Utanç yazısı

Kısa olacak bu yazı.

Hadi “yaz yazısı” diyelim...

Edebiyattan, özellikle de “Türk edebiyatı” denilen günümüzün iğrenç bir bataklığında temiz kalmaya çalışan tek tük isimlerden birinin yazısından hareketle söyleyeceğimiz şeyler olacak. Çünkü, ne olursa olsun, edebiyattan siyasete bir yol var. Tersi de doğru: Siyasetten de edebiyata bir yol var.

Benzerlikler kimseyi şaşırtmamalıdır.

İtiraz, her yerde ve daima bir azınlık olarak ortaya çıkar.

Siyasete bunun nasıl yansıdığı herhalde açıktır. Düne ve İstanbul’a bakalım: Kimilerinin bir zafer sarhoşluğuyla bütün devrimci değerlerimizi pazara sürmenin keyfini yaşadığı, her uzatılan sopanın üzerinden atlamayı kitle mücadelesi ve solculuk diye yutturmaya hazır insanların, cemaatlerini sol adına hiçbir renk taşımayan bir “işbitiricinin” arkasında sosyalist programsız, slogansız, pankartsız sıraya sokmayı siyaset diye kutsadığı bir dönemden geçiyoruz. Çoğunluk, burada. İyi.

Fakat bir de sahnede görmezlikten gelinen bir başka inat var: “İslamcı saldırıya tepki iyidir, sokak da iyidir, ama bunu solu tasfiye için kullananlara alet olmak solculuk değildir” diyen ve “Bu yıkımın tek  çaresi, sosyalist bir hükümet için örgütlü sınıf mücadelesidir, gerisi bir bayağılıklar panayırında bekçilik ve konu mankenliğidir” ısrarını sürdüren bir parti bu.

Etkisiz kaldığını/kalacağını kimse söyleyemez.

Bu dik duruş ve varlığını satışa çıkarmama, tasfiyeye direnme ısrarı mutlaka kitlesini bulur.

İtiraz, dedik. Örnek vereceğiz: Edebiyatta neler olup bittiğini gerçekten çok iyi bilen ve yeteneklerine rağmen oltaya gelmemeyi başaran az sayıdaki yazarlarımızdan Taylan Kara, ikinci sayısı çıkan “Eleştirel Kültür” dergisinde bir yazı yayımladı. Kara, “Piyasa Edebiyatı’nın 'kılları'” başlıklı bu yazısında, bazı gerçeklerin altını çizerken, aslında başka bir gerçeğe daha dikkat çekmiş oldu:

“Yazarı bir ödüle satılan toplumun halkının bir kilo makarnaya satılmasında şaşılacak ne var! Yazarın ne ki halkın ne olsun? Halkı beğenmeyenler, onu aşağılayanlar önce dönüp de bir zahmet şairine yazarına baksın. (…) Rüşvetmiş, yolsuzlukmuş hırsızlıkmış... Bunların aynısı edebiyat piyasası-piyasa edebiyatında olmuyor mu? Ses çıkaranlar elbette üzerine alınmamalıdır ancak gıkını bile çıkarmayanlar, hatta alkış tutanlar,ʻlike yapanʼlar çoğunlukta değil mi?”

Taylan Kara, -belki de istemeden- Türkiye’nin sol cemaatleri ve cemaatçilerinin, yani “cepheci cemaat solumuzun” yüzüne bir ayna tuttu: Programlarını, sloganlarını, pankartlarını, velhasıl onları ayrıştıran her şeylerini, öncelikle de sosyalist iktidar inatlarını -eğer varsa/kaldıysa tabii- sıfırlayıp bir küçük oyuncunun arkasında sıraya girenler, bırakın ödülü, bir oltalık yeme düşecek kadar gerilemiş değiller midir?

Biz, solun yüzünü ve beynini silme filmini 50 yıldır görüyoruz. Balık hafızalı mıyız ki, unutalım?

Devrimci bir sol unutmaz: Uzun yıllar önce, 1977 olmalı, o zamanlar örgütlü bir sınıf hareketi sinyalleri veren TİP içinde solumuzu CHP tuzağından uzak tutma savaşı veren Yalçın Küçük Hocamız, galiba Ankara Çağdaş Sahne’deki tartışmalı bir toplantıda, her zaman CHP’li Emre Kongar Hocamızın  dönemin sosyalist soluna yönelik “Canım siz de 5 parçasınız, çok bölünmüşsünüz” mealindeki serzenişini, “Aydın olan, doğruyu bu parçalar arasında ayırt eder, hangi parçanın doğru olduğunu bilir, aydın değil misiniz, bilin” mealindeki bir uyarıyla, bu satırların yazarına göre, tarihsel bir yanıtla karşılamıştı. Geçmiş zamandan aklımızda böyle kalmış. Tam doğrusunu Mesut Odman Hocamıza veya dönemin haftalık dergisi Yürüyüş’ün koleksiyonlarına sormamız gerek.

“Milyonları” bir arada görmek için ne kadar sol değeri varsa bir yerlere saklamayı -tabii “bir an bile unutmadan”-  kitle siyaseti sayanlara derstir. Maalesef Yalçın Hocamız da artık oralarda değildir. Ama biz Mehmet Kuzulugil’in uyarısından beri iyi biliyoruz: “Siyasi mücadelede miras babadan oğula değil, mücadele bayrağını taşıyanlardan mücadele bayrağını taşıyanlara geçer.” Bazen o bayrağın yaratıcıları bile aşılır. Gramsci’nin toprağı bol olsun: “Marx’ın Das Kapital’ine karşı yapılan devrim“, 1917, böyle bir aşkınlık değil miydi?

Ama bizim söylemeye çalıştığımız, başka bir “acı gerçek”tir: Türk edebiyatı denilen bataklık ile “sol siyaset” diye sunulmaya çalışılan bu kitleci zihniyet, galiba bir ve aynı şeydir.

Bir ödül için taklalar atanlar edebiyatta var da, siyasette kitle denilen tanımsızlaştırılmış “yem”in üzerine atlamayanlar var mı?

Aydın veya sosyalist, doğru olanı, sınıf hareketinin iktidar mücadelesi için gerekli olanı ayrıştırıp işleyebilmelidir. Böyle bir yeteneği yoksa, programından, sloganlarından, pankartlarından bu kadar korkuyorsa, utanıyorsa, neden solculuk yapmaya kalkıyor? Aydemir Güler son yazılarında biraz da buna yanıt verdi.

Tüm sol değerlerini gizleyen, o nedenle, tek derdi parti içindeki başkanlık mücadelesi olan, sermayeyi ihya etmeyi sol siyaset olarak satan bir küçük hesapçının pankartı arkasına kolayca sıralananları atlayarak mı yineleyeceğiz bu sözleri? Meydan doldurmacılıkla sol siyaseti birbirinden ayıramayanların getirisi ne olur? Maltepe’deki milyonla, Gezi’nin milyonları birbirinden çok farklıdır. Daha açık olsun: Maltepe, sosyalizmden nefret eden Kılıçdaroğlu ekibinin “malıdır”, Gezi’de bu yoktu, hatta Kılıçdaroğlulara karşıydı.

Demek ki Taylan Kara’nın yazısı, dün bir küçük adamlar cemaatinin arkasında sosyalistliklerini, solculuklarını saklayarak sıraya girenleri, sermayenin konu mankenliğini kabullenen “makul komünistleri” de imliyor. Okumak isteyen elbette başka türlü de okuyabilir. Eşitlik ve özgürlük için sokağa kendi iktidar progamlarıyla çıkmaktan utananları, “Eleştirel Kültür” dergisindeki o yazıyla baş başa bırakıyoruz.

“Yeter artık” diye İslamcı saldırıya direnen sıradan insanları, sokağa çıkan emekçileri, devrimci aydınları değil, sol cemaatin sermaye cilveleri arkasında sıralanma zihniyetini reddediyoruz.

Yalnız değiliz. Şimdilik belki azınlıktayız. Tamam. Ama kriz derinleşiyor ve biz öngörülerimizde tutarlı, reçetelerimizde de haklıyız. Sokaktayız, mahallelerdeyiz, fabrikalardayız, okullardayız. Ödül ve yem düşmanıyız. Bu bataklıktan nemalananlarla, onların tek sözcüklü sermaye pankartları arkasında kimliğimizi gizleyerek susta duracak kadar küçülmedik. Bizim programımız, sloganlarımız, pankartlarımız bu liberal tasfiye bataklığına sığmaz. Neyse...

Bu “kısa” diye başlayan ve uzayan yazıyı böyle bitirmiş olalım. Başkaları adına utanarak...