Türkiye’de AKP, Almanya’da AfD?

Avrupa’da geçen yüzyılın ilk yarısında, faşist partiler, diğer sağ partileri kullanarak ve sosyal demokrasinin işçi sınıfı hareketini paramparça eden yardımlarından yararlanarak, kendi program ve örgütlülüklerini başat hareket haline getirmişti. Hitler ve Mussolini, en tipik örnekler; malûm.

Şimdi “çağcıl” bir faşist hareket olduğu söylenebilecek AfD (“Almanya için Alternatif”), programını, ki yerli yoksulları kullanan neoliberal bir acımasızlıktır, uygulanır hale getiriyor. Faşizm, biçim ve yer yer içerik değiştiriyor. Klasik ırkçılığın, tavizsiz etnik abartıların değil, başka bağlılıkların, örneğin refah ekonomisini kıskançlıkla savunmanın, bir din olarak beyinlere kazınan tanımsız bir “beyazlar demokrasisinin” (Batı demokrasisi), emperyalist-kapitalist demokrasiye ve ekonomiye kayıtsız şartsız iman edenlerin partisiyle karşı karşıyayız. 

AKP, Türkiye’de çeşitli kombinasyonlar üzerinden, gizli veya açık ittifaklarla, özellikle de Asker Partisi’ni kullanıp zaman içinde etkisizleştirerek (Çetin Doğan ile Hulusi Akar arasındaki mesafe çok kısaydı çünkü) iktidar oldu; cumhuriyeti kazıdı. 

Tamam, Asker Partisi’nin muadilini, aynen Batı Avrupa’da bulamıyoruz. Buna rağmen soralım: AfD neden Almanya’da iktidar olmasın? Muhtar bile olamaz denilen “reyiz” nerelere geldi, AfD’nin başındakilerin bu başarıyı andıran bir çıkışın eşiğinde olmadığını kim iddia edebilir? Almanya resmen kaynıyor. Bu kaynamada AfD’nin iktidar olması için mutlaka Berlin’deki başbakanlık koltuğunu işgal etmesi gerekmiyor. 

Türkiye’deki AKP iktidarı, büyük bir ekonomik dönüşüm, bir zihniyet devrimi anlamına falan gelmiyordu. Mülk sahipleri, İslamcı ticaret ve “depo” burjuvazisinin artan ağırlığı nedeniyle bir hesaplaşma içindeydi ve sistem, İslamcı zenginlerin iktidar oyununa cevaz veriyordu. Türkiye ölçeğinde ve “oligarşi” çerçevesinde bir iktidar alışverişi yaşandı; bu arada aydınlanmacı ve cumhuriyetçi tüm yükler, Türkiye kapitalizminin yeni elitlerini çok fazla da yormadan, Asker Partisi’nin çeşitli askeri darbelerle açtığı yolda tasfiye edilebildi. Türk ve Kürt zenginlerinin bu konuda ve AKP’nin ekonomik yaklaşımına bir itiraz geliştirdiğine tanık olmadık. Normaldir: Sömürü düzeninde bir değişiklik önermiyordu AKP ve su başlarını yeni tutacak zenginlerin iktidar enstrümanıydı. Eski rejimin zenginlerini hoş tutmayı ve arkalarına almayı başardılar. Laik ve dinci sermayenin gayet iyi anlaştığını, Koç ve Sabancı gruplarının inşaat zenginleriyle al takke ve külah ilişkilerine bakarak rahatça söyleyebiliyoruz. 

Sonuçta, AKP Türkiye’de iktidar oldu. 

Yerel ölçüler içinde benzer çizgilere sahip AfD, neden Türkiye’nin sahibi Almanya’da iktidar olmasın? Bu, birinci soru. 

Eğer programını gerçekleştirebiliyorsa, daha otoriter bir siyasi düzende ve Amerikan liderliğinin de gerilediği koşullarda, bu AfD neden siyasi iktidara bizzat yerleşsin ki? Bu da ikinci soru. 

Bu soruları yanıtlamamız gerekmiyor. Ama bu tabloyu çözümlemek zorundayız. 

Yeni sağcılığın, eski parlamenter demokrasi veya temsili demokrasi kurumlarını modifiye ettiğine tanık oluyoruz. Bu müdahale, emperyalist dünya sisteminde bir türlü önüne geçilemeyen ve kronikleşen krize bir “metropol çaresi” kabul edilebilir. 

Türkiye’de dönüşümün, yani siyasi iktidara bizzat el koyarak ve kitle desteğiyle gerçekleştirebilen “İslamofaşist” otoriterliğin emperyalist merkezlerdeki karşılığı (Macaristan ve Orban damgalı) “illiberal demokrasi” olabilir. Bunun için de sistemin yeni otoriter partisinin, özellikle en zenginlerde (Macaristan, Polonya, Bulgaristan gibi görece yoksullardan farklı olarak) eski egemenlerin temsili demokrasi oyununu biraz rötuşa zorlayarak krize çare önereceği anlaşılıyor. 

AKP’nin, metropollerdeki iktidar oyunlarına ışık tuttuğunu ileri sürebiliriz: AfD, bir tür Alman AKP’si gibidir. Doğrudur, ciddi faşizan çizgilere sahiptir, ama eski faşizmlerle de birebir örtüşmemektedir. Yahudi düşmanlığından çok, bir İsrail dostluğundan söz edebiliriz örneğin. Ama, ekonomik gerekçelerle, Arap dünyasını da hoş tutmaları gerektiğini bilen bir yönetim kadrosu var. Avrupa’nın alışılmış temsili demokrasilerini dışarıdan güç uygulayarak, elbette de toplumdaki faşizan duyarlılığı, refah şovenizmini ve yoksul yığınları kullanarak yeniden örgütlemeye çalışıyor. AfD, bunu Avrupa’nın hegemonu ve en zengininde, Almanya’da yapıyor. Kriz koşullarında...

Yılan benzetmesi gerçekten ışık tutucudur: Emperyalist-kapitalist sistem çok sancılı bir gömlek (deri) değiştirme sürecinden geçiyor. Kriz, böyle. Ağır sürprizlere gebe. 

“Almanya’daki AfD, elbette AKP’nin aynısı değil, ama onun izdüşümü izlenimi veriyor” dedik. Acımasız programını, gökten indirmiş değildir; hazır bulmuştur. Bu programda Gerhard Schröder SPD’sinin payı büyüktür. AKP de Türkiye’de Kemal Derviş-Ecevit programını hazır bulmadı mı? 

Yeni aşamada, AfD, acımasız programını yerleşik diğer partilere, onları değiştirerek, değişime zorlayarak, uygulanır hale getirebilir. Azgelişmişlerden, belli bir denetim senaryosu içinde gelişkin işgücü ithal edecek (“beyin göçü”), buna bazı sektörlerdeki acil talep olan ucuz kol gücü de eşlik edecek, ancak teknolojinin gizleri her zaman ihracat manyağı bu metropollerde kalacaktır. Bu işgücü ithalatı, metropollerdeki reel ücretler düzeyini de sürekli baskı altında tutabilecektir. Sonuçta, bu acımasız ekonomik alışverişin insani maliyetlerini metropoller asla üstlenmeyecektir. Kavga da odur aslında. 

Nasıl mı? 

Şöyle: Dünya sisteminin ve üretimin teknolojik anahtarının en zenginlerde kalması gerekiyor. Bu, bağımlı ülkelerde, çok yoğun bir yoksullaşma demektir. İktidar katında ise oligarşik alışverişler artıyor. Ama en gelişkin beyinlerin de metropollere cezbedilmesi sağlanıyor. 

AfD, en zengin metropolün ihracatını tehlikeye atmayacak yerlilik ve millilikte bir atılım gerçekleştirmeye çalışıyor. Öncülleri, fazlasıyla sistemde vardı ve hazırdı. 

Tıpkı AKP gibi. 

Gelmek istediğimiz nokta da bu zaten: Eğer AKP Türkiye’de yerleşmişse, AfD de, doğrudan iktidar olmasa bile, “sistemik” programını diğerlerine dayatarak bir dönüşüm sağlayabilir. Yoksullarda ve zenginlerde saatlerin hep farklı çalıştığını eklemeye gerek yok. 

Türkiye ile Federal Almanya’nın, 1945 sonrasının en acımasız iki antikomünist cephe ülkesinin, iki demokrasinin, böyle bir gerilim hattında koparılmaz ilişkileri var. Biri olmadan diğerini layıkıyla tarif edemiyorsunuz. Türkiye’deki cumhuriyetçi kırıntıları (prelüd sayılabilecek 12 Mart 1971’de az, ama 12 Eylül 1980 ve onun meşru çocuğu 3 Kasım 2002’de çok fazla) yerle bir eden iktidar, Almanya’ya AfD kimliğiyle yansıyabiliyor. 

AfD, bir tür zengin AKP’ciliği mi oluyor? 

Birbirlerine düşman göründüklerine bakılmasın. İslam ve İslamcılığı başdüşman ilan eden AfD zihniyeti, AKP zihniyetinin yakın akrabasıdır ve birlikte işlerini yürütmenin bir yolunu bulmaya çalışacaklardır. Eh, “Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini” deyişi herhalde boşuna üretilmiş değildir. Sermaye içi ilişkiler, bırakın karşıtlıkları, tutkulu sevgileri bile, her zaman çok acımasızdır. Kanlıdır. 

Zengin ve yoksul ekonomilerin gericilikleri, birbirinden farklı olmaya mecburdur. Birbirlerine düşman da görünebilirler ve kitleler nezdinde öyle kabul edilirler. Fakat sermayenin emeğe saldırısı, aydınlanmanın kazınma harekâtı, derinlerdeki bir ortaklığın ürünüdür. 

AKP ile AfD akrabalığının neden ve sonuçları üzerinde düşünmeye mecburuz. Büyük bir krizden geçiyoruz ve bu krizin özgün renklerini işçi sınıfı hareketi için ayrıştırma görevimiz de var. Çöken Türkiye, Almanya’yı nereye çeker? Bakmamız lazım. Sormamız lazım. Anlamamız lazım.