söyleşide, soruları yanıtladı. “Bu AB’yi değiştirmek imkânsız gibi bir şey” başlıklı söyleşide şu ifadeler dikkat çekti:
Parlak bir saptamadan hareket edebiliriz: “Böyledir, karşı devrim günlerinde geri olan ne varsa parlak görünür.” Orhan Gökdemir’in, son 38 yılımızın özeti niteliğindeki bu yaratıcı vurgusuna belki şunu ekleyebiliriz: “Devrim günlerinde ileri olan ne varsa parlak görünür. Görünmeyenler de, gösterilir.”
Bir şeyleri parlak göstermemiz boşuna değil yani.
Türkiye’deki krizin giderek ağırlaştığı, artık Batı dünyasının ve büyük sermayenin açıkça tartışmaya açtığı bir konu. Çöküş, ortada. Yeni dönemin sorusu ve sorunu, galiba bu çöküşün ne zaman vuku bulacağı falan da değil, kime yarayacağı...
Soldayız ve sosyalizmin artık tek çıkar yol olduğunu söylüyoruz. Beklentilerimiz veya hedeflerimizle, isteyen umutlarımız olarak da anlayabilir, bulunduğumuz yer arasında bir uyumsuzluk mu var? Bir açı? Bir kapanmaz mesafe?
Evet, bir uyumsuzluk var. Bir açı var. Kapatabileceğimiz bir mesafe var.
Var ama, biz işte tam da o uyumsuzluk, o açı, o mesafe nedeniyle sahnedeyiz.
Hannibal'a muhtemelen 19'uncu yüzyılda tarihçilerce yakıştırılan, yani kaynağı bayağı kuşkulu ünlü sözü düzeltme zamanıdır: “Ya yeni bir yol bulacağım, ya yeni bir yol yapacağım.”
Roma'yı işgal için planlar yapan Kartacalı komutan adına, doğrusu iyi uydurulmuş bu sözü, bu ikilemi, bugün artık tamamen geçersiz ilan etmek zorundayız. Günümüz kurtuluşçuları için, böyle bir yol ağzı yok.
Fiyasko o kadar açık ki... Saklanır gibi değil, ama kimse bunu “mesele” etmiyor, etmeyecek.
Fena korkuyorlar. Dünyanın, hadi bizim buralarda kalalım, Avrupa’nın en zenginleri de endişeli bir bekleyiş içine girdi.
Neden mi?
Avrupa’da geçen yüzyılın ilk yarısında, faşist partiler, diğer sağ partileri kullanarak ve sosyal demokrasinin işçi sınıfı hareketini paramparça eden yardımlarından yararlanarak, kendi program ve örgütlülüklerini başat hareket haline getirmişti. Hitler ve Mussolini, en tipik örnekler; malûm.
Ankara’nın İslamcıları, şu sıralarda ne kadar övünseler ve “Abdülhamid Han”ın meşru evlatları olduklarını ne kadar vurgulasalar yeridir. Baksanıza ABD ile AB ve Almanya resmen birbirine girdi. Ticaret savaşları patlak veriyor. O zaman “III. Abdülhamid” ve adamları, emperyalistler arasındaki çatışmaları kullanarak “Yeni Osmanlı”yı feraha çıkarabilir.
Yapabilirler mi?
Türkiye’nin batarken İspanyol, Fransız ve hatta İtalyan bankalarını da dibe çekeceği ortaya çıkalı çok oldu. Alman banka sistemi Türkiye mali sistemini yakından ve reel ekonomiden hareketle, çok iyi tanıyor; galiba bu nedenle mesafeli: Alman kredi kuruluşlarının Türkiye’de topu topu 17 milyar dolarlık bir alacak tutarı var.
Serbest düşüşteki Türkiye’nin yönetim kadroları, tamam, yönetmede ortaklar, ama hiç de birlik ve beraberlik içinde değiller.
Washington’un geçen hafta biterken verdiği start, sonuçsuz kalmayacak.
Bugünkü dolar fiyatı bir “Kara Ağustos”a girildiğini de ilan edebilir.
Ne mi oluyor?
1.
Türkiye üzerinde bir etkisi olabilir mi?
Washington’da Türk mallarına gümrük zorlukları çıkarılmasıyla ilgili hesaplar falan yapıldığı sızdırılıyor. Olur mu? Olursa, bu Ankara’yı çok mu fena vurur?
İş sanıldığından daha tehlikeli; kanlı bir batağa son hızla giriyoruz.
Emperyalist merkezler de bu gelişmeden masun değil. Göçmen hareketleri bile metropolleri sarsmaya yetti. Tabii, yeni önlemler alınması için yapılan önerilerin ardı arkası kesilmiyor.
Tehlikeli öneriler bunlar.
Sosyalizm tarihine nasıl bakacağız? Olmamış gibi mi? Hiç yaşanmamış gibi mi? Daha açık bir ifadeyle: Sosyalizm ve sosyal mücadeleler tarihinin tartışmaları sonuçsuz mu kabul edilmeli?
Hiçbiri tutmadı. Hiçbiri tutmayacak. Ama buna rağmen o hesaplar yapılıyor, anlaşılan daha da yapılacak.
Ne mi?
Hep soruyoruz: Bizde durum berbat da AB’nin merkezinde, hatta hegemon ülkesinde durum çok mu iyi? Bu satırlar yazılırken, Başbakan Angela Merkel’in yolun sonuna birdenbire nasıl geldiğine yanıtlar aranıyordu Alman medyasında. Berlin’deki “büyük koalisyon” bitebilir. Alman sağı kendi içinde darmaduman...
Solculuk adına toz kondurulmayan partiler, bizi hiç şaşırtmayan, ama ne kadar milliyetçi ve dinci varsa onlarla el ele “devrimci milletvekilliği” avına çıkanları pek şaşırtan açıklamalarla seçimleri noktaladılar. Avrupa’yı da şaşırttıkları söylenebilir. Medyaya bakarak söylenebilir.
Türkiye karışık da, dünya ve Avrupa sakin mi?
Ankara’nın İslamcıları, yönetemiyor. 24 Haziran gecesinden itibaren dananın kuyruğu çok fena kopacak. Muhalefetin ittifakları da farklı değil. Malum. Peki, Türkiye’nin iplerini elinde tutan Almanya Avrupası’nda durum farklı mı? Misal...
Bir konu açıklık kazanalı çok oldu: Türkiye, nüfusu 37 milyon civarındayken, 1970’lerin başında, Federal Almanya’nın kanatları altında neredeyse bir “vassal” kimliği kazanmaya başlamıştı bile. Ekonomi üzerinden tabii...
Her şey var ve bizim dışımızdaki herkes bu “mezbaha şenliklerinde”, isteyen seçim kampanyaları diye de okuyabilir, bir yerlere gelmek istiyor. Milletvekili falan “atanınca” ciddi ciddi bir şey yapabileceklerini sanıyorlar. Aralarında bu kalabalıkta sol siyaset adına bir balık kapma çabalarını kendilerine hiç yakıştıramadıklarımız yok değil.
Bataklığımızda durum vahim. Recep ayından Muharrem ayına geçiş yapacağımızı iddia edenler var. Bunun ferahlık getireceğine solculuk adına inananlar bile var. Yine solculuk adına faşige Akşenerler, Aziz Nesin’i vaktiyle her nasılsa “elinden kaçırmış” İslamcı Karamollaoğlular falan el üstünde tutulabiliyor. Çöplük kaderi bu değil mi?
Liberal gericiliğe entelektüel bombardıman sürüyor. Üst üste kitaplar yayımlanıyor. Biri Yalçın Küçük Hocamızın iki yol arkadaşı B. Sadık Albayrak ve Taylan Kara ile birlikte yayımladığı “Kir Teorisi”. Diğeri yazarımız Orhan Gökdemir’in yine ilginç yeni kitabı “AKP’li Yıllarda Türkiye’nin Düzeni”.
İslamcı Ankara’nın kirli seçim oyunu, Avrupa’nın göbeğinde de trajediler üretebilir. Batı Avrupa’da ciddi boyutlarda bir Türkiye kökenli topluluk var, malum. Nüfusu 5 milyonun çok üzerinde. Bunun 3 milyonu Almanya’da yaşıyor.
Bunlarda kafa mı kaldı? Hâlâ yeni koşullarda kendilerine bir işlev vehmedebilen bazı liberallerden söz ediyoruz. Kapitalizmin her pisliğinde mutlaka bir boncuk bulmayı beceren “demokratların” hırsından... Maalesef solu da felç edebilmiş bir zihniyetten...
O kadar ortada ki, ilgili ve bu ilginin hakkını veren çevrelerin dikkatini çekmemesi mümkün değil: İslamcı Ankara’nın militanları, her sektördeki militanları, sandıkta oy toplayabiliyorlar, bayilerde gazetelerini yayıyorlar ve televizyon ekranlarında milyonları bayağılıklarına, denetlenmiş dizi filmlere kilitleyebiliyorlar.
Yorulmak bilmeden çalışıyor, ama nedense pek gündeme getirilmiyor; belki Türkiye’nin karşıdevrim sürecindeki kültür atmosferi nedeniyledir. Oysa Ruhi Su sonrasındaki en ciddi birkaç müzik adamımızdan biri, Hasan Yükselir. Az rastlanır sesiyle, son derece donanımlı bir yorumcu olarak da özgün bir dünya kurduğu ortada. Albümleri milyonlar satmıyor, konserlerinde stadyumlar dolmuyor.
İsteyen, “Boş ver, bu adam zaten ne dediğini pek bilmez” diye görmezlikten gelebilir. Berlin’in, Ankara’da cumhuriyetin yıkılıp yerine mafya ekonomisine dayalı dinci bir emirlik-şeyhlik kurulduğunu (“Tayyibistan”) sayesinde tüm dünyaya kanıtlayabildiği bir gazetecinin dünkü demecinden söz açacağız.
Anlaşıldı: Sosyalizmle yakından uzaktan ilişkisi olmayan, ama “mış gibi” yapan ucuz hamasi lafazanlıklarla sahneye çıkacaklar, herhangi bir plan ve program olmadan, üç-beş kişi bir araya gelecekler ve koca bir ülkenin kaderini değiştirecekleri rüyasına yatacaklar. El çabukluğuyla ve tabii en kirli ortamlarda bile “asıl hedefi -bu sosyalizm falan oluyor herhalde- bir an bile unutmadan”.
Davulun sesi uzaktan da yakından da hoş gelmiyor artık. Avrupa kapitalizmi zor günlerden geçiyor. İki tuhaf gelişmenin pençesinde. Marksistler için olağan bir süreç bu. Fakat 150 yıldır marksizmi şöyle veya böyle, sürekli indirgemecilikle (“her şeyin başı ekonomiymiş”) suçlayan demokrat döküntülerin de bu tuhaflığa bir yanıt bulamadığını görüyoruz.
Çağdaş gericiliğin tanımını mı istiyorsunuz? Biri de insanların kökenleriyle ilgili sınıflamalar yapması ve kendine (daha doğrusu “özel mülkiyet ve kâr rejimine”) yarayanların dışındakileri, etnik, dinsel, dilsel, kültürel, cinsel vs. kökenleri/kimlikleri itibariyle saf dışı bırakmasıdır. Etnik ve dinsel tanımlar, günümüzün tek ayrım noktası değil.
Tamam. Ellerinden kurtuldu. Ankara’nın barbar İslamcıları ömründen bir yıl kopardı gerçi, ama geçti artık. Peki bu eziyet, onu bizim kahramanımız mı yapmalı?
Kimse kimseyi aldatmaya kalkmasın: Murat Belge-İlber Ortaylı kavram çifti sosyalizme ne kadar düşmansa, bunların yetiştirdikleri çıraklar ne kadar bizden nefret ediyorsa, Almanya’nın Deniz Yücelleri de öyledir.
Açık yürekli olalım. Siyaset, bütün toplumsal alanların anası konumundadır. En azından bizim için. Malum; biz hep siyasetin “kim için” olduğunu sorarak başlarız işe. Emekçiler ve aydınlanma içerikli siyaseti hep de en üste yerleştiririz.
İyi.
Türkiye’yi artık yerle bir etmiş İslamcıların işgali 2002 sonunda açıkça başladığından beri (“Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş”), burada çok yazdık. Bu cahil tüccar imamların tek iktisat politikasının, ülkeyi emperyalizme tümüyle satarak kendilerini garantiye alma “güdüsü” olduğunu ileri sürdük. Emperyalist metropolleri sevindirik eden bir hırstı bu.
Herhalde 12 Eylül’den beri verdiğimiz resmin kalıcı olduğunu düşünüyor sermaye ve onun “demokratları”. Kafalarındaki şöyle özetlenebilir: “Bunlar yarış atları, ama en az bir bacağını kırdığımız yarış atları, bu yarışı kazanmaları mümkün değil, hatta hâlâ yarışta ve parkurda dolanmaları bile mucize.”
Mucize?
Bir yalan fırtınası bu. İsteyen “gerçekleri saklamak” diye de okuyabilir ve o, daha açıklayıcı olabilir. Sosyalizm bu dünyadan bir sistem olarak çekilip geriye bir enkaz bıraktığından beri bu, çok daha fazla böyle. Kör kör gözüm parmağına denilebilecek ölçülerde hem de.
Bir şeyi iyi becerdi bu emperyalistler, haklarını yemeyelim: Savaşlardan çok çekmiş Avrupa’da 1945’ten 1998’e kadar süren açık savaşsız dönemin, bir Avrupa Birliği (AB) marifeti olduğunu milletin kafasına soktular. Yugoslavya silindi gitti, ama o coğrafyadaki iç çatışmalar, hadi huzursuzluklar diyelim, ufak ufak devam ediyor.
Biraz geriden alalım: Sosyalist sistemin bir dünya gücü olduğu yıllarda, 1970’lerin sonu, 12 Eylül arifesi, krizin vurduğu Türkiye’de burjuvazinin ve solun kendisine mahkûm olduğunu düşünen Bülent Ecevit, ülkede kısa süreli bir faşist darbe iktidarı yaşanabileceği, ama küçük bir hapislik sonrasında kendisinin (CHP’nin başında veya başka şekilde) tek başına iktidar olabileceği kanısındaydı.
Çöktüler. Çöküyorlar. Ama bir seçenek çıkmasını da önleyebiliyorlar: Medyadan, hani şu kapitalizmin ihtiyaç duyduğu bireyi yaratan, toplumları bilgi ve haber bombardımanıyla atomize edip tek tek insanları en ilkel güdülerine sıkıştırmaya zorlayan “kitle imha silahlarından” söz açıyoruz.
Emperyalist sistemin açmazları, artık merkezdeki zenginlerin de elini ayağını bağlıyor, tıkanmalar sıklaşıyor: Sadece kenarda, daha doğrusu görece az gelişmişlerde değil, metropollerde de eskisi gibi yönetemez oluyorlar. Yeni yollar arıyorlar. Bulamıyorlar.
Kriz sadece bizde mi var? Metropoller günlük güneşlik mi gerçekten? O zaman neden bu kadar zorlanıyorlar? Bizdeki “istikşafi müzakereleri“ aratmayan koalisyon pazarlıkları, Almanya-Avusturya hattında aynen revam ediyor. Hıristiyan demokratlar (CDU ve CSU) ile liberaller (FDP) ve acımasızlıkta onları hiç aratmayan Yeşiller arasındaki koalisyon görüşmeleri dün gece kesiliverdi. Neden?
Büyük Ekim’in 100’üncü yılında, onun Türkiye’deki cumhuriyetçi atılımın da nihai tetikçisi olduğu iyice ortaya çıktı. Genç TKP’nin son vurguları, Türkiye’deki devrim mücadelesinin hangi yol haritasından geçeceğini göstermiş sayılmalıdır.
Ne mi?
Katalonya bir meseleyi açık etti: Komşuna attığın taş seni de vurur. Komşuda pişer, sana da düşer. Daha doğrusu, komşuda pişirdiğini, er ya da geç sende de pişirirler. Servetine ve kalabalık nüfusuna güvenerek “Bize bir şey olmaz” diyen devletler bile, nasıl yanıldıklarını yavaş yavaş anlıyorlar. Özellikle de geçmişte çevrelerine böyle acılar yaşatanlar...
İş bayağı ciddileşti anlaşılan: Almanya’nın sağcı günlük gazetesi Die Welt’in en parlak analistlerinden bir yazarı, yeni dönemin “sağ-daha sağ” koalisyonlarına vurguyla, bir Habsburg Monarşisi veya Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hatırlatmasında bulununca, ister istemez yeni çağrışımları tetiklemiş oldu.
Gerçekten de öyle.
Bir türlü ilan edilmeyen, ama içten içe süren ve derinleşen, er ya da geç tüm boyutlarıyla patlayacak bir içsavaştan geçiyorsak eğer, ki öyle, bu içsavaşın zenginlerini de saptamak durumundayız.
İçeridekileri biliyoruz.
Sorun sadece bizde mi?
Sömürgeleştirilmiş Türkiye’nin siyaset sınıfıyla o ülkeyi sömürgeleştirenlerin, yani metropollerin veya emperyalist merkezlerin siyaset sınıfları arasında çok büyük farklar mı var?
Yok.
Henüz AB’nin, daha doğrusu “Almanya Avrupası”nın merkezine, ki “Almanya-Avusturya hattı” da diyebiliriz, tam girmedi; ama çok alametler belirdi: Ayrılıkçı hareketlere, mevcut ve bayağı da oturmuş devletlerin içinden yeni devletler çıkarma işine yani, hep -nedense- “çeperde” rastlanıyordu, İspanya-Katalonya krizi, bu sorunun merkeze, yani “zengin mutfağına” doğru hareketlendiği yolunda yeni bir
Aradaki büyük bağlantıların nasıl bir kader anlamına geldiğini yakında anlar İslamcı Ankara ve onun cahil, dinci “kadroları”. Türkiye ekonomisinin dış dünyadaki bir numaralı irtibat ve denetim merkezi Almanya’da dün yapılan parlamento seçimlerinden, algılamaları kuşkulu gerçi ya, İslamcı Ankara semalarına bir mesaj geçilmiş oldu.