Viyana kuşatması mı?

Bugün öğleden sonra her sonuç olağan ve her sonuç sürpriz kabul edilebilir Viyana’da: Mektupla kullanılan 885 bin oyun sayımından sonra sonuç açıklanacak ve iki kitle partisinin ölümüne sahne olan Avusturya’da yeni bir dönem başlayacak. Temsili demokrasiye iman edenler için güç, ama halkın yönetime katılmasından dolaysız kurumları anlayanlar ve gelişmeleri sosyalizm filtresinden geçirenler için hiç de şaşırtıcı olmayan bir dönem.

Avrupa bir türlü krizden çıkamıyor. 2007’den beri  derinleşerek ve dünya piyasalarına karşılıksız trilyonlarca dolar ve avro pompalayarak ayakta kalmanın faturasını siyasette de ödemeye başlıyor: Mesela, sosyalizmi tarihe gömen kitle partileri tasfiye ediliyor.

Avusturya, özellikle Almanya-Fransa fay hattındaki yeni kırılmaların  habercisi olarak kabul edilebilir. Yer yer faşizan eğilimler taşıyan bir sağ parti (FPÖ), dün Avusturya’daki tüm partileri karşısına almayı başardı ve ilk sonuçlara göre yüzde 51.9 ile, en azından mektupla verilen oylar sayılana kadar, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturabileceğini ilan etti. Avrupa demokrasisinin merkezinde, kimilerine göre bir Alman eyaleti olan küçük Avusturya, işlerin nereye vardığını göstermesi açısından önemli.

Yöneten AB elitlerine, AB demokrasisine, özellikle emekçi yığınlardan büyük bir tepki, hatta öfke birikmiş olduğunu görüyoruz.  Bu öfkeyi solun değil, sağın değerlendirmesi tarihin acı bir cilvesi değil emperyalist solun bir hizmetidir. Kitleler, kültür endüstrisinin de marifetiyle, çeşitli dinsel güdülerin rüzgarında, kendi somut çıkarlarından çok, değişen ruh halleriyle kararlar alıyor. Avusturya’da bugün öğleden sonra Erdoğan’dan çok farklı olmayan bir adamın cumhurbaşkanlığına, muhtemelen de AKP gibi bir partinin ülkenin bir süre sonra tüm kaderine eline alacağına tanık olacağız. Bu çizginin izdüşümünü bizde Sözcü gibi gazetelerde, bir dönemin Maocu şimdilerin milliyetçi-Erdoğancı partisinde vs. görebilirsiniz.  Ama kenardaki Türkiye’de başarısız olan siyaset, AB’nin merkezinde ortalığı ayağa kaldırabiliyor.

Her neyse, Avusturya’nın dün iki kampa bölündüğü ileri sürenler, asıl meseleyi gözden kaçırıyorlar: AB ikiye bölünmüş durumdadır ve bu bölünmüşlük hızlanarak derinleşecek, yayılacaktır. Yeni sağın Macaristan, Polonya, Danimarka gibi ülkelerden sonra, en önemlisi, Almanya-Fransa hattında  iktidar koltuğuna oturacağı anlaşılıyor.  Sosyalizmden geriye kalmış dünyada ve sosyalizmin adı bile geçmeyen emperyal merkezlerde emek düşmanı ama emek destekli yeni bir hareketlenmeye tanık oluyoruz.  AB’nin bu basınca fazla dayanamayacağını söyleyenlerin ağırlığı artıyor.

Ama Türkiye eğer felaketine Erdoğan’la gidiyorsa, AB de sağ popülist partiler ve kendi Erdoğanlarıyla kendi felaketine koşabilir.

Bu benzerliğin üzerinden yürüyebiliriz:  Türkiye sermayesi, diyelim laik sermayesi Erdoğan rejiminden memnun değil miydi? Türkiye’nin sahibi holdinglerin Erdoğan rejiminde nasıl büyüdüklerini  bilmeyen mi var? Avusturya’da  sermaye neden bu yeni kitlesel ve “eleştirel” sağla çalışmasın?

Bunu, Almanca konuşulan dünyanın en iyi finans analistlerinden sayılan, komünist olmasına rağmen Financial Times Deutschland gibi sonradan batmış bir büyük sermaye gazetesinin kurucularından, şu sıralarda Marx-Engels Vakfı (Marx-Engels-Stiftung) yönetim kurulu üyesi ve önümüzdek haftalarda DKP’nin haftalık gazetesi Unsere Zeit’ın da genel yayın yönetmenliğini üstlenecek  olan Lucas Zeise’nin, “sıfır faiz” çözümlemelerine bağlayabiliriz. Zeise, hafta sonunda Junge Welt gazetesinde şunları da yazdı:  

“Enflasyon hemen hemen sıfır düzeyinde. Normal bankalarda faizler de hemen hemen sıfıra inmiş durumda. Tasarrufçuların durumunun önceki dönemden daha kötü olduğu iddiası finans lobisinin bir uydurmasıdır. Yaşam sigortası yapanlarsa uzun vadeli olmasına rağmen cılız getirileriyle her türden çekiciliğini yitirmiş bulunuyor. Yeni anlaşmalar imzalayan müşteri kalmadı. Bankalar, pek az borçlanan kalmasının ve kalan borçlulardan da hep küçük faizler talep edebilmenin acısı içinde. İşin basiti, piyasada borç verilebilecek çok ama çok fazla para var. Bu da işte faizlerin çok düşük olmasının asıl nedeni.

Bu noktada ekonomistler arasında, marksist olanları da dahil, istisna sayılabilecek şekilde bir görüş birliği egemen. Faiz, temelde krediye yönelik arz ve talep üzerinden belirlenir. Merkez Bankası’nın bu noktada yapabileceği pek az şey var. Gerçi Avrupa Merkez Bankası (EZB), bankaların taze parayı sunma fiyatı olarak yönlendirici faizleri belirler. Ama bunu boşlukta yapmaz. Eğer EZB güncel yönlendirici faizi sıfırdan yüzde yarım oranında yukarıya çekecek olsa, krediye talep artmayacaktır, hele bu pahalılaşan krediye talep hiç artmayacaktır. Böyle bir rotanın muhtemel sonucu banka iflasları olabilir. Bu iflasları engellemek, düşük faizlerle hisse senedi fiyatlarına güç vermek ve böylece zenginlerin zenginliğini daha da arttırmak, Avrupa Merkez Bankası’nın güncel tutumunda asıl suçlanacak olan şeydir.

Bankanın asıl soygunculuğu finans sektöründeki kazanç patlamasını mümkün olduğunca teşvik etmesinde yatıyor. 2007/2008 çöküşünden beri bu konjonktürel yükseliş geçmiş bulunuyor. Ama kazançlar para formunda, kurgusal sermaye halinde mevcut. Sonuç da, aşırı arz. Burada işte o aşırı arzdan söz ediliyor.”

Dünyanın ve AB’nin karşılıksız  bir para seli altında kaldığı koşullarda, siyaset sahnesinin aynen kalması nasıl mümkün olabilir? Sistem kilitlenme yolunda...

Krizden kimlerin kârlı çıktığına, finans sektörünün merkezde sanayi burjuvazisinin eline çalıştığına dikkat çeken Zeise, hem zengin AB ülkelerinin hem de bizim gibilerin iktisadi resmini çekiyor.

Özetle: Krizin yepyeni sürprizlerle sahnede kendisini hatırlatması, patronların fazla telaşa kapılmasını gerektirmiyor. Postmodern uşaklar elbette celallenebilir. İşleri bu. Laik Koç veya Sabancı ya da Boyner vs. Erdoğan rejiminden ve tüccar imamlardan çok mu korkmuştu? Viyana’da,  Berlin-Paris hattında durum neden çok farklı olsun?  

Ama ortada ciddi bir gerginlik var: Emperyal sol, alışılmış kalelerinden atılıyor. Kitle partileri çöküyor. Kriz işte...